Clemens Holzmeister “Anadolu bitap düşmüş olsa da, Ankara onun tam merkezindeydi”

Clemens Holzmeister, SALT Araştırma Altuğ-Behruz Çinici Arşivi'nde yer alan bir ses kaydında, Avusturya, Almanya, Türkiye, Brezilya ve İspanya'daki mimari projelerini ayrıntılarıyla anlatıyor.

Soldan sağa: Ziya Payzın, Sadun Ersin, Orhan Alsaç, Mukbil Gökdoğan, Kemal Ahmet Aru, Prof. Clemens Holzmeister, Cahit Karakaş, Hayati Tabanlıoğlu, Vedat Dalokay, Behruz Çinici
SALT Araştırma, Hayati Tabanlıoğlu Arşivi, Kalebodur’un desteğiyle

Almancadan Türkçeye Çağrı Küçükay tarafından çevrilmiş olan 64 dakikalık bu kaydın tarihi bilinmiyor. Clemens Holzmeister, söz konusu ses kaydında o yıllarda iletişimde olduğu kişiler ve mimari üretimlerinden bahsediyor.

Türkiye’nin babası Atatürk, modern Türkiye’yi kurmuş olan bu harika şahsiyet, aslında temelde ülkeyi Anadolu’yla sınırlandırmış gibiydi. Ancak yeni bir başkent kurdu; çünkü eski İstanbul’da farklı milletlerden insanlar çoğunluktayken, Türkler azınlıktaydı. Bu, yeni bir başkent yaratılmasının derinde yatan sebeplerinden biriydi. Diğer sebep ise tabii ki stratejik olandı: Savaş zamanında doğrudan tehlike altında olan boğazlar bölgesinden çıkıp Anadolu’nun merkezine konumlanmak. Tarihi Hitit Dönemi civarına dayanan, sonrasında Roma yerleşimi olarak da bilinen eski, çok eski bir şehir olan bu merkezin ismi de Ankara’ydı. Burada, muhteşem yazıtlarıyla Augustus Tapınağı hâlâ ayakta durmaktadır.

Bu şehir çorak toprakların ortasında konumlanmıştı. Anadolu bitap düşmüş olsa da, Ankara onun tam merkezindeydi. Atatürk’ün zihninin derinlerinde yatan görev, bu şehri devasa eserlerle yaşama döndürmekti. İşte bu amaç doğrultusunda Türkiye’ye davet edildim.

1928 yılında göreve çağrılmam kendisinin o zamanki büyükelçisi Abdülhamit Bey aracılığıyla oldu ve titreyerek bu ülkeye geldim. Fransızcayı çok az anlayabiliyorum ve Türkçem hiç yok. Bu şekilde sabah erkenden İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya ulaştım. Yolda camdan dışarı baktığımda gördüğüm tek şey uçsuz bucaksız düzlüklerdi. Bomboş düzlüklerden başka hiçbir şey yok görünürde, ben burada ne yapacağım?

Dışarıda bir bölük asker ve başlarında onlardan sorumlu bir subay vardı. Subay araca yaklaştı ve sordu: “Profesör Holzmeister siz misiniz? Görevim sizi Bakan Bey’e götürmek.” Ve bu şekilde, bahsettiğim bölüğün refakatinde şehre girdim. Ben hayatımda hiç asker olmadım ve oldum olası askerlere karşı büyük bir korku, ya da şöyle söylemek daha doğru olacak, büyük bir saygı duymuşumdur. Anlattığım şekilde Bakan’ın yanına götürüldüm. Girdiğim odada beklediğimin aksine sivil giyim içerisinde, çalışanlarının eşlik ettiği çok değerli bir adam, Abdülhalik Renda oturuyordu. Beni selamladı ve bana Atatürk’ün vereceği göreve, yani başta Ankara’da olmak üzere Türkiye’de yapılar inşa etmeye, hazır olup olmadığımı sordu. Görevlerden ilk ikisi de Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yapılarının inşası olacaktı.

