Soyut Sensin, Figüratif Babandır

Üniversite hocaları arasındaki yegane tartışma konusunun yandaş olup olmamak olduğu, kamusal alanda yer alan bir heykelin tahrip edilmesi için kadına benzemesinin yeterli olduğu bir ülke haline nasıl geldik?

9 Şubat 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, tam sayfa yer alan bir haberin başlığı: “Soyut sensin, figüratif babandır”.

Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü hocaları, o yıllarda büyük bir kavgaya tutuşmuşlar, hatta bu kavga o kadar büyümüş ki, hocalar okulda soyut eğilimliler ve figüratif eğilimliler olmak üzere iki gruba ayrılmışlar. Aralarında Devrim Erbil, Neşe Erdok, Özdemir Altan gibi isimlerin de olduğu hocaların kavgasına daha sonra, dekan, rektör ve öğrenciler de dahil olmuş.

Soyut eğilimliler ve figüratif eğilimliler (gelenekçiler), birbirlerini sanatı anlamamakla suçluyorlarmış. Karşıt gruplardaki hocalar önceleri birbirlerine basılı yayın aracılığı ile laf atarken, sonrasında birbirlerine gördükleri yerde laf atar olmuşlar. İşte “Soyut sensin, figüratif babandır” cümlesi de, bu atışmalar sırasında, sinirlenen hocalardan biri tarafından söylenmiş.

İşin tartışmanın bu kadar entelektüel olmasından daha ilginç ve özlem duyulan tarafı ise, böylesine naif bir ortamda yaşanan tartışmanın, dönemin tirajı oldukça yüksek gazetelerinden birinde (ana akım medya) tam sayfa yer buluyor olması.

Cumhuriyet Gazetesi, 9 Şubat 1991

Peki, aradan geçen 24 yılda, tam sayfa sanat haberlerinin yapıldığı bir ülkeden, nasıl böyle bir ülkeye dönüşebildik? Gazetelerde alakasız sayfalarda, birkaç satır dışında sanat haberine rastlanılmayan, başbakanının -konuya hiç hakim olmadığı her halinden belli olduğu halde- önemli bir sanatçının eserine ucube dediği, ayda bir Tophane’de sanat galerisi basılan, üniversite hocaları arasındaki yegane tartışma konusunun yandaş olup olmamak olduğu, mayo reklamlarının sansüre uğradığı, kamusal alanda yer alan bir heykelin tahrip edilmesi için kadına benzemesinin yeterli olduğu bir ülke haline nasıl geldik?

Sorunun cevabı belki çok basit ve kısa, belki de sayfalarca yazı yazacak kadar zor ve uzun. Ama bu yozlaşmanın devlet eliyle olduğu kesin. Aslında ülkemizin devlet tarafından yozlaştırılma sürecinin başlangıcındaki ilk somut adımlar, Cumhuriyet Gazetesi’nde hala tam sayfa sanat haberlerinin yer aldığı yılların da öncesinde atılıyor. Cumhuriyet’in 50. yılı şerefine yapılan heykellerden biri olan Gürdal Duyar imzalı “Güzel İstanbul” heykelinin sürgün edilmesi bu atılan adımlardan en tanıdık olanı. İstanbul’un, geriye doğru uzanmış bir kadın olarak tasvir edildiği bu heykel, ilk olarak Karaköy’e yerleştirilmiş. Bazı sapkın kişiler tarafından bölgedeki genelevle ilişkilendirilen eser, dönemin koalisyon ortaklarından MSP’nin de büyük tepkisiyle karşılaşmış. MSP’li Necmettin Erbakan’ın öğrencilerinden, dönemin İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, heykeli son derece müstehcen bulmuş ve “bir toplumun ahlaki değerlerini hiçe sayarak o toplum idare edilmez” sözleriyle eleştirmiş. Sonuç olarak, heykel bir gece ansızın (vinçle sökülerek) ortadan kaybolmuş. Bu olay, birbirinden oldukça uzak partilerin koalisyon yapıp yapamayacağının tartışıldığı şu günlerde, sıkça örnek gösterilen CHP-MSP koalisyonunun dağılmasının da sebeplerinden biri olarak gösterilmekte. Duyar’ın heykeli daha sonra Yıldız Parkı’nda bulunmuş, hala da orda ve hem yıllara, hem de vandallara karşı direnmekte.

Gürdal Duyar’ın “Güzel İstanbul” isimli eseri, sürgün edildiği Yıldız Parkı’nda.

Takip eden yıllarda, aynı ekolden gelen birçok siyasetçi çeşitli şekillerde sanat eleştirmenliğine soyunmuşlar, bu durumu sıkça, bir siyasi malzeme olarak kullanmışlar. 70’lerde ve 80’lerde bu zihniyet kendisine çok geniş yer bulamamış olsa da, 90’ların ortalarına doğru yeniden canlandı ve AKP iktidarında da zirve yaptı. Bu muhafazakar sanat eleştirmenlerinden en tanıdık olanı da Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. 1994 yılında, müstehcen bulduğu “Periler Ülkesinde” isimli heykeli Altınpark’tan kaldıran, kaldırırken de “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen şahıs.


Mehmet Aksoy’un “Periler Ülkesinde” isimli eseri.

Madem beğenmediğimiz, kendimizce hoş görmediğimiz şeylere tükürmek bu kadar kolay, ben de artık bu zihniyetin içine tükürmek istiyorum. Ama o kadar çoğaldılar ki, tükürüğüm yetmeyecek diye korkuyorum. O yüzden, gelin her fırsatta beraber tükürelim bu zihniyetin içine. Bu sefer en uzağa tüküren değil de, en içeriye, en derine tüküren kazansın. Biz kazanalım artık. Kazanalım ki, heykellerinin tahrip edilmediği, başbakanının, belediye başkanının sanat eleştirmenliğine soyunmadığı, mayo reklamlarının sansüre uğramadığı ülkemizin gazetelerinde, tam sayfa sanat haberleriyle karşılaşalım yeniden…

Etiketler

Bir yanıt yazın