İki darbe arası müzik tarihi

Depo'da açılan 'Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu: 1960'larda Müzikli Türkiye' sergisi, memleketin 60'lı yıllardaki dönüşümünü müzik üzerinden nokta atışlarıyla anımsatıyor. Söz, küratör Derya Bengi'de...

Tophane’de Depo’nun önündeyiz. Afişte ‘Uzayda bir elektrik hasıl oldu: 1960’larda müzikli Türkiye ‘ yazmakta. Mekânın iki katına yayılmış bir sergi bizi bekliyor. Konusu gibi sunuşu da retro bir sergi bu. Eski kasap kâğıtları havasında panolar üzerinde 27 Mayıs’tan başlayıp 1971 darbesine uzanan bir süreçte, Türkiye’nin müzik yaşamı her yönüyle karşımızda. Ama dönemin politik olayları, sosyal değişimleri, tiyatrosu ve magazin haberleri de es geçilmemiş. (Üstü kapalı olsa da) Açık hava sinemasında oturup eski Türk filmleri bile izlemek mümkün.

Görsel malzeme zengin: Fotoğraflar, plaklar, gazeteler, dergiler; aklınıza ne gelirse panolara dağıtılmış… Metinler damıtılmış, konunun ince detaylarını ustaca aktarıyor. Depo’nun yapımcılığında Derya Bengi’nin küratörlüğünde, Cem Sorguç’un tasarımı, Ayşe Karamustafa ve Özgür Karacan’ın grafik tasarımıyla sunulan bu başarılı sergi hakkında Derya Bengi’yle konuştuk.

Cumhuriyet tarihinin özel bir on yılı, 60’lı yıllar serginin ana konusu. Bu seçimin özel bir anlamı var elbette. Nedir bu anlam, bu yılların diğer on yıllardan farkı ne sence?
1980’li yıllardan sonra ortaya çıkmış bir 60’lar mitolojisi zaten kendiliğinden var olan bir unsur. Yalnız bizde değil bütün dünyada böyle… Aslında amaç 60’lı yılları anlatmaktı. Dünyadaki toplumsal dönüşümü anlatmaya çalışan uluslararası bir proje. Genelde bu yıllar hep İngiltere ve Amerika üzerinden anlatılır. Elbette bu doğal, en büyük dinamik buralarda. Ama diğer yerlerde de altmışların yaşandığını anlatan sergiler amaçlandı. Paralel iki sergi daha açılacak; biri Viyana’da mimarinin, diğeri ise Zagreb’de modern sanatların değişimi üzerine. Biz ise bu değişimi müzik üzerinden aktarmaya karar verdik.

Öyleyse 60’larda müziğin nasıl bir özel önemi var, bunun üzerine konuşalım.
Altmışlar Türkiye’deki müzikal tarzların, müzik üretim biçimlerinin birbiriyle ilk kez tanıştığı; ilişki kurduğu ve müzisyenlerin bu ortamdan yeni bir şeyler üretmeye başladıkları, denedikleri ve becerdikleri bir dönem. Bilineceği gibi altmışlı yıllarda çok büyük değişim var. Ellili yıllardan itibaren köyden kente göç başlıyor. İşsizlikten kurtulmak, ekmeğini kazanmak, çocuklarını okutmak için yapılan bir göç bu. Gecekondulaşma başlıyor, şehirlerin yapısı değişiyor. Şehirlerde ise tam tersine kırsal kesime ilgi başlıyor. Özellikle edebiyatta, sinemada ve müzikte. Türkiye coğrafyası ilk defa bir bütünlüğe ulaşmaya başlıyor belki de. O zamana kadar yalıtılmış, kendi kabuklarında kalmış olan olan kültürler bir araya geliyor. Bu dönemin simge enstrümanı ise elbette gitardı. Şehirli bir genç insan gitara sahip olduğu zaman ne yapabilir? Genellikle gitarın geldiği ülkelerin müziklerini taklit eder. Ama bizde farklı bir şey oldu, gitarlarıyla Anadolu ‘ya gittiler. O güne kadar yukardan bakılan bir coğrafya ve kültüre kendilerini açtılar. Bunu bir yardımseverlik ve tahakküm kurma isteğiyle değil; sadece tanımak için, ilgi duyarak yaptılar. Şehirden köye manevi bir göçtü bu. Fikret Kızılok’un Âşık Veysel’e gitmesi bunun en simgesel resmi…

Altın Mikrofon bu dönüşümün miladı galiba…
Altın Mikrofon havayı çok iyi koklamış bir organizasyon. Bir ilk değil ama ilk büyük organizasyon. Türkiye’nin nereye doğru gittiğini hesaplayan, bunu bir manifesto ile ilan edip deklare etmiş bir yarışma. ‘Burçak Tarlası’ 1964 tarihli, Altın Mikrofon ise 1965. Bir öncü olarak bana Keşanlı Ali Destanı müzikali de çok ilginç geliyor. Yazılışı, konusu, müziği, oynanışı ile Keşanlı Ali Destanı’nın da Anadolu Pop’a öncülük ettiğini düşünüyorum. Sadece tiyatro alanında kalmadı Yalçın Tura’nın yazdığı şarkılar. Tülay German 1964’te Belgrad’taki konserinde Burçak Tarlası’nın yanı sıra Keşanlı Ali şarkıları da söylemişti mesela…

Sergide dikkat çeken bir özellik, belli isimlerin simge olarak öne çıkarılışı. Ajda Pekkan , Tülay German ve Zeki Müren. Bu seçimlerin nedenlerini biraz açabilir miyiz?
Ajda Pekkan Türkiyeli tipine aykırı, ama sarışınlığını ve modernliğini de düşündüğümüzde biraz da özenilen bir kişilik. Batı müziği ile Türkçenin birbiriyle örtüşmesi, beraberliği için ilk adımı Ajda attı. Türkçenin kullanılması Ajda Pekkan’ın kendini bir tür kobay olarak müzik dünyasının kucağına atmasıyla başarıldı diye düşünüyorum. Herkesin türkü aranjmanları yapıp Anadolu’ya döndüğü bir zamanda; Ajda Pekkan’ın bu eğilime hiç yüz vermeyip Türkçe sözlü hafif Batı müziği şarkıları söylemesi başlı başına aykırı bir olay. Türkçe sözlü hafif Batı müziği aslında olmayacak bir şey. Sarı renkli kırmızı pantolon olur mu? Hafif Batı müziği yapacaksak bu Batı dilinde olur. Erol Büyükburç ‘Little Lucy’ ile bunu başlatmıştı zaten. Peki Türkçe olursa bu aynı zamanda nasıl Batı müziği olur? Bu olmayacak şey, Ajda Pekkan sayesinde olduruldu. ‘İki Yabancı’ bunun başlangıcı…

Ajda Pekkan senin deyiminle aykırı bir olay. Tülay German’ın dönem açısından özel yeri ne peki?
Tülay German bir aydının, entellektüelin pop müzikteki karşılığı. Bu aydın, entelektüel dediğim insanlar, evlerinde klasik Batı müziği plakları dinleyen, belki ciddi olduğu için klasik Türk müziğinden de hoşlanan, caz seven insanlar. Tülay German da esas olarak bir caz şarkıcısı olarak işe başlıyor. Ama dönemin yazarları, aydınları ve birlikte olduğu Erdem Buri’nin de etkisiyle bir Anadolu merakına kapılıyor. Belki kendisinden sonra bir akım doğurmadı onun yaptıkları. Ama şehirli entelektüellerin Anadolu’ya yönelmesinde önemli etkisi oldu. Öte yandan Anadolu Pop’un ilk parke taşlarını onun döşediğini de söyleyebiliriz. Burçak Tarlası’nın o dönemdeki başarısı çok yol gösterici olmuştu.

Peki üçüncü figüre geçelim: Zeki Müren. Aslında başlangıcını düşünürsek bir altmışlar figürü değil Zeki Müren. Ellilerde de çok etkili…
Zeki Müren her dönemde simge. Ellileri de anlatsak, yetmişleri de anlatsak Zeki Müren yine bu öyküde yerini alırdı. Altmışlarda neler oldu onun açısından diye bakalım. Zeki Müren ellilerin sonunda askere gidiyor. 1959’da askerden döndükten sonra tezkereyi aldığı gün sahneye çok allı pullu bir ceketle çıkıyor. 1970’te babasının ölümünden sonra sahneye çıkışında da mini etek giyiyor. Bunların birer simge olduğunu düşünüyorum. Erkek egemen ilişkilerin en sert yaşandığı askerliğe ve her zaman biraz sevgi/nefret ilişkisi yaşadığı babasına karşı tepki olarak belki de. Zeki Müren toplumun yerleşik değerlerinin yanında olduğunu hep söyler. 27 Mayıs’tan sonra sahnede Gazi Osman Paşa’yı canlandırır. Ama deklare etmese de eşcinselliğini sahne üzerinde açıkça ortaya koyar. Giysileriyle, edasıyla…Hiçbir şey yapmadan, söylemeden kendi kimliğini kabul ettirir. Bu anlamda anarşist bir figür olarak düşünürüm Zeki Müren’i. Müzikal açıdan da önemini vurgulayabiliriz. Sergide onun ‘Mühür Gözlüm’ şarkısını dinliyoruz sürekli. Orkestra batı müziği orkestrası, düzenleme batı müziği tarzı, söz ve müzik Sivaslı Alevi ozan Ali İzzet’in ve icrayı Türk sanat müziğinin zirvedeki ismi Zeki Müren yapıyor. Bu üç ayrı geleneğin bir araya gelmesi çok yol açıcı bir örnek.

Son olarak serginin başlangıç ve bitişini simgeleyen iki müzik öğesinden söz edelim. Sergi 27 Mayıs’ın ‘Osman Paşa’ marşıyla başlıyor, 12 Mart’ın bir gün öncesinde sahnelenen Hair müzikali ile noktalanıyor.
Altmışları 27 Mayıs’la başlatmak şarttı. Bunun müzikal karşılığı da pek kolay kucağımıza düştü. Dönemin basını 27 Mayıs’ı ‘müzikli ihtilal’ olarak anar. Bir şarkısı vardı bu darbenin. Gençler tarafından kendiliğinden seçilmiş Osman Paşa Marşı, yine anonim olarak sözleri değiştirilmiş ve Demokrat Parti iktidarına karşı kullanılmıştı. “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı?” Gençliğin altmışlı yılların belirleyici gücü olması buralardan başlar. Serginin bitişinde ise Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından 12 Mart’ın bir gün öncesi sahnelenen Hair müzikali yer alıyor. Hair müzikalinde gençlerin taşıdığı pankartlardan biri üzerinde “Deniz nerde?” yazıyordu. O sıralar Deniz Gezmiş kaçak ve aranmakta. 12 Mart gelir gelmez bu pankartı da hedef aldı. Tiyatro ‘doğaya özlem’ gibi gerekçeler ileri sürse de dava açıldı ve bilirkişi pankartı suçlu buldu. Yeni dönem pankartların yok edilmesiyle başladı. Altmışlara böylece nokta konuldu.

Etiketler

Bir yanıt yazın