Merkez Türkiye Projesi’ne Naçizane Bölgeci Bakış

Son 30 yıldır gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hikâyelerinin toplumlarına razı gördüğü bedel, Türkiye’nin de parçası olup bir türlü yakalayamadığı için öykünmesi gereken büyüme hikâyeleri midir?

Seçim dönemi vesilesiyle partilerin seçim vaatleri bir bir sıralanırken, asgari ücret, iş güvenliği, gelir adaletsizliği ve bölgesel eşitsizlikler gibi konuların gündeme sunulması, her ne kadar partilerin ülkenin yakıcı sorunlarına daha çok eğilmeye başladıklarını gösterse de içeriklerinin ne kadar derinlemesine düşünüldüğü tartışmalıdır. Bu dönemde özellikle şehir ve bölge plancılarının dikkatlerini çeken bir proje ya da seçim vaadi de CHP tarafından kamuoyuna sunuldu: Merkez Türkiye Projesi. Projeyi bölge plancısı gözüyle incelediğimizde, kamuoyuyla paylaşılan kadarıyla ufak detaylar dışında şimdiye kadar eleştirdiğimiz neo-liberal kalkınma politikalardan pek de ayrışmadığını düşünüyoruz.

Bu projeyi (seçim vaadini) tartışmadan önce sanıyoruz ki, kalkınma kavramının bizler için ne anlama geldiğini tartışmalıyız. Kalkınma kavramı, bölge kavramı gibi, dönemlere göre farklı kapsamlarda ele alınmıştır. Kalkınma en basit haliyle, bir toplumun refahının o toplum bütününde ve karşılaştırmalı olarak gelişmiş addedilenlerin standartlarına yaklaştırılması olarak tarif edilebilir. Bununla birlikte ne yazık ki kalkınma kavramı son dönemde ekonomik büyüme ya da ekonomik kalkınma ile karıştırılmakta ya da eş tutulmaktadır. Bu durum Merkez Türkiye projesindeki söylemlerde de bir kez daha karşımıza çıkıyor.

Söz konusu proje “Yüzyılın Projesi” olarak tanımlanırken ve tanıtım videosunda “kalkınma” kelimesi çokça kullanılırken ne yazık ki lanse edilen kalkınmanın, ekonomik büyüme odaklı olduğunu görüyoruz. Proje Güney Amerika, Kunming-Singapur ve İpekyolu Ekonomik Kuşak gibi küresel projelerle eş tutulurken, belirli aralıklarla projenin yalnızca ekonomik kalkınma değil, bir barış, demokrasi ve kültür projesi olduğu vurgusu, altı doldurulmadan aralara sıkıştırılıyor. Bu da ne yazık ki bizlere “yol medeniyet getirir” gibi yüzeysel söylemlerden başka bir anlam ifade etmiyor.

Projeye öncelikle, kulağa en çok çalınan ekonomi mevzusu ile başlamak istiyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu projeyi tanıtırken, gelişen ve yükselen ekonomilerin küresel piyasadaki paylarını detaylı bir biçimde açıkladı. Bununla birlikte bu ekonomilerin mevcut durumlarına ne tür süreçlerden geçerek geldiklerini ve bu ülkelerin dinamiklerini ne kadar göz önünde bulundurduğu belirsizdir. Bu ülkelerdeki gelir adaletsizliklerinden bihaber olarak Türkiye’yi bu kıyasa sokmak kalkınmanın olumsuz bazı toplumsal ve çevresel maliyetleri olabileceği ön kabulü ile hareket edildiğini ya da edilebileceğini hissettirmekte.

Projede sıkça “orta gelir tuzağı” cümlesi kullanılırken %6 olarak belirlenen ekonomik büyüme hızı, Gini endeksinden, dolayısıyla eşitsizlik düzeyinden bağımsız olarak değerlendiriliyor ve akıllarda “orta gelir tuzağından” toplumun hangi kesimlerinin çıkacağı sorusunu cevapsız bırakıyor. Bununla birlikte başka bir seçim vaadi olan asgari ücretin 1.500 lira olması ile projede belirtilen yıllık ortalama gelirin 30-35 bin dolar olması durumu, gelir dağılımı adaletsizliğinin muhtemel devamlılığına ilişkin sinyaller vermekte.

