Zorlu Center ve Liberal Ütopya

"Liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik, anti-ütopik bir tavır vardır. Kendisini kötünün iyisi siyaset olarak görür liberalizmin amacı da mümkün olabilecek en az kötü toplumu yaratmaktır." Slavoj Zizek

İstanbul’un en prestijli arazilerinden birine böylesine büyük bir yapının tek bir hamle ile yerleşmesine pek çok kimsesin haklı olarak söyleyecek sözü vardı. Kamu malı, kamusal alan, kent hakkı, imar, silüet, ölçek, büyüklük gibi başlıklar altında pek çok konu tartışıldı. Bu yazıda ise daha çok Zorlu Center’ın konseptinde neyi vaat edip, aslında neye dönüştüğüne, dönüştüğü şeyin neyi temsil ettiğine değinecek, biraz da popüler filozoflardan Slavoj Zizek’in liberalizm ve mimariye dair düşünceleri üzerinden bir okumasını yapmaya çalışacağım.

Konsept kelimesinin etimolojik köklerini Murat Güvenç yaptığı bir sunumda çok güzel anlatmıştı. Kelimenin kökleri Latince’de 14. yy’a “consipere” yani “yakalamak”, “kavramak” ve “zihinde tutmak” gibi anlamları olan bir kelimeye işaret ediyordu. Aynı zamanda kelimenin köklerinden olan “concieve” spermin yumurtaya “tutunması” çağrıştıracak biçimde hamile kalma anlamında eski kullanımları da vardı. Peki, Zorlu Center projesinin konsepti gerçekten neyi vaat ediyordu? Proje hangi meseleden “yakalanmış” ve yola çıkmıştı?

Meselenin en başından beri “kamusal alan” olduğu ilk eskizlere bakıldığında açık seçik ortada duruyor. Zorlu Center projesinde içine güvenlikle kontrolleri ile girilmeyen, Büyükdere Caddesi aksının içine akacağı bir kamusal alan yaratılması öngörülüyordu. Bu projeksiyon ileride bu caddenin bile yayalaştırılma olasılığını içeriyordu. Kamusal alan vaadi iki temel mimari öğe ile taçlandırılıyor, birincisi “kentsel balkon” ile yayaların yapının kabuğuna da çıkabilmesi amaçlanıyor, ikincisi “meydan” ile Büyükdere aksındaki kamusal alan potansiyelinin yapıya akarak sonlanması hedefleniyordu.


Urban Balcony


Meydan

Öncelikle Zorlu Center’ın en büyük ve altı kalınca çizilmiş hamlesi olan kılıf/kabuğun “kentsel balkona” dönüşmesi meselesinden başlayalım. Projenin başlangıcında var olan, biçimini yer kabuğunun sürekliliğinden alan ve adeta kamusal alanı kutsayan bu yeşil terasın bugün neden kamusal hiçbir kullanımının olmadığını ve yalnızca yer yer kelleşmiş yeşil çatıya dönüştüğünü sormayacağım. Kamunun hiçbir denetim yetkisi kalmayacak biçimde özelleştirilmiş bir arsada yapılan bir projede mimarın böyle bir fikri mülk sahibine kabul ettirmesinin düşük bir ihtimal olduğunu kimse öngörememiş miydi? Bilmiyorum. Belki de bu yüzden ülkemizde Zorlu Center vakasından sonra piyasa güçleri karşısında eşitlik, toplumsal adalet, kent hakkı gibi düşünceleri savunan mimarların elini güçlendirecek bir koz olarak, bu büyüklükte ve değerli arsaların özelleştirme süreçlerinde kamu ortaklığının aranması gerektiği fikri tartışmaya açıldı. Sormak istediğim soru işte tam da bu ütopyanın gerçekleşme ihtimali üzerine.

Gerçekten mülkiyet sahibi böyle bir alanı kamuya açsaydı ne olacaktı? Sözgelimi bu kentsel balkon fikri ister yatırımcının arzusu ile ister kamu-özel ortaklığı ile yaratılsaydı ve Renzo Piano’nun Amsterdam’daki Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin terası benzeri bir güneşlenme terasına dönüşseydi, bu neyin sembolü olacaktı?


Renzo Piano Bilim ve Teknoloji Müzesi


Renzo Piano Bilim ve Teknoloji Müzesi Terası (www.e-nemo.nl)

Gelin bu ütopyanın adını koyalım, liberal ideolojinin kapitalizmin vahşi yüzünü bazen sosyal, bazen de iktisadi politikalar ile bir biçimde kontrol altında tutulabileceğine inandığı, “yumuşak kapitalizm” ütopyası değil mi bu? Zorlu Center ise bu ütopyayı gerçekleştirmek üzere yola çıkmış, yatırımcının izin vermediği kentsel balkonu ile olmasa bile en azından içindeki meydan ile başardığını iddia eden proje olarak ortada durmuyor mu?

Paradokslar zinciri de işte burada başlıyor. Zorlu Center’ın temsil ettiği liberal ideolojiyi daha doğru tanımlamak için Slavoj Zizek’in günümüz liberalizmine getirdiği tanıma bakmakta fayda var.

“Bugün liberalizmin iki zıt kutup arasında salınıp durur, iktisadi liberalizm (serbest piyasa bireyselciliği, devlet müdahalesine karşıtlık, vs) ile siyasi liberalizm (eşitlik, toplumsal dayanışma, hoşgörü savunusu vs). Bir yanda hem piyasa ekonomisini savunan, hem de bu ekonominin getirdiği kültür ve adetleri hararetle reddeden geleneksel sağcı, diğer yanda hem piyasaya karşı duran hem de bu piyasanın doğurduğu ideolojiyi hevesle kabul ettirmeye çalışan çok kültürcü solcu vardır.”

Devam edecek olursak: “Liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik, anti-ütopik bir tavır vardır. Kendisini kötünün iyisi siyaset olarak görür liberalizmin amacı da mümkün olabilecek en az kötü toplumu yaratmaktır.”

Şimdi bir an için durup proje eleştirileri üzerine yapılan savunmayı hatırlayalım, mevcut veriler düşünüldüğünde Zorlu Center projesinde daha iyisinin yapılamayacağı açıklanmıştı. Bu açıklamayı şöyle de okumak mümkündür; Zorlu Center’ın amacı daha büyük ve kötü bir AVM’nin önüne geçmek için kamusal alan mesajıyla mümkün olabilecek en az kötü AVM’yi yaratmaktı.

Zorlu Center gibi kamusal alan meselesini kendine dert edinmiş gibi görünen diğer projelerin ideolojik arka planını yine Zizek’in ünlü Starbucks örneği ne kadar da güzel özetliyor. “Starbucks’a gidersiniz ve orada bir tabela vardır: ‘Bizim kahvelerimiz dünyanın en iyi kahveleridir ve diğerlerinden biraz pahalı olabilir ama siz her kahve aldığınızda Afrika’daki tarım işçilerine 5 Cent bağışta bulunmuş olacaksınız.’ Yani bir başka ifade ile ne kadar fazla tüketirseniz, o kadar hayırsever olursunuz.”

Starbucks örneğini Zorlu Center’a uygularsak:

“Karayolları arsası üzerindeki sizin ve çocuklarınızın kullanım haklarının tamamını, üzerine yapılacak binanın birkaç yıllık kira ve satış geliri kadar bir rakama ebediyete kadar elden çıkarmış ve bir şahsa devretmiş olabilirsiniz ama Zorlu Center projesine her geldiğinizde kamusal alanın keyfini çıkarabilirsiniz, meydanda özgürce dolaşabilir, performans sanatları merkezine gidebilir, yeşil teraslarında güneşlenebilirsiniz. Yatırımcı ayrıca metrobüsü kullanan yoksul kalabalıklar için caddenin altından geçen bir yaya tüneli bile yaptı. Yani ne kadar fazla özelleştirirseniz, o kadar kamusal alana ve hizmete sahip olacaksınız.”

İsterseniz bu örneği Ali Sami Yen, ya da Likör Fabrikası arsalarının özelleştirilmesine de uygulayabilirsiniz. Sanıyorum bu meselenin en ilginç ve paradoksal yanı da, imar usulsüzlükleri ile insanlık dışı çalışma koşulları, iş cinayetleri ile gündeme gelen bazı projelerin yatırımcılarının kamusal alana katkılarından dolayı aynı zamanda en hayırsever insanlar olarak anılması.

Kamusal alanların giderek daha fazla neo-liberal politikaların saldırısı altında kaldığı bu dönemde, kentlerin genişleyen alanlarında ise yeni kamusal alanların özel şirketlerin kontrolünde yaratılması Zizek’in sık kullandığı ifade ile “uygun bir görünüş” yaratma çabası değil midir? Pek çok projede görmeye alıştığımız bu güvenli “sivil olağanlık” yanılsamaları tam da bu noktada sistemin esas problemlerini perdeleyecek maskeler olarak işlev görmüyor mu?

Bu ideolojik arka plandan bakarak şimdi de Zorlu Center’ın ikinci önemli hamlesi olan “meydan”ın mimari niteliklerini anlamaya çalışalım. Tepenize dikilmiş güneşi dahi görmenize mani olacak büyüklükte kuleleri, çevrenizin mağazalar ile kuşatılmasını, altınızdaki yükseltilmiş döşemenin tekinsizliğini ve üzerine basılması tabi ki yasak olan yeşil alanları bir yana bırakacak olursak; bu meydanı distopya filmlerinden çıkmış sahnelere dönüştüren şey projenin başından itibaren iyi bir şey olarak savunulan detektör kontrolünün olmaması değil midir? Detektör kontrolü ile girdiğiniz AVM’lerde en azından süzgeçten geçirildiğinizi ve sınırlı bir gözetim altında tutulduğunuzu bilirsiniz oysa daha vahimi herkesin durumdan haberdar olduğu halde bilmiyor gibi yaparak şu “uygun görünüşün” yaratılması değil midir? Ağaç dalları arasına ve zemine gizlenen güvenlik sistemleri ve özel güvenlik elemanları; ki bunları özel polis olarak da adlandırabiliriz; bu distopya atmosferinin tamamlayıcısı olarak karşımızda duruyorlar.

Zorlu Center’ın meydanın temsil ettiği ideolojiyi daha iyi anlamak için kent ve mimari ilişkisine de bakmak gerekiyor. Geleneksel mimari de dış ve içi birbirinden ayıran temel bir dış cidar/kabuk öğesinden bahsedilebilir. Günümüzde post-modern binaların içlerinde yaratılan özelleştirilmiş kamusal alanların temel niteliklerinden birisi olan bir kabuk/cephe vasıtası ile yapının içinde filtrelenmiş bir kamusallığın yaratılması meselesinin Zorlu Center projesinde ustalıkla başarıldığını görüyoruz. Şehir zemini ile süreklilik içinde yükselen kabuk kendi içinde bir dış mekan yaratarak geleneksel mimarinin şehir-bina, dış-iç diyalektik geriliminin yaşanmadan sönümlenmesini ve sersemletici akışkan geometrisi ile geleneksel sınırların bulanıklaşmasına neden oluyor. Sokakta yürürken bu akışkan geometri tarafından çekiliyor, sonunu en başından göremediğiniz ama az sonra kendinizi yüksek katlı rezidanslar ve mağazalar ile kuşatılmış olarak bulduğunuz, neredeyse çıkmaz sokak kadar dış dünyadan yalıtılmışlık hissi yaratan bir alana düştüğünüzü fark ediyorsunuz.

Bir yanda piyasanın vahşi gerçekliği içinde işleyen bir AVM yapma fikri, öte yanda bu sistemi eleştiren eşitlikçi, farklı katmanları bir araya getirmeye çalışan meydan yapma fikrinin uzlaşmaz ve çelişik durumu Zorlu Center meydanında cisimleşmiştir. Çelişkiyi daha da somutlaştırmak gerekirse; geleneksel olarak meydanları sokaklardan ayıran şey en temelde hareket etmeyi değil de durmayı teşvik etmesi, AVM planlarındaki en temel kural ise karın maksime edilmesi ve müşterilerin sürekli mağazaları dolaşarak alışveriş yapması için hareketin teşvik edilmesidir. Liberal ideolojinin bu zıtlığa getirdiği çözüm yine anti-ütopik ve “kötünün iyisi” tavırdır. Bir yandan sokak ölçeğinden meydan ölçeğine evrilen genişçe bir açık alan yaratılır ki eşitlikçi bir kamusal alan temsiliyeti sağlansın, öte yandan akışkan geometri sayesinde meydan parçalanır ve parçalı peyzaj içinde müşterilerin durmaksızın hareketi sağlanır ki AVM’nin piyasa ilkeleri ile uzlaşılsın.


Yeşil Teras

Meydanın bu ideolojik okumasının yanında meydanların ya da sokakların kamusallığına ilişkin turnusol etkisi yapan iki kritere de değinmeden konuyu kapatmamak gerekiyor sanıyorum. Birincisi, kamusal alanlar birden çok aktivite için kullanılabilirler; ikincisi kamusal alanlara dilenciler girebilirler. Zorlu Center’ın hem mimari hem mülkiyet yapısının her iki kriterin de gerçekleşmesine mani olduğu çok açıktır.

Sonuç olarak mimarinin sınıf farklılıklarını yok etmeyi sağlayacak bir hedefi ya da gücü olmayabilir ancak her mimari kararın toplumsal antagonizmalar, gerilimler ile bir biçimde ilişki kuruduğunu ve bunlar düşünülmeden proje yapılamayacağını ifade etmek gerekiyor. Bazen iyi amaçlar uğruna alınan kararların bakış açınızı değiştirdiğinizde tam aksine hizmet ettiğini görmeniz olasıdır.

Yazıyı yine Zizek’in bu konuda mimarın sorumluluğuna dair güzel bir sözü ile bitirelim.

Yabancılaşma ve metalaşmanın kol gezdiği bir toplumda yaşıyorsak eğer, mimarın yapması gereken şey nedir? Bizi huzursuz ederek şaşkına çevirip dehşete düşürerek yabancılaşmanın farkına varmamızı mı sağlamalı, yoksa hakikati yok eden güzel bir hayat yanılsaması mı sağlamalıdır?

Zorlu Center projesinin çelişkili durumu ve temel sorunu da işte yukarıdaki cümlede özetlenen iki tavırdan herhangi birine tam olarak sahip olamamasında ve ılımlı bir orta yol sunmaya çalışmasında yatıyor. Bir başka deyişle Zorlu Center ne bizi dehşete düşürecek bir Cevahir AVM olabiliyor ki çirkinliğine ve böyle bir haksızlığa isyan edebilelim, ne de güzel bir hayat yanılsaması sunacak Kanyon veya İstinye Park olabiliyor ki içinde sersemleyip kendimizden geçelim.

Etiketler

Bir yanıt yazın