Mehter Marşı eşliğinde bir gayrimenkul yatırımını tanıtmak müthiş ve yenilikçi bir PR stratejisi olmalı.
Geçmişten Günümüze Piyalepaşa. Serginin adı buymuş. Bize bu sergiyi bahşeden Piyalepaşa’da büyük bir gayrimenkul projesi gerçekleştiren Polat İnşaat’mış. Daaaa dat da dat! Daaaa dat da dat!
Sabah akşam Mehter Marşı ile gümbürdeyen reklamları izliyoruz. Sergi bahane. Mehter Marşı eşliğinde bir gayrimenkul yatırımını tanıtmak müthiş ve yenilikçi bir PR stratejisi olmalı.
Televizyonlarda, radyolarda, billboard’larda, belediye mekanlarında, semt konaklarında “Tüm halkımız davetlidir” deniyor. “Aman fırsatı kaçırmayalım” dedik, gittik.
Zannedersiniz ki giriş bedava. Bu nasıl bir davet? Giriş için kişi başına 15 TL alınıyor, ısrarla müzeyi gezmeyeceğimizi belirtmemize rağmen.
Bileti aldıktan sonra öğreniyoruz; meğerse otobüslerle gelmemiz gerekiyormuş, davetli olarak sergiyi gezebilmemiz için. Ne de olsa artık kamu hizmetleri paralı. Davetli olmamız için anlaşılan reklamlardaki bilgiye göre hareket etmemiz değil, başka bir ilişkimizin bulmamız gerekiyor.
Kapıda “Peki Beyoğlu ve Piyalepaşa halkı bu sergiye nasıl geliyor. 15 TL ödeyebiliyorlar mı?” diye sorduğumuzda, görevliler “onları belediye otobüslerle getiriyor bedava” diye karşılık veriyor. Yani bizim gibi reklamları izleyip gelenler parayla, toplu olarak getirilen halkımız (kamunun bir lütfu olarak) bedava giriyor.
Bu da bir parça siyasetin nasıl bir ilişki kanalı üzerinden çalıştığını gösteriyor: Hizmetlere (Yaz Kampı, Sosyal Market, ayni yardımlar, iş bulma, sorun çözme…) yalnızca devlet/belediye üzerinden bir erişim sağlanabiliyor ve bu da halka bir “hizmet” olarak sunuluyor. Sade vatandaş, bireysel veya kendi örgütlenmesiyle gidemiyor (mekana bedava giremiyor en azından). Hangi konu olursa olsun, katılım için bir organizasyona dahil olması, hizmetin sanki bir lütuf gibi sunulması gerekiyor. Bir gayrimenkul şirketinin sponsorluğu olarak sunuluyor, halka yönelik bu hizmetler!
Sergi bütçesini onlarca kere aşan reklamlarda bunu belirtmeyi unutmuşlar. Oysa şöyle uyarmaları gerekirdi: “Reklamlara bakıp da kendi başınıza gitmeye kalkışmayın! Şirketle aranızda biz varız.”
Şirketin reklam olsun diye yaptığı sergiyi gezmeye sanki çok meraklıydık diyeceğiz ama bir kere gitmiş bulunduk. Zaten gezdikten sonra şunu da söylemek gerektiğini anladık: “Gitmek için boş yere yol parası harcamaya değmez!” Çünkü sergi mekanı denen yere girdiğinizde fena halde bir aldatılmışlık duygusuna kapılıyorsunuz.
Yol için harcadığınız zamana mı, taksiye verdiğiniz paraya mı, kapıda kesilen 15 TL’ye mi, enayi yerine konmaya mı, hangisine acırsınız?
İçeri girdikten sonra mekanın müzeden tamamen ayrılmış olduğunu, yolun karşı tarafındaki bahçenin içindeki bir sundurmanın altında olduğunu fark ediyorsunuz. Yani mekanın müzeyle bir alakası yok. Peki, neden durup dururken zorla müze bileti aldırıyorlar bizim gibi reklamları görüp gelen “davetli” insanlara?
Sergiye gelince… Buradaki sorun da şu: Pardon, girdikten sonra gördüğümüz şeye hala “sergi” mi dememiz gerekiyor?
Bu noktada reklamlarda neden ona mehter takımının eşlik ettiğini anlıyorsunuz. Resimler, fotoğraflar ve birtakım yazılar… “Semtin tarihi?” derseniz herhalde bu değil. Ne geçmişteki sosyal yapı, ne askeri teşkilatlanma, ne gemi inşa teknikleri, ne semtin topografik tarihi… Ne Piyalepaşa’nın kökeni, ne caminin, semtin mimarisi… Eğer bu görüntülerde ne eksik kalmış diyeceksek, o zaman olsa olsa mehter takımı dememiz gerekecek. Akdeniz’de ticaret gemilerini yağmalayan korsanların aslında gönüllü olduklarına dair önemli bir ayrıntıyı izleyiciler bu sergi adı verilen yerde öğreniyorlar.
Ama sergi başlığı iddialı: “Geçmişteeen günümüüüüze…”
Daaaa dat da dat! Daaaa dat da dat!
İstanbul’da genel olarak şöyle bir durum var; geçmişle gelecek arasında bir bağ kuruluyor (burayı tekrar yaşatacağız, eski sahanına erişecek, burada hep camiiler vardı, Osmanlı’nı baş tacıydı vs. tarzı söylemlerle) o arada “günümüz” hesap dışı kalıyor. Yani yıllarca iğrenç bir halde yaşadık, İstanbul köylüleşti, gecekondulaştı, terör filan ama şimdi geçmişteki şanlı dünya şehri statümüze geri dönüyoruz, bunun yolu da şu anda bu mahallelerde yaşayan insanların o mekanları nasıl değiştirdiğini (mesela bahsettiğiniz 90’ların sonundaki direniş örneği) görmezden gelmekten (ya da bastırmakla) geçiyor. Aynı mantık Türkiye’nin her yerinde hakim zaten.
“Hani nerde ‘günümüüüz’?” derseniz merak edip, orada hiçbir şey yok. Özellikle mesafe konmuş sanki günümüzle. Semt bir anda göçlerle bozulmuş, uzakta kalmış. Onu yeniden canlandırmak için mutlaka hamiyetli siyasetçilere ve hamiyetperver inşaat şirketlerine ihtiyaç var. Gayrimenkul şirketlerinin gerçekleştirdikleri projeleri satmak için geliştirdikleri tipik bir konsept: Şehrin bugününden yani insanlarından, çalışanlarından, kültüründen, doğasından memnun değiliz, onu yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Evet, 90’lı yılların sonuna doğru Piyalepaşa’ya açgözlü siyasetçiler iş merkezleri, AVM’ler yapmak için bir plan hazırlanmıştı. O muhteşem caminin yanına kadar sokulmuşlardı, otoyollarla, gökdelenlerle. Neyse ki durumu fark eden halk reddetmişti, belediyenin önüne yığılarak. Bir tek o zaman geçici olarak parti binası olarak kullanılan gökdelen yapılabilmişti.
Reklamcıları, PR’cıları ve mehter takımlarıyla geliyorlar bu defa gümbür gümbür.
“Sponsor”u bir gayrimenkul yatırım şirketi, Polat İnşaat. Semti imara açan şirket.
Daha ne bekliyordunuz, diyeceksiniz. Haklısınız.
Daaaa dat da dat! Daaaa dat da dat!
*İlk görsel http://bi-ozet.com/2016/02/22/gecmisten-gunumuze-piyalepasa-sergisi-acildi/ adresinden alınmıştır.