Yüzyıl öncesine göre bölgeler arası eşitsizliklerin daha çok arttığı, bilişim ve bilgi çağının dünyanın 200 yıldır avantajlı ülkelerinin ve yine içlerinde belirli bölgelerinde yaşandığı Yeni Dünya ekonomisinin övülmesi, ne yazık ki, küresel adaletsizliklere bölgesel düzeyde ortak olma girişiminden başka bir anlam ifade etmemektedir. Son 30 yıldır gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hikâyelerinin toplumlarına razı gördüğü bedel, Türkiye’nin de parçası olup bir türlü yakalayamadığı için öykünmesi gereken büyüme hikâyeleri midir?

Kılıçdaroğlu, projeyi överken işsizlik konusuna sıkça vurgu yapıyor. Yaratılacak 2.200.000 kişilik istihdamda Türkiye’nin acı gerçeklerinden taşeron ve iş güvenliği detaylarına yer verilmezken, anlayamadığımız bir şekilde genç nüfusa bu bölgede iş imkanı yaratılacağı bir alt metin olarak karşımıza çıkmakta. Genç nüfusun üretkenliğinden faydalanmak bu bağlamda doğdukları yerlerden mevcutta gelişmiş merkezlere göç etmek zorunda bırakmamak ise bu yeni büyümesi planlanan şehre göç etmeleri önceki trajedik göç hikâyelerinden farklı ne önerecektir? Bununla birlikte son 4 dönemin, işsizliği hafifletmek ve ekonomik büyüme için temel aracı olan inşaat sektörünü kullanma stratejisinin bu imar hamlesiyle de aynı şekilde devam edeceği hissediliyor.

Proje yeni organize sanayi bölgelerinin, serbest bölgelerin, teknoparkların ve ar-ge merkezlerinin kurulmasından bahsederken “orta gelir tuzağı”na benzer şekilde “orta teknoloji tuzağı” söylemi sık sık karşımıza çıkıyor. Bu söylem bizde mevcut OSB, serbest bölge, teknoparklar ve ar-ge merkezlerinin “orta teknoloji tuzağı” olduğu izlenimi yaratıyor. 3. Kalkınma planı ile hayatımıza giren ve 90’lı yıllarda 5. Kalkınma planı ile hız kazanan OSB ve serbest bölge politikalarının, bizce hiçbir yeni tarafı olmadığını belirtmek isteriz. Projede çeşitli sektörlerden bahsedilirken de, yeni OSB, serbest bölge ve teknoparkların mevcut olanlardan (doluluk oranları tartışılmaksızın) neden farklı olacağı konusu yine yanıtsız bırakıldı.

Tanıtım filmini izleyenlerin, eminiz ki, yeni karayolu ve havayolu bağlantılarını, küresel sisteme entegre lojistik merkezi bu soruya yanıtmış gibi algılaması muhtemeldir. Tam da burada, AKP’nin duble yol yapma politikasına eşdeğer bir politika yaratma çabası dikkatimizi çekiyor. Zira CHP’nin 3. Havalimanı, 3. Köprü ve iki yeni şehir kümesi hakkındaki devam politikası akılda tutulmalıdır. 3. Köprü projesinin Frankfurt havalimanına eşdeğer tutulması ve yalnızca altyapı ve kapasite sayesinde benzer bir niteliğe sahip olacağı öngörüsü ile bahsedilen yeni bölge ya da mega-kentin sırf altyapısı ile küresel ekonomide rol oynayacağı düşüncesi işlerin o kadar kolay ve toplumsal ve çevresel maliyetlerinden bağımsız ilerlemediğini hepimize hatırlatmalıdır.

Projenin ekonomik boyutundan sıyrılıp, demokrasi ve barış söylemlerine değinmek gerekir ise, büyük projelerin yalnızca ekonomik refah sağlayarak coğrafyalara barış getirmesi bizce yalnızca bir umuttan ibarettir. Eğer yanılmıyorsak ekonomik kalkınma ya da refah ile barış arasında dolaylı ya da değil, bir doğru orantı bilimsel olarak kanıtlanmadı, eğer kanıtlandıysa (örneğin Panama Kanalı Latin Amerika’ya, Süveyş Kanalı Ortadoğu’ya uzun vadede bir barış getirdiyse) böyle bir örneği biz de görmek isteriz. Ayrıca kalkınma adı altında yürürlüğe konan projelere karşı ekoloji mücadeleleri ile geçen son 20 senenin ardından, büyük projelerin çevresel ve insani maliyetinden söz edilmezken, farklı ne önerilmektedir? Ekoloji mücadelesinin idealize edilen büyük ölçekli yenilenebilir enerji santrallerine dair bize öğrettiği, enerji politikalarının merkezi olmayan, yerelleşmiş altyapı yöntemleri ile geliştirilmediği sürece karbon salınımı konusunda nihayetinde konvansiyonel enerji yöntemlerinden farklı sonuçlar üretmediğidir.

Projenin hayat bulmasında inisiyatif alacağı belirtilen aktörlerin kompozisyonu da katılımcı sürece dair kapsayıcılığı hakkında fikir vermekte. Zira bahsedilen devlet-özel sektör-sivil toplum kuruluşu (STK) aktörlerinin arasında, STK olarak bahsedilen ekonomik ilişkileri yüksek STK’lar bizce ne kadar STK olarak algılanmaktadır? Bu STK’lar zaten özel sektör aktörleri tarafından oluşturulmuştur ve halktan yana STK’ların ne derece bölge yönetiminde söz hakkına sahip olacağı merak konusudur. Uluslararası aktörleri var olan odaklardan bu merkeze çekmek için sağlanması gereken yatırım avantajları yaşayanlar için şimdiye kadar hep daha çok güvencesiz çalışma koşulları yaratmıştır. Bu bağlamda kamu-özel işbirliğinin de model olarak daha önceki uygulamalardan ne derece farklı olacağını merak etmekteyiz.

Tüm bunlara ek olarak belirtmek isteriz ki, projeyi siyasi yatkınlıklarımızdan bağımsız değerlendirdik. Bölge plancısı olarak ilk aklımıza gelen “Türkiye’nin böyle bir projeye ihtiyacı var mı?” sorusu oldu. Bu aşamada mevcut altyapının ve kapasitenin geliştirilmesi, gelir adaletsizliğinin azaltılması ve yeni bir kutup veya kutuplar yaratılarak bölgesel eşitsizliklerin azaltılmaya çalışılması yerine altyapı ve özel sektör yatırımlarının dengeli dağıtılması ve işgücünün yerelde istihdam edilmesi gibi politikaların, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik belirsizlik göz önüne alındığında daha mantıklı olacağı kanısındayız. Tarihsel olarak kökleşmiş gibi görünen bölgesel eşitsizliklerin çok uzun vadede, zamana yayılmış çabalarla üstesinden gelinebilir. Bu aşamada sıfırdan yeni kutup ya da kutuplar yaratmak diğer bölgelerde öngörülemeyen sosyo-ekonomik sonuçlara yol açabilir ve/veya kendi bağlamında yeni bölgesel eşitsizlikler yaratabilir. Bununla birlikte gelişmişlik düzeyinde İstanbul ve Ankara aksının ağırlık merkezini bu tip projelerin kaydırabileceği fakat böyle bir durumda bu merkezlerin tarihsel avantajlarını kolay kolay teslim etmeyecekleri düşüncesindeyiz. Karadeniz ve Akdeniz Limanlarının iç bölgelerle entegrasyonu da var olan iç bölgelerdeki merkezler üzerinde altyapının kuvvetlendirilmesiyle de sağlanabilir. Bölgesel eşitsizliklerin, mevcut yaşam alanlarımızın adil biçimde ve dayanışma içinde planlanması sayesinde giderilebileceğini düşünüyoruz.

Son olarak klişe haline gelmiş özlü sözümüzü hatırlatmak gerekiyor:

“İnsanlar olmadan şehirler nedir ki?”
What is the city but the people?” William Shakespeare, Coriolanus

Not: Bu yazı şehir ve bölge plancısı Semiha Turgut ile şehir ve bölge plancısı, YTÜ Arş.Gör. Caner Doğançayır tarafından yazılmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın