Planlama, Politika, Halk, Hödük, Maket, Kazık, Nietzche, Vitruvius…

Bizim zamanımızın Hacı Ağaları, Bekir Coşkun'un göbeğini kaşıyan adamından çok daha saf, temiz ve tehlikesizdiler.

Bazılarınca “yeni dünya düzeni” diye isimlendirilen globalizm (ya da yeni liberalizm) ülkemizdeki her çeşit kültür alanını ciddi olarak etkilerken, bundan olumsuz anlamda nasiplenen önde gelen kurum, “kent planlaması” oldu. Uzunca bir süredir, kentin uzun erimli ve kamusal gereksinime ait hedefleri gündemden kalktı ve yerini çok kısa erimli, rantsal hedefler aldı. Yaşanan bu süreçte planlama çok büyük ölçüde “büyük sermayenin” kontrolüne geçti.

Kentleşmenin hızı arttıkça sermayenin kontrolü daha da güçlendi ve öyle noktalara ulaşıldı ki, kamunun ve hatta insanlığın ortak kültürel değerlerini koruyor denen ve dokunulamayacağına inanılan “doğa tarih ve kültür varlıklarına ait koruma kurumları” bile, hem etkisizleştirildi, hem de halk nezdinde itibarsızlaştırıldı. Yaratılan bu yağma kültürü, öylesine usta politikalar yarattı ki, halkın büyük çoğunluğu “komşuda pişer, bize de düşer” gibi bir hayalin büyüsüne kapılarak, histeri dansları yapmaya başladı.

Öyle anlaşılıyor ki, bu “cacık” haline gelmiş toplumu, hıyarlarından soyutlayarak tekrar yoğurt haline getirmek için çok ustalıklı, etkin ve yeni politikalar üretmek gerekecektir.

Dün tv’de bir politikacıya ait, gerçek bir hayat hikayesi filmi izledim: “Başkanın Bütün Adamları”. Amerikanın çok büyük eyaletlerinden birinde, vali olan bir öğretmenin hikayesi. Hikayenin benim için ilginç yönü, emekli öğretmenin halka ulaşmada kullandığı hitap yöntemiydi. Kahramanımızın önceleri, “…sermaye ve üst yapı çevrelerince desteklenen rakipler…” gibi ‘okşayan, saygılı ve popülist’ söylemlerle yaptığı konuşmaların seçim toplantılarında hiçbir ilgi uyandırmaması üzerine, tıpkı öğretmenliğinde yaptığı gibi, gerçekçi ve kışkırtıcı bir samimiyetle ifade ettiği söylemlerle, büyük bir başarı kazanıyor.

Bu yeni söylemin anahtar sözcüğü de “Hödük”. Başlangıçta kendisine “sevgili Hödükler” denmesine kızan ve kışkırtılan halk, konuşmaların içeriğinden, hödüklüğün nereden kaynakladığını dolaylı ya da dolaysız şekilde sezinleyip algıladıkça, bilinçli bir taraftara dönüşüyor. Ve giderek, sadece toplantılarda kendisine “sevgili hödükler” denmesiyle hareketleniyor. Bir süre sonra halk için seçimleri kazanmak, “hödüklükten kurtulma hedefi” gibi algılanıyor.

Hödüklüğün açılımı ve anlatımında söylenenler, ilginç şekilde bizdeki duruma da çok benziyor. Örneğin, bir nutkunda Vali şunları söylüyor: “… Size, ‘her şeyin doğrusunu siz bilirsiniz – bilmeseniz dahi sezinlersiniz’ diye hitap eden çevrelerin, aslında büyük sermayenin yarattığı ve mevcut üst yapı kurumları ve hatta kilise tarafından desteklenen, karmaşık ve anlaşılması çok zor bir organizasyon olduğunu, ben onca yüksek tahsilim ve bunca yıllık öğretmenlik sürecinin sonundaki emeklilik yaşımda ancak anlayabildim. Ey yeterince yüksek tahsil görmeyen sizler… bundan sonra çocuklarımızın büyük çoğunluğunun üniversiteye gidemeyeceğini bile bile, bunların yalanlarına nasıl inanırsınız, hödükler! Ben düne kadar hödüktüm, ama sizler halen hödüksünüz!…”

Politikacılarımız bu güne kadar “bu yağmadan, halkın hayal ettiği payı almasının hiçbir zaman mümkün olamayacağını” halka anlatan bir söylem geliştiremediler. Bu nedenle sorun geçmişe göre çok zor hale geldi. Bu nedenle inanabilirsiniz ki, benim gençlik yıllarımda yaratılan “Hacı ağalar”, Bekir Coşkun’un “göbeğini kaşıyan adamlarından” çok daha saf, temiz ve tehlikesizdiler.

Son yerel seçimlerde, Bodrum’da şahit olduğum propagandalarda, seçim arabalarından hoparlörlerle halka yapılan vaatlerin başında “Sit alanlarını kasabadan çıkartmak ve daha çok imarlı parsel üretmek” geliyordu. Siyasiler, halktan bunun için iktidar istiyordu! Doğrusu, 50 yıllık meslek hayatımda 2 parti arasında yaklaşık aynı sözcüklerle yapılan, böylesine bir yağmacılık yarışına şahit olmamıştım.

Başbakanımızdan, aydın (!) köşe yazarlarımıza kadar, çoğu kişinin dediği çok doğruydu: Türkiye ve dünya çok değişti ve bizim gibi saflar bu değişikliğin boyutlarının farkında olmadığımız için, 50 yıldır söylemlerimizi değiştiremiyoruz. Belki de bir başka türlü hödükleriz biz: Kamu yararı, sürdürebilirlik, özgünlük, nitelikli eğitim, sağlıklı kentleşme, sosyo-kültürel vizyon, bilimsel özerklik, tarih ve doğa ile birlikte varolma, bütüncüllük, toplu taşın, kıyı kültürü, evrensellik vb. sözcükleri duydukça, sanki geçmişte çok sevdiğim birinin ölüm haberini almış gibi hisleneceğim!

Sanıyorum ki öncelikle yaşamakta olduğumuz olumsuzlukları ağırlık ve önemine göre saptamayı ve değerlendirmeyi, yeniden yapmalıyız. Bu sorunları gramajına göre sınıflandırmalı ve halkımıza yaşadığı ya da yaşamaya mahkum olduğu halde farkında olamadığı hastalıkların neler olduğunu, anlatmanın sözcüklerini bulmalıyız. Belki bu araştırıya, halk üzerinde çok geçerli olan şu kavramları ele alarak başlayabiliriz: Halk dalkavuklarının “siz her şeyin en doğrusunu bilirsiniz?” gibi söylemlerinin halkı Hödük yerine koyacağını; ana-babaların, hiç değilse çocuklarını hödüklükten kurtarmak için, onları okutmaya varını yoğunu harcadığı bir durumda, nasıl olup da her şeyin doğrusunu bilebileceği konusu işlenebilir.

Ülke nüfusunun yarısını, okumamış nüfusun ise %75 ini oluşturan Türk kadınının, kendisine reva görülen haksızlık ve eşitsizlik açısından, 134 ülke içinde 126’ncı sırada oluşuna dair, Birleşmiş milletlerin yayınladığı resmi istatistik öylesine vahim bir durumu işaret etmektedir ki, Türk kadınına bu durum biraz farkına vardırılabilse, her şeyin önü açılabilir. Ama diğer yandan, adeta doktorun sağlık raporu yerine geçecek böylesine bir tespite rağmen, bırakın muhalefet partilerini, kadın hakları savunucusu olan derneklerin tepkisi ne kadar oluştu ki?!?. Kadınların ve kadın örgütlerinin böyle bir evrensel tespitten sonra ” biz ancak İran ve birkaç Arap ülkesinden mi iyiyiz?” diyerek isyan etmeleri gerekmez miydi? Bu isyan yalnız CHP nin yetersizliğinden değil, “erkek egemenliğinin gizli baskısından dolayı yapılamıyor olabilir. Ancak gene de bazı kadınların (örneğin yazarların) bu rapora dayanarak, erkek dünyasına ağız dolusu bir “çüşş!!” dememeleri durumu ümitsizleştiriyor. Muhalif siyasi partiler için, bu seçim ortamında “dört elle sarılacakları” bir doküman değil miydi bu belge?! Ya da hukuk ve insanlık değerlerinin savunuculuğunu yapan sivil toplum örgütleri ve kuşkusuz üniversiteler için… Özellikle üniversitelere ve hele hele Hukuk ve Sosyal Bilimler Fakültelerine ne demeli?

Hala çıt yok! Eminim biraz üstlerine gitseniz, şöyle cevaplar almanız kuvvetle muhtemeldir: Birleşmiş milletler bu istatiği acaba hangi kriterlere göre yapmışlar? Acaba bu, İslam dünyasını küçük düşürücü bir bilimsel kılıklı komplo mu?… (Buna, istatistiklerin nasıl ırzına geçildiğine dair, birkaç bilim adamının açıklaması da eklenebilir.) Bu ve benzeri, sizi sosyal bilimci olmamakla suçlayan cevaplarla paylanabilirsiniz!

Peki kardeşim, resmen yayınlanmış böyle bir istatistik?! Eğer yanlış ise, senin reaksiyonun nerede?

Bakarsınız belki de şöyle bir samimi cevap gelir: “Terzi kendi söküğünü dikemezmiş! Biz Türk akademisyenleri üniversiteler dünya kalite sıralamasında, ilk 500’e giremez iken de ağzımızı açıp, reaksiyon göstermemişdik? Bizim derilerimiz artık öylesine kalınlaşmış ki, bırakın okşanmayı, dokunmayı, dürtmeyi, iğne batırsanız algılayamıyoruz!…”

Bu durumda ne diyebiliriz ki! Olsa olsa “Allah size çuvaldız nasip eyleye” denebilir.

Biz mimarlar bir proje yaparken, tüm tasarım yetenek ve birikimlerimize rağmen, yapının bir maketini yaparak, yaratabileceğimiz tasarım hatalarını en aza indirmeğe çalışırız. Maket, çoğu tasarım türlerinin, neredeyse vazgeçilmezidir de denebilir. Maket sözcüğü bu günlerde daha farklı alanlarda da kullanılıyor: Tasarlanan her ne ise, bir etkinlik projesinden, bir heykel tasarımına kadar, onu bütünü ile algılamanızı kolaylaştıran küçültülmüş örneğine maket diyorlar. Amaç o işlem sonunda, gelecek gerçek olguyu doğru ve iyi anlamak. Mimarlıkta, yapı çok önemli olduğunda (Le Courbusier’in Ronchamp Kilisesi ya da Frank Gehry’nin Bilbao Kültür Merkezi gibi) binanın 1/1 ölçeğinde kısmi maketleri yapılmıştır. Bir kent plancısı için ise kentlerin kendisi 1/1 maket gibidir. Aynı durum sosyal bilimciler ve en başta da politikacılar için de böyledir. Peki, bu olguyu halk için kullanma şansı var mıdır? Bence evet!

İran, Pakistan, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Türk halkı için, dinin siyasete alet edildiğinde nasıl sonuçlar oluştuğuna dair maketleri yapılabilir. İnsanoğlunun 5 duyusu ve sınırlı birikimleri ile dahi yeterli bilgi edinebileceği maket projeler haline getirilebilirler. Halkımıza, dinin siyasallaşması bağlamında verilecek bilgilendirmede iletişim teknolojisi, bu projeyi oluşturmaya yeterlidir. Bir siyasal parti, isterse bu örnekleri “Halk eğitim programı” haline dönüştürebilir. Kanımca halk dili ve anlayışına indirgenmiş yeni iletişim yöntemlerini denemek hayati bir zorunluluk haline gelmiştir.

Kuşkusuz, yaşadığımız “ileri demokraside” anlayamadıklarımızın sayısı da her gün artıyor. Anlı şanlı köşe yazarlarımızın yorumları da örneklerden… Bunlardan biri çok kısa önce yaşandı: Cumhurbaşkanımızın sayın eşi, ilk okulda başörtüsünün çok yanlış olduğunu söyledi. Bu konuda ne düşündüğü sorulan Sayın Başbakanımız ise “Ben farklı düşünüyorum ve katılmıyorum, Cumhur her yere girebilmeli!” dedi. Yazarlar bu cevap üzerine sayfalarca yorum yaptılar. Ben bu yorumları sadece ayıpladım! İçeriğinde istediği kadar doğrular da olsa, bu cevap üzerine sayfalar dolusu yorum yapmaları, haddinden fazla “net” olan bir ifadeyi bulanıklaştırıyor. Oysa Sayın Başbakanın cevabı “net oğlu net” idi ve kanımca 2 günde gündemden düşürülemeyecek kadar önemli ve vahim idi! Ama muhalefet ve Kemalistler bu fırsatı da ellerinin tersiyle gündemden attılar. Sanki, en sıradan insanın dahi anlamakta sıkıntı çekmeyeceği bir olayı işleyecek bir konu haline getirmeyi entellektüel seviyelerine yakıştıramadılar!?

Şimdi diyeceksiniz ki, kent planlamasından buralara nasıl geldik? Şöyle:

Zamanın Bergama, Afrodisyas, Atina, Priene, Efes vd harika kentleşmelerinin ortamından yetişmiş ve bazılarına göre kent plancılığının ilk kuramcısı sayılan Vitruvius, kent için “insan toplumunun en büyük yaratısı” diyordu. Bu tepeden tırnağa doğru bir tanımlama idi ve her kent gerçekten ait olduğu devletin ve halkın seviyesini en iyi yansıtan varlık idi.

Bugünün kentleri, bütün karmaşıklıklarına rağmen aynı tanıtım işlevini, gene de yapabiliyor. 7-8 yıl önce, sanırım Dünya Şehircilik Günü’ne sunulan bir tezde Avrupa ve Türk kentleri için şöyle bir karşılaştırma var idi. (Sanıyorum İstanbul ve Ankara için idi.)

  AB   Türkiye
 Kişi başına düşen yeşil alan (mevcut) 15-50 m²  1,5-2,2m²
 (hedeflenen)  50m²   7 m²
 Kişi başına düşen yaya bölgesi (mevcut)  3-15m²    0,3-0,5m²
 (hedeflenen)  15 m²  1m²

 

Notlarımda taşıdığım bu değerleri tahkik etmedim. Ancak %100 hatalı olsalar dahi, kentsel gelişmişliğimizin nitelik ölçütleri açısından çok ümit kırıcı bir durumda olduğu anlaşılabilir. Kaldı ki, buna ulaşım ve toplu taşın ile sağlık, eğitim, spor vb. ekipman değerler ve mekansal kalite açısından baktığımızda, durum kelimenin tam anlamıyla vahim boyutlara ulaşır. Bir yandan kentlerimizdeki bu durumu daha da vahim noktalara taşıyan kentleşme ve planlama politikamız sürerken, diğer yandan bölgenin nasıl bir süper devleti olmağa soyunuyoruz, anlaşılır gibi değil!…

Uluslararası kapitalist politikaların ince ayarları sayesinde İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olma yalanına hala inanabiliyor musunuz? Böyle bir kültür başkenti, Unesco Dünya Mirası Listesi’nden nasıl olur da atılma noktasına gelir? Yalan da olsa, bize kültür başkenti olma payesini kazandıran, yaklaşık 3 km eninde ve 45 km. boyundaki sit alanları mekânının doğal ve tarihi değerleridir. Yani o “beğenmediğimiz Koruma Kurulları” sayesinde politikacılardan ve sermayeden korunmuş alanlar… Hala Avrupa’nın pek çok kentinden büyük ve hala çok güzel olan bu sit alanları toplam İstanbul kent mekânının ancak %15’i kadar! Gerisine de kent demek doğru mu bilmiyorum. Geri kalanı, bir süre kaçak ya da kötü planlama ile oluşan bir “yığıntı” idi; şimdilerde TOKİ yığıntılığına dönüşüyor.

Bir kıyı kenti olan İstanbul’un tüm kıyıları trafik arterleriyle kuşatılmış durumda. Buna isyan eden birilerini duydunuz mu?

Kıyı kültürsüzü, doğa kültürsüzü kentliler yetiştiren ülke eğitim mekanizması, sonunda otomobil görgüsüzlüğünü toplumun “kutsal bir talebi” haline getirecek idi. Bunu da iyi becerdi! Viyadüklere, yonca yapraklarına “ulaşım sorununu çözecek sihirli unsurlarmış” gibi bakan Ankara Belediyesi 15 yıldır Metro’ya 1 cm yeni hat ekleyemez ve Ankara’nın bulvar kültürünü yok ederken, seçim başarılarını tam gaz sürdürüyor. Üstelik bu başarıda ana faktör, halkın otomobili olmayan yani, viyadükleri en az kullanıp, metro’ya en çok ihtiyacı olan kesimi. Yani halkın “kentsel yağmadan pay alma” duyguları nasıl kışkırtılıyorsa, özel araç sahibi olma duygusu da aynı doğrultuda kışkırtılıyor. Bu amaçla uygulamalardan birisi halkın kutsal barınma hakkı, diğeri ise halkın “çağdaş konfor ve zenginlikten pay alma hakkı(!) üzerine güzellemeler üreten bir politika türü..

(Ama muhalefetin ürettiği bir karşı politika halen yok!)

Sanıyorum şunu doğru tespit etmeliyiz: Tarihin en hızlı göçleriyle büyütüp şişmanlattığımız kentlerimizin, Vitruvius’un, “insan toplumununun en büyük yaratısı” deyip de ona toplumun en büyük üniversitesi sıfatını verdiği kent tanımı ile ilgisi yok. Bizim yarattığımız bu kentli popülasyona kültürel antropoloji’de ne tanım biçilir, bilmiyorum.

Ben bu yarattığımıza kibarca “kentsel kaos” diyorum. Yarattığımız diyorum, çünkü bu ucubeler, planlı olarak oluşuyorlar. Bu nedenle işin en kolayı, “plancıya saldırarak ter atmak”! Tıpkı köpeklerin dönen araba tekerleklerine havlamaları gibi!. Amaç ve hedeflerden önce araçlara saldırıyoruz. Belki de, amaçsızlık, hedefsizlik vizyonsuzluk ve hatta hayalsizlikten kaynaklanan bir durum bu!

Yaklaşık 10 yıl önce, imar hukukumuza, İzmit depremi nedeniyle dahil edilmek istenen bir “dönüşüm” kavramı vardı. Bu kavram gündeme geldiğinde, Türk şehirciliğinin buna çok ihtiyacı olduğuna inandığımı, ancak bu kavrama yaslı olarak üretilecek “müdahale biçiminin”, hangi kentsel sorunları hedef alması gerektiğinin iyi tartışılması ve doğru hedeflere yönelik bir yasal alt yapı oluşturulmasının doğru olacağını söylüyor idim.

Gerçekten de on yıl önce de, bu gün de kentlerimizin çoğu imar planı uygulamalarıyla kristalize olmuş, hasta ve çirkin dokularıyla alarm veriyorlardı. Ve kanımca , bir dönüşüm müdahalesi kaçınılmaz idi.

Kuşkusuz bu müdahale kent planının bütününden soyut olarak uygulanamaz idi. Ayni Barcelona, Berlin, Paris’te olduğu gibi… Ancak, amacın gecekondu alanlarını yenileyerek yoğun konut alanlarına dönüştürmek ve rant yağmacılığı oluşturmak olduğunu ileri sürenler (ki haklı idiler) aracın kendisine saldırdılar. Dönüşüm kavramı yağma plancılığı ile özdeşleşti. Oysa, planlamanın neredeyse tümünü kontrol eden ve plan değil, pilav istiyoruz.” politikalarıyla halkı yoğuran anlayışın kendisiyle savaşmak doğru olurdu.

Yani amaç ve hedefler yerine araçları tartışmamak gerekirdi.

Bugün de, bütüncül, dinamik bilimsel içerikli ve bilimsel özerkliği büyük ölçüde korunmuş bir planlama organizasyonuna ne ölçüde ihtiyacımız varsa, bu organizasyonun bir parçası olarak işlev görecek “hızlı dönüşüm organizasyonlarına” aynı ölçüde ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

Ancak belki de benim kuşkularım bir yaşlılık paranoyası olabilir. Gerçekten Sayın büyüklerimizin (!) dediği gibi ileri demokrasiye geçtik te, her şey kendiliğinden halloluyor, biz mi farkında mı olmuyoruz? Çünkü bir rahatlık ve sessizliktir gidiyor!

Geçenlerde Mine Kırıkkanat, makalesinin köşesine Nietzsche’nin çok etkileyici bir özdeyişini iliştirmiş idi. Kanımca Nietzsche’nin sözcükleri, insan ya da insanlık için bir kutsal hedef ifade ediyordu: “Niçini olan biri bütün nasıllara göğüs gerebilir” diyordu.

Belki de Türk aydını ve entelinin hiç ses çıkarmadan “göğsünü gere gere” dolaşmasının bizim anlayamadığımız bir nedeni vardır? Belki de onlar “hiç çaktırmadan” (belki de Mevlana kanalıyla !?) Nietzsche’nin “niçinine” ulaşmış olabilirler de, bizler değişen Türkiye ve ileri demokrasi ortamının dışında kalmaktan dolayı, farkında olamıyoruz dur.

Etiketler

Bir yanıt yazın