Büyülü Çizgiler Dünyasına Yolculuk: AYASOFYA ve Zamansız Olma Hali

Ayasofya'nın herkesin bir yerinden okuyacağı Borges’in kitabında anlattığı gibi olduğunu, yolları çatallanan bir bahçe olduğunu düşünüyorum...

Gözüm yerlerdeydi. Hala ayaklarımın altını halı gibi kaplayan yere bakıyordum. İçimden bir ses sanki “sır burada” diyordu etrafı saran bütün bu dekorların tam altında, orada olanların altında, hepimizin altında. Yaklaştım daha da yaklaştım. Sihirli bir dünyaya giriyordum. Her taşın bir hikayesi mi olmalıydı. Her taş da bütün bir hikayenin parçaları mıydı. Taşların üzerlerinden atlıyordum önüme çıkmış suyun içinde, orada burada bulduklarımın birinden diğerine atlar gibi. Taşlar taş olmaktan çıkmıştı. Bir filmin parça parça kesilmiş sahneleri gibi uçsuz bucaksız döşeme üzerinde yanyana gelmişti. Bu parçalar yoksa bir kitabın parçaları mıydı. İşte bu defa da bütün bunların aslında planlar, haritalar olduğunu, üzerindekilerin kentlere, mahallelere, yollara dönüştüğünü düşündüm. Bölüntülerle, her bir bölüntünün içindeki çizgiler ile, bu bilmecelerle dolu bir labirentti, içinde olduğumuz mekanın etrafını saran İstanbul kentinin labirentleri gibi… Neler gelmedi ki aklıma… Sırlar dolu gizemli bahçesi ile Borges bile oradaydı… Sanki yanıbaşımda beliriverdi, ünlü kitabı elinde. Nereden girecektik bu bilinmeyen dünyaya, dev bir kahve falına benziyen bu çizgiler dünyasına. Derin bir soluk aldım.

İşte bir köşede paramparça olmuş bir taş. Sanki açık denize açılan bir delta. Kim ilk darbeyi vurmuş, sonrası kimler izlerini bırakmış üzerine. Yoksa başka taşlar mı düşmüş depremli yıllarda. Tek bir çizgi, ona katılanlar birlikte meçhul bir yerlerden kopup geliyor ve açıyor kollarını hikayesine. Ardından finale koşmaya hazır bir orkestranın telaşı başlıyor. Adım adım sesleri yükseliyor çizgilerin bu koşturmalar arasında. Beyaz taşın üzerinde yukarıdan aşağı yayvan bir huni gibi çizgiler açılıyor açılabildikleri yere kadar. Tam ağızda sanki bir ada diğer kırılmışlarla birlikte. Bütün parçalar, bütün çizgiler sanki arkadan gelen güçlü itmenin önüne kattığı omuz omuza bir kalabalık. Önlerini kesen su kenarı gibi bir çizginin kenarında, herşey sakinleşiyor nereye gideceklerini hep birlikte toplanmış bekler gibi. Sağa sola yayılıyor bir deltanın uzak kenarlarında. Önlerindeki sınırın, su kenarının ötesine taşıyor diğer taşın savrulan damarları ve taşın üzerindeki farklı renkleri ile. Renkler renkleri, çizgiler çizgileri buluyor, farklı farklı tonların arasında.

İşte döşemenin ortasında bir başka yerde başka özel bir resim var yukarıdaki deltanın altında. Taşın içinde belli ki sonradan konmuş yamuk parça bir taş ve onun ekseninde kuvvetli bir çizgi, yandaki taşı yatay bir şekilde takip ediyor taşların yatay çizgilerine paralel. Bir damar, bir nehir, etrafı mahallelerle çevrili bir sokak gibi. Yollar oraya açılıyor. Antik bir kenti mi, onun farklı tabakalarından birini mi hatırlatıyor derinlerde. Ya yukarıya doğru biribirleriyle kesişerek akıp giden bölüm… Hepsine uzaktan bakıyorum. Bu rasyonel ve irrasyonelliklerin arasında grid planlı kentler gözümün önüne geliyor bir köşede. antik satranç tahtası tipindeki yerleşmelerin etraflarını saran irrastonel kent duvarların yarattığı konturun kontrast birlikteliğini düşündürüyor. Zıtlıkların kentlerinden tekrar önüme serilen yatay ve düşeyliklerin kontrast izlerine dönüyorum.

Oradan oraya atlıyoruz parçaların arasında. İşte şimdi de yukarı da boydan boya yatay bir çizgi diğerleri ile birleşe birleşe daha bir yatay oluyor. Sanki kentler birleşmiş sınırlarını aşarak. Hafif kayan eksen çizgileri ile her biri yukarıdan aşağıya doğru sarkıyor boşluklar ve doluluklar… Çizgiler, renkler, yataylıklar, siyah zigzag dönüşler bir yolunu bulup takip ediyorlar biribirleri. İşte yukarıda tam üstte ortada iki küçük kırık parçanın etrafında olanlar. Çizgilerin ortadaki boşluğun etrafında saat yönünde dönüşü ve aşağıdakilerle, yandakilerle diyaloğu… Bazen de kırılmış çizgiler bazen de taşın kendi doğal özel dokusu sahne alıyor. Bazılarında ise taşın damarları büyüyor, dev, kuvvetli fırça darbelerine dönüşüyor çizgilerin arasında, mekansallaşıyor, boşaltıyor çizgileri etrafında.

Başka bir taş hafif merkezi kaymış dörtlü, haçvari bir birleşmenin alta doğru çaprazında koyu renkli, siyaha doğru bir lekeye dönüşüyor. Yine koyu renk, ters üçgen olan küçük koyu sarıya, hardala kaçan bir koyuluk da dörtlü birleşmenin arasında yerini buluyor. Sol çapraz altta zigzaglaşmaya hazır bir diagonal koyuluk, kuvvetli bir iz, yukarıdaki izlerle bileşiyor. Bazen köşeler sanki birisinin yumruğunu vurduğu bir yer. Çizgiler her yana farklı yayılıyor. Bir köşe başının ortasındaki sol üstte yer alan bir parçanın kırılan bir yerine yapılan diğer büyük bir dikdörtgen ise çok özel bir ek. Belli ki sonradan konulan bu parça da kurala uyuyor. O da kırılıyor, sınırlarında etkilediği komşuları gibi. Çizgilerin, zamanın yüzyıllar içinde kırılma modasına uyuyor ve her yanında sınırlarını aşan, sınırlarını yok sayan çizgileri ile komşularının çizgileri ile birleşiyor. Düşey ve yatay hatlı taşların birleşme matematiği yüzyılların düzensiz ama belki de çok düzenli, organik, doğal kırılma matematiği ile birleşiyor.

Bu ayaklarımızın altında, kırılmaların yarattığı dev peysajın resminde, orayı yapan mimarları, Miletos’dan fizikçi İsidore’u, Tralles’li matematikçi Anthemius’u, neredeyse bir buçuk milenyuma yakın dimdik ayakta duran bu mekanın kurulma hikayelerini, birkaç defa ağır depremlerden dolayı yıkılan daha yayvan daha bir basık sıvazlayıcı kubbesinin ilk izlerini, depremlerin şiddetinden etrafa düşen taşların gürültülerini, her deprem sonrası uzun yıllar süren tamirleri, eklenen kaburgaları, ağırlık kulelerini, minareleri, orada Sinan’ı, İmparator Jüstisyen’i, görkemli bir kalabalığın ortasında taç giyen bir imparatorun heyecanını, hala kilisedeki ikonaları kıranların çekiç seslerini, zafer naralarını, padişahları, vezirleri, onların yerine geçecek şehzadelerin bu kilisedeki kendinden geçişlerini, burada ibadet edenleri, papazların, hocaların sanki biribirine karışan seslerini, ilahilerini, dualarını, Fatih’in kenti aldığında oraya varışını, kapının kendisine açılışını, atı ile eşikten geçerken duyduğu hissi, gururu, savaşdan kaçan ahalinin bir köşede omuz omuza biribirlerine sokulanların endişeli bekleyişlerini, bu mekanın içine, dışına eklenenleri, etrafındaki irili ufaklı türbeleri, törenleri, üzüntüleri, sevinçleri hissediyoruz. Kısacası anıların üst üste geldiği izlerin döşemesi, yaşlı bir elin, bir yüzün çizgilerine benziyor burası. Bugün artık olmayan insanların ve olayların izlerini, kayıtlarını görürüz bu dev boşlukta, sanki bütün bu insanlar tekrar burada olacaklarmış, bütün bu olanlar aynı bir zaman diliminde burada tekrar yineleneceklermiş gibi…

Bizans deyince akla gelen mozaikleri, duvar resimleri, mekana girerken hissedilen seremonik yönlendirmesi bir yana, bütün bu anıları saklayan dev bir mağara gibi, sanki büyülü mekansal bir derinlik taşıyor olduğumuz yer. Boşluğun adeta boşluğu doldurduğu, derinleştirdiği, boş, bomboş bir mekan… Duvarlar bu mekanın etrafını sanki bütün bu olanları saklıyor. Belki de içindeyken dışının olmadığını düşündüren kaba bir hali var burasının. Tapies’in resimleri atmosferinde, bütün detayları ve mekandaki kuvvetli pastel tadı ile derin bir incelik taşıyan, estetik bir kabalık bu. Yıllara banamısın demeyen renkleri, eski yeni hali ile çok boyutlu bir resmin, çok boyutlu bir mekanın içine girer gibi oluyor insan. Kısacası zamanı olmayan bir mekan içinde, zamanı olmayan bir binanın içinde ve onun zamanı olmayan döşemesi üzerindeyiz burada, dimdik ayakta dururken.

İşte her şey yeniden başlıyor. Ayaklarımın altındakiler buz parçalarının paramparça olması gibi sesler çıkararak kırılıyor, paramparça oluyor. Kırılanlar tekrar bir araya geliyor, tekrar parçalara ayrılıyor. Sonunda çalışma odamın bir köşesinde buluyorum kendimi. Gözlerim ahşap döşemenin neredeyse bütün tabanını kaplayan parça parça büyük resme dönüyor. Kim bilir kaç kere baktığım parçaları, aynen Ayasofya’nın ortasında, köşelerinde izlerini bulduğum parçaları bu defa odamın olduğu kuzeyde bir bilmecenin kelimelerini yan yana getircesine birleştirmeye çalışıyorum. Bir daha, bir daha kimbilir kaç kez yer değiştirdiğim diğer parçalar ile yaptığım gibi.

Bu defa yine Borges aniden yanımızda beliriveriyor. Bir elinde “Yolları Çatallanan Bahçe”si var. Kitabı açıyor ve aynı adı taşıyan makalesinden bir cümle okuyor… “… Bir labirentler labirentiydi düşündüğüm; geçmiş ile geleceği kuşatacak ve bir yolunu bulup yıldızları da içine alarak yılan gibi kıvrıla kıvrıla dünya yüzüne yayılacak labirent…Simgelerden kurulu bir labirent.” başka bir yerden devam ediyor… “…Ts’ui Pen birden bire kitabı yazmaktan vazgeçmiş olmalı. Başka bir keresinde de; bir labirent kurmaktan vazgeçiyorum demiştir. Herkes bunların iki ayrı eser olduğunu sanıyordu; kitap ve labirentin tek ve aynı şey olduğu hiç kimsenin aklına gelmemiş”ti. Borges yazarının ağzından alıntıladığı önemli bir başka satırı onlara ekliyor. “…Yolları çatallanan bahçemi çeşitli geleceklere bırakıyorum.” Son okuduklarıyla her şeyi daha bir berraklaşıyor… Borges’in sesi yavaş yavaş azalıyor ve fısıldar gibi okuduklarını tamamlıyor, duyulmaz oluyor ve usulca gözden kayboluyor. Cümleler hala kulağımızda kapıdan çıkıp bir İstanbul gününde yeniden kalabalığa, konuşmalara karışıyoruz… “… Yolları çatallanan bahçe, Ts’ui Pen’in algıladığı biçimi ile evrenin belki tamam olmayan, ama doğru bir görünümüdür… Atanız bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen baş döndürücü hızla biribirlerine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. Yüzyıllar boyu biribirine yaklaşan, çatallanan, sekteye uğrayan ya da biribirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır.” Daha önce olanlar, şimdi olanlar, yok olup silinip gidenler ve yeniden var olacaklar arasında… Ayasofya’nın herkesin bir yerinden okuyacağı Borges’in kitabında anlattığı gibi olduğunu, Yolları çatallanan bir bahçe olduğunu düşünüyorum…

Parçalar tekrar birleşiyor, tekrar ayrılıyor aynen kuzeyde buz parçalarının kırılmaları, tekrar suyun üzerinde yan yana gelmeleri gibi. Kıyılardan ağır ağır süzülüp gitmeleri, bir sonraki yıl tekrar gelip seremonilerine kaldıkları yerden devam etmeleri gibi… Ayasofya’nın bütün döşemesini kaplayan taşların asırlara yayılan kırılma, parçalara ayrılma, yanyana gelme seremonileri gibi… Kırılmalar, birleşmeler, çizgiler devam ediyor…

* Orijinali “Father Ayasofya” olan bu makale sevgili Hocam Mumammer Onat’ın anısına yazıldı, Arredemento Dergisinin 2012 tarihli 256 sayısında daha geniş versiyonu ile yayınlandı. Bu versiyonu ile Arkitera için tekrar düzenlendi. Yazıyı anlatan imajlardan oluşan duvar resmi ise 24.2.2012 4.3.2012 tarihleri arasında Helsinki’de Fin Güzel Sanatlar Akademisi, Kaikku Galleride, Zaman ve Mekan Bölümündeki öğrenciler ile yaptıkları stüdyoyu yöneten yazar ile diğer hoca Seppo Salminen’in çalışmalarının da olduğu İSTANBUL: STREAM AND BRIDGES isimli sergide yer aldı. Çalışmanın orijinali 4200×3000 cm olarak düşünüldü.

Etiketler

1 Yorum

  • huseyin-yanar says:

    Oguzcum… Aynen oyle… Catlaklik iyidir… Her bakimdan… Yasamin icinden… sevdigine sevindim… Kursuye okula selam, dostlara selam…

    Nevzat Ouz özer Büyülü Çizgiler Dünyas1na Yolculuk: AYASOFYA ve Zamans1z Olma Hali ba_l1kl1 içerie yorum yapt1.

    Hüseyin abi, Daha önce yay1nlanm1_ ama ben ilk defa okuyorum. . “Çatlak” deyip geçmeyeceksin hayatta. Elinize sal1k Ouz Özer

Bir yanıt yazın