Cesurca ve sakince “evet” dedim. O sırada yanımda refakatçi olarak kendisine çok müteşekkir olduğum biri vardı. O kişi artık hayatta olmayan mühendis Arthur Waldapfel’dı. Yıllardır Avusturyalı bir firmanın görevlendirmesi ile Ankara’daydı. Mükemmel derecede Türkçe konuşuyordu ve bütün bu ön görüşmeler esnasında bana çok büyük yardımları oldu. Sadece bu da değil. Aynı zamanda şantiye şefim, hem mühendisim, hem de statikçimdi.

Bu görüşmeyi takip eden iki hafta içerisinde kendilerine bir tasarım sunmak için uğraştım ve hedeflediğim sürede sunumu gerçekleştirdim. Bakanlık yapısının müstakil mi, diğer yapıyla birleşik mi olacağı konusundaki talepler henüz netleşmemiş olmasına rağmen, tasarruf amacını da ön planda tutarak kurumları tek yapıda toplayan bütünsel bir tasarım hazırladım. Ama generallerin yorumu şu oldu: “Hayır, bu gerçekleştirilemez. Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı birbirinden farklı kurumlar. İki yapı ayrı ayrı ama yan yana konumlanmalılar.”

Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde barındırdığı çok sayıda memur sebebiyle Genelkurmay Başkanlığı yapısından çok daha büyük bir alana ihtiyaç duyuyordu. Bana tebliğ edilen görev ise iki yapının da eşit derecede sembolik ve anlamlı görünmesiydi. Bunu gerçekleştirdim. Milli Savunma Bakanlığı yapısını bir meydan etrafında konumlandırırken Genelkurmay Başkanlığı yapısını açılmış kanatlarıyla dışarı dönük olarak tasarladım; bu tasarımlar Beyefendi’nin çok hoşuna gitti.

Sonbaharda sunumunu yaptığım tasarımların mimari projelerini bir yıl sonra inşaata teslim edebildim. Bu noktada büyük bir öncülük sergilemek zorunda kalmış olduğumuzun da göz önünde bulundurulması gerekir. Çünkü inşaat işi Türklere yabancı bir konuydu. Bunun sebebi de Türkiye’de inşaat işlerinin o güne kadar Ermenilerden soruluyor olmasıydı. Ulaşılabilir bir hedef koymak, duvar örmek, beton karıştırmak gibi bütün bu işleri, en başta dostum Waldapfel’la beraber olmak üzere ülkede birer öncü olarak yürüttük. İnşaat bir yıl sonra sona erdiğinde bu, Türkler için inanılmaz bir durumdu. Üstelik inşaat maliyeti de tam olarak hesapladığımız kadar tutmuştu. Türkler için yeni olan da işte buydu ve sonucu da, o esnada başbakanlık koltuğuna oturmuş olan Abdülhalik Renda’nın benimle bir dizi başka görev paylaşması oldu. [Holzmeister yanlış hatırlıyor; dönemin başbakanı İsmet İnönü idi.] Bahsettiğim dönem 1928 ile 1932 arasıydı, süreç istenen şekilde devam etti ve başta bakanlık yapıları olmak üzere bir dizi inşaat işi aldım. Bu esnada işi Ankara için bir nâzım planı hazırlamak olan bir şehir plancısı da göreve başlamıştı. Çok iyi bir plancı olan Jansen, Alman’dı ve Ankara’nın nâzım planını hazırladı. Bunun anlamı, kentin ana işlev bölgelerinin belirlenmesiydi. “Burası merkez, burası yönetim, burası konut, burası endüstri ve burası da trafik.” gibi.

Bu bölgeler planlandı ve plan Atatürk tarafından imzalandı. Eğer Atatürk bir şeyi imzaladıysa, o görevi yerine getirmemenin bedeli kellenizi kaybetmekti. Bu şekilde Bakanlıklar Bölgesi de teşkil edildi ve tüm bakanlıklar içinde konumlandırıldı. En son olarak da İçişleri Bakanlığı ve onunla bağlantılı Emniyet Abidesi işi vardı. Sıra bu işe gelince Anton Hanak’ı çağırdım. Benimle birlikte Ankara’ya geldi ve tüm bunlar üzerine […] Anıt, Bakanlıklar Bölgesi’nin tepesinde yer alıyor ve ona çok değer veriliyor.

Bir başka görev de, ve bu aslında aralarında en keyifli olanı, Çankaya’nın tepesinde inşa edilen Atatürk Köşkü’ydü. Atatürk orada, yukarıda ikamet ediyor ve ülkeyi elinde asasıyla yönetiyordu. Eski, biraz metruk bir Ermeni evinde…

Şantiye yöneticimle birlikte davet edilişimize gelince… Orada bütün bakanlarıyla beraber toplanmıştı ve Waldapfel beni önceden duruma hazırlamıştı bile. Dikkatli olmalıydım. Atatürk, kendisinin huzuruna çıkmak için büyük salona doğru gelen konuklarına biraz takılmaktan keyif alıyordu. Çünkü yol üzerinde konukların karşısına çıkan bir ayı postu daha önce birçok ziyaretçiyi korkudan tökezletmişti. Waldapfel dikkatimi ayı postuna çekmiş ve beni bu konuda uyarmıştı. Ben de tabii ki dikkatli oldum ve sağlam adımlarla Atatürk’ün masasına ulaştım. İlk sorusu şu oldu:

“Profesör, ne düşünürsünüz? Şimdi bu evi yıkıp yerine benim için yeni bir köşk mü inşa etmeliyiz?”

Ve ben hemen cevap verdim:

“Ama Ekselansları, böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsiniz? Bu ev Türkiye için bir anıt konumunda çünkü siz yeni Türkiye’yi bu evden inşa ettiniz. Burası bir anıt olarak kalmalıdır.”

“Peki ne yapmalıyız o zaman?” dedi.

Ben de şöyle cevap verdim:

“Yan tarafta harika bir arazi var. Yeni köşkü oraya inşa edelim ve eskisini de koruyalım.”

Bu cevap çok hoşuna gitti ve Atatürk’ün emriyle en iyi zanaatkârların Ankara’ya çağrılması sağlandı. Ustalık gerektiren ince işler Avusturyalı sanatçılar ve zanaatkârlar tarafından yürütüldü. Sürecin bir başka sonucu da bahsi geçen bu çalışkan ustalardan bazılarının Türk gençlerinin eğitimi amacıyla oradaki okullara yönlendirilmesi oldu.

Sonuç olarak köşkün inşası bir buçuk yıl içerisinde, Atatürk’ün de büyük memnuniyetiyle, sonuçlandırıldı. Onunla evdeki bir karşılaşmamızı anımsıyorum. Genelde sonuçtan o kadar memnundu ki, bir an önce köşke taşınmak için can atıyordu. Ama bir seferinde beni sınadığını hatırlıyorum. Beni banyoya, klozetin başına kadar götürüp bir sigara ikram etmiş, sonra da izmariti klozete atmamı istemişti. Ben de öyle yapıp sifonu çektim, ama izmarit hâlâ klozetin içinde duruyordu. Atatürk çok gülmüş ve nüktedan bir şekilde “Şimdi bu yapı kötü bir yapı mı oldu?” diye eklemişti. Ben de hemen bir tedbir alıp sifon sorununu çözmüştüm. Onun oynadığı küçük oyunlardan biriydi bu. Çünkü, örneğin köşk ziyarete açılıp da yapıyla ilgili eleştiriler yapılmaya başlandığında, Atatürk Fransa Büyükelçiliği’nin mimarı olan Albert Laprade’dan köşkle ilgili fikirlerini özellikle de yazılı bir rapor olarak almıştı. Metinde yapının yeni dönemde inşa edilmiş en güzel köşklerden biri olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Atatürk bu metnin karşılama odasına asılmasını ve ziyarete gelen konuklar tarafından diğer her şeyden önce okunmasını teşvik etmişti. Bunu yapmadan diğer tartışmalara girmek yasaktı. İşte her mimarın böyle işverenleri olmalı.

Ses kaydının deşifresinin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın