Mimarlık Gibi, Değil Gibi [6]: Dışarıda olmak

Won Seoung-Won (Dreamroom – Seoungwon, 2003), https://www.artsy.net/artist/won-seoung-won

Hastanelerde doğuyoruz, apartmanlarda büyüyoruz, gökdelenlerde çalışıyoruz, AVM’lerde hafta sonlarımızı geçiriyoruz. Hayatımızın çoğu kapalı alanlarda geçiyor. Genellikle zorunluluktan. İşimiz öyle gerektirdiği için. Ya da yaşam alanımızdaki elektrikli aletlerin çoğu kapalı mekanlarda kullanılmak üzere tasarlandığı için. Verimi arttırmak için. Kapalı alanlar trafik kaynaklı şehir gürültüsünü kesebildiği için. İç mekanda istediğimiz sıcaklığı / soğukluğu dilediğimiz gibi ayarlayabildiğimiz için. Teknoloji ile güncellenmiş mağaralarımızda, konfor şartlarımız iyileştirilmiş olarak yaşıyoruz. Ama ne zaman huzur bulmak istesek; açık bir mekan, dışarıya açılan bir mekan, en azından geniş penceresinden dışarıyı izleyebildiğimiz bir mekan hayal ediyoruz. Tatillerimizi mümkün olduğunca deniz olan sahil kasabalarında, taze hava olan dağ köylerinde geçiriyoruz. Geceleri yine otel odalarında uyuyoruz belki, ama ertesi sabah tekrar iyi hissetmek için içgüdüsel olarak yaptığımız en temel şeylerden biri “dışarıda olmak”.

İnsanlar, mağaralarını yeterince konforlu bulmamaya başladıkça, yaşadıkları mekanları şekillendirmeye, yeni mekanlar yaratmaya başlamış. Bugün içinde yaşadığımız binalara gelene kadar evler sürekli evrimleşmiş. Bu süreçte önemli yapı elemanlarından biri pencere. İlk başlarda yalnızca bir açıklık olarak bu ihtiyaç karşılanmış. İnsanlar, ellerindeki ahşap gibi opak malzemeleri pencere kanadı niyetine kullanmışlar. Bu kepenk benzeri kullanımı takiben, camın binalarda kullanılması ise milattan sonra ikinci yüzyılda Romalılar tarafından uygulanmaya başlanan bir yöntem olmuş. Mekanlarımız için bugün olmazsa olmaz bir malzeme cam. Yüzyıllar boyunca boncuk vs yapımında kullanılan camı, bir süs eşyası olmaktan çıkarıp yapılarımıza da dahil eden akıllara teşekkür etmemiz lazım. Onların sayesinde oturduğumuz yerden dışarıyı görebiliyor, iç ve dış mekanın görsel bağlantısını kolayca kurabiliyoruz.

Pencere camı sayesinde kurulan iç ve dış mekan ilişkisi. (Tumblr)

Açık havada kurulan masalar, bir mekanın oluşması için dört duvara ihtiyaç olmadığını kanıtlıyor. Yalnızca bir masa bile mekanı tanımlamada yeterli oluyor. Oturacak bir yer, ağaçlar, güzel bir yemek ve doğanın kendisi. Doğal yaşam alanımız. En temel ihtiyaçlarımız. İçgüdülerimiz, böyle ortamlarda bizi mutlu olduğumuz konusunda ikna ediyor. Rüzgarı hissedebiliyoruz örneğin. Klimanın yüzümüze vurmasından farklı bir şey.

Bir portakal bahçesinin ortasına kurulmuş sofra. (Tumblr)

Derenin üzerine kurulmuş bir masa. https://ourfoodstories.com

Dış mekanlar, kentler planlanırken yapılarla beraber ele alındığında, avlulu yapı adaları veya kentsel avlulu blok tipolojisi olarak adlandırılan kavramlar oluşuyor. Sokakların, caddelerin, meydanların, parkların, bahçelerin dışında kalan en önemli açık mekanlarımız avlular şehirlerde. Türkiye’de imar planlarının bu anlayışla şekillendirilmiş olmamasından (ve zaten planlanana da her zaman uyulmamasından) dolayı bu tasarlanmış boşluklara çok nadir olarak rastlıyoruz. Mevcut olanlar da, bu konuda bir alışkanlık geliştirmiş bir toplum olmamamızdan dolayı, atıl olarak duruyor. İstanbul Teşvikiye’de Hüsrev Gerede Caddesi çevresinde ‘çeperde konut, ortada avlu’ mantığı ile oluşturulmuş yapı adaları, bizim şehirlerimizden bir örnek. Avrupa’da ise birçok büyük şehirde konut blokları, ortasında birer avlu oluşturacak şekilde planlanmış.

İstanbul – Teşvikiye’deki avlulu yapı adaları. (Google Earth)

Almanya – Hannover şehrinden hava fotoğrafı. (Koordinatlar: 52°23’5″N 9°45’17″E)

Kentsel boyuttaki kamusal avlular, şehrin gürültüsüne karşı yapıların kütlelerini birer bariyer olarak kullanıyor. Bu dışarıdaki “iç” mekanlarda, tam bir çevrelenmişlik hissi ile zaman geçirebiliyor, açık havada bulunma ihtiyacınızı, şehrin geri kalanından mümkün olduğunca bağımsız olarak giderebiliyorsunuz. Bir mimarlık fakültesi olarak Taşkışla’nın da avlulu planının olması, tarihi bir yapıda okumanın ötesinde, öğrencilerine ders dışı aktivitelerin çoğunu açık havada gerçekleştirme, ama yine de kentten kopmama olanağı sağlıyor. Taksim gibi kalabalık bir şehir merkezinin dibinde, avluda çimenlerde oturarak arkadaşlarınızla sohbet edebiliyor olmanız, şehrin diğer kullanıcılarına kıyasla büyük bir lüks. Viyana’da rastladığım pasajlı ve avlulu yapıların olduğu bölge de bana bu kendi içine kapalı rahatlık hissini hatırlatmıştı yine. Duvarlardaki sarmaşıklar da doğanın bu yapıyı zamanla kabullenip, içine aldığı algısını yaratıyor.

2011’de Viyana’dayken çektiğim avlu fotoğraflarından.

Eskiden İstanbul’da yaşarken, sıklıkla İstiklal Caddesi’nin kalabalığından bir anlık da olsa kaçıp nefes almak için, Hazzo Pulo Pasajı’ndaki Kahveci Mustafa Amca’da çay içmeye giderdim. Hâlâ duruyor mu bilmiyorum. Mimarlık okurken, hep bu pasajda avluya bakan bir ofisim olsun isterdim. Sanırım kalabalığa istediğimde ulaşabilecek kadar yakın olup, yine de tam içinde olmama hissi hoşuma gidiyordu. Neyse, artık böyle bir isteğim kalmadı, zaten doğup büyüdüğüm İstanbul’a yedi senedir ayak basmadım, pasaj da bıraktığım zamanki gibi kalmamıştır eminim. 

İstiklal Caddesi’ne bağlanan Hazzo Pulo pasajı boşken. (Pinterest)

İnsanların dışarıda olması, doğası gereği hareket etmesi lazım. Yiyeceklerini bulmak için yürümesi, koşması, ekmesi, biçmesi, başka bir şey aramak için uzaklaşması, geri gelmesi, yaşam alanının güvende olduğunu bilmek için tetikte olması; yani diğer tüm hayvanların yaptığı şeyleri yapması lazım. Metabolizmamız, kas ve iskelet sistemimiz, tüm fiziki yapımız bu işlevlere hizmet edecek şekilde oluşmuş. Eskiden bir insan gün içinde sürekli yürümek zorunda kalıyordu, bunu Yüzüklerin Efendisi serisini izlerken fark etmiş ve bir nevi aydınlanma yaşamıştım. Filmde karakterler Orta Dünya’da bir yerden bir yere gidecekleri zaman günler boyunca, kilometrelerce yürüyorlardı. Bizim dünyamızda da atalarımızın, eski zamanlarda benzer şeyler yaptıklarını hayal etmek zor olmasa gerek.

Yüzüklerin Efendisi filminden bir sahne. Kilometrelerce süren yürüyüşler.

Ama son birkaç yüzyılda, teknoloji sayesinde (veya yüzünden de diyebiliriz) tüm bu ihtiyaçları bir anda değişmiş durumda. Kullandığımız açık mekanlar azalıyor, sosyalleştiğimiz alanlar tamamen kapalı hale gelmeye başlıyor, hatta iç mekandayken insanlar kendilerini yine dışarıda gibi hissetsinler diye yapay aydınlatmalarla sokaklar taklit ediliyor AVM’lerde, kapalı mekanlarda açık alan hissi verecek bahçeler tasarlanıyor. Artık uzağa kolayca gidebiliyoruz. Ulaşım araçlarımız var. Yürümeyi geçtim, ata binerken yapacağımız hareketi bile gerçekleştirmiyoruz. Yiyeceğimiz sebzeler için başkaları ekip biçiyor, avlanmıyoruz çünkü büyük çiftlikler ve kasaplar var, su kullanmak için su bulup taşımamıza gerek yok, çünkü borularla evimizin içine kadar su zaten taşınıyor. İşte tüm bunlardan dolayı artık vücudumuz zorunlu olarak hareket etmiyor. Ama kas sistemimiz de hareket etmezsek zayıflıyor, çünkü bu hareketleri gerçekleştirmek üzere kurulmuş bir yapısı var. Bu yüzden spor salonlarına gidiyor insanlar. Vücutları olması gerektiği hale geri dönsün diye. Metabolizmamız bu teknolojik gelişimleri öngöremediği için, spor denen şey, tam anlamıyla hayati bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. Teknolojinin hayatı kolaylaştırıyormuş gibi görünüp, işin özünde pek de bir şey değiştirmediği konulardan biri daha. Yine de birçok insanın koşmak için neden sokakları değil de spor salonlarını tercih ettiğini tam anlayamıyorum. Tamam, şehirlerde koşmak için yeşil bir alan bulmak çok kolay değil, ama bir spor salonuna yazılmak için sarf edilecek enerji, bir ormana gitmek için de harcanabilir bence. Tercih meselesi tabii yine de, iş dönüp dolaşıp konfor şartlarına geliyor. Efor sarf etmek için, enerji harcamak için gittiği mekanda bile konfor arıyor insan.

Black Mirror dizisinden bir sahne.

Şu anda yaşamakta olduğum köyde tarlasına kavun veya domates ekenler, yaz aylarında geceleri domuzlar ektikleri ürünleri yemesin diye bekliyorlar ve tarlalarında açık havada uyuyorlar. Doğrudan ihtiyaca karşılık bir çözüm, aynı zamanda zevk alınabilecek bir aktivite. Şehrin ışıklarından uzak, gökyüzündeki yıldızların mümkün olan en parlak şekilde görüneceği yer. Yazın sıcağında, gece en serin olacak yer. Bir yandan kavunları da korumuş oluyorlar. Daha ne olsun.

Doğada bir yatak ve oturma odası. Bu fotoğraftaki kişi kavunları korumuyor, ama olsun. (Pinterest)

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın