Taksim projesinin mimarı biliniyor mu?

"Neden kentin en önemli meydanını hangi mimarın tasarladığını, hangi fikirlerin ortaya konduğunu ve projenin nasıl seçildiğini bilmeyelim?"

Daha önce Taraf’ta Başbakan’ın Taksim Projesi başlığı ile yazdığım yazıda şu satırlar yer alıyordu:

Başbakan’ın “kendi projem” diye tanıttığı Taksim’de trafiği yer altına alınma projesi, 1987 yılından, Dalan zamanından kalan bir düzenleme önerisi. Dalan’ın seçimi kaybetmesi, birçokları gibi bu projenin de uygulanmasını engelledi. Proje daha sonra pişirilip tekrar Sözen’in önüne kondu. Proje dalış tünelleri yüzünden birçok itirazlarla karşılaştı ve uygulanmasından vazgeçildi. Bu süreçte konu enine boyuna tartışılarak ortaya yeni fikirler çıktı (….) Ancak Erdoğan’ın başkanlığı döneminde eski proje bu defa üzerinde üç ayrı cami yeri önerisi ile yeniden gündeme geldi. Hatırlayanlar bilir, 28 Şubat’a giden süreçte Taksim’e cami yapılması en hararetli tartışma konusuydu. Projenin trafiği yerin altına alma konsepti ise cami tartışmalarının yarattığı tozun dumanın altında kaldı. Gürtuna döneminde cami önerileri projeden kazındı, ancak bu haliyle de uygulama imkânı olmadı. Seçim öncesi vitrine çıkacak bir şeyler yapma ihtiyacını duyarak, Gürtuna Taksim Gezisi’ni ve Cumhuriyet Caddesi’ni Harbiye’ye kadar granitlerle kaplattı (…) Bugün hâlâ İstiklal Caddesi’nin ve ara sokakların sorunları çözülmüş değil. Meydan’da yeni bir düzenleme ihtiyacı yok mu? Elbette ki var. Örneğin Taksim’deki metro çıkışı tam bir felaket. Binlerce insan kaldırımın kenarına yığılıyor. İnsanları gereksiz yere yüzlerce metre meydanın altında yürüten yöneticiler nasıl olduysa çıkış tünelini bir on metre uzatmayı, İstiklal Caddesi ile ilişkilendirmeyi akıl edememişler. Trafiğin yer altına alınması, yayalaştırılan alandan daha fazlasını yayalara kapatacak. Gümüşsuyu’nda, Sıraselviler’de, Cumhuriyet Caddesi’nde, Tarlabaşı Bulvarı’nda açılacak yüzlerce metrelik yarıkları, istinat duvarlarını bir düşünün. Ne olacağı hakkında bir fikir sahibi olmak için Lütfi Kırdar’ın, Sütlüce Kongre Merkezi’nin önündeki dalış tünellerine bakmak yeterli. Bu tünellere yüz milyonlarca lira harcandı da ne oldu? Lütfi Kırdar’a ulaşmak için insanlar tünelin sonunda, kokoreççilerin olduğu yerde araçlarından iniyorlar ve trafik tıkanıyor. Yukarıda ise kullanılmayan devasa granit taş kaplı bir alan. Taksim de böylesine tanımsız bir alana dönüşürse, iyi mi olacak? Otoyollar şehirlerin dışına, onları birleştirmek için yapılır. Taksim’de planlanan kavşak tam bir otoyol çözümü. Ayrıca bölge 1993 yılında SİT Alanı ilan edilmiş. Yani yasaya göre bütünlüklü bir koruma gerektiren bir özellikte. O zaman 1940’ta benzer bir kararla yıkılan Topçu Kışlası’nın bir taklidinin mimari bir çaba olmaksızın meydana yerleştirilmesi mümkün mü? Taksim Gezisi’nde Atatürk’ün davetiyle işi üstlenen Fransız Mimar Henri Prost’un yaptığı neoklasik düzenlemenin bir belge değeri yok mu? Bu alandaki düzenlemeleri yok etmenin, Sıraselviler, Mete, Gümüşsuyu, Cumhuriyet caddelerini dalış tünellerine dönüştürmenin geçmişte bu kışlayı yıkmaktan ne farkı var? Bugün Taksim Meydanı’nda bir trafik sorunu yok. Tam tersine araçların yer altına alınması ve dalış tünelleri çok daha sorunlu. Belki de asıl proje bölgeyi oteller ve kongre merkezleri ile halka kapatmak yerine Henri Prost’un kültür vadisi fikrini yeniden canlandırmak olmalı. Bunun için Taksim Gezisi ticari etkinliklere değil, kültür ve sanat kuruluşlarına açılabilir. …

Sayın Erdoğan’ın kentteki en önemli kamusal alanı, Taksim Meydanı’nı yeniden biçimlendirme düşüncesini anlayabilmek için geçmişteki olayları, politikanın psikodinamiklerini de dikkate almak zorundayız. Sonuçta AKM örneğinde de görüldüğü gibi, Taksim Meydanı iki Cumhuriyet projesinin kamusal alanı ele geçirme mücadelesine sahne olan bir çatışma alanı. Bu iki ulusdevlet projesinden birincisi “Yeni Osmanlıcı” nasyonalist hareket. İkincisi batıcı ve laikçi “Kemalist” nasyonalist hareket. Bu iki hareketin de nasıl bir Cumhuriyet tasarladıkları, diledikleri uzun zamandır herkesin malûmu. Ancak Başbakan’ın bugünkü Taksim Meydanı projesi bunlardan biraz farklı. Soğuk Savaş sonrası ideolojilerin itirazlarla karşılaştığı, bu yüzden geri çekilerek, politikanın arkasında “gizli bir bagaj” olarak seyahat ettiği “post-nasyonalist” özelliklere sahip. Bu yüzden politika bir “inşaat aşkı” olarak tezahür ediyor. Böylece yandaşlara “hakimiyet bizde” mesajı veriliyor, politik patronaj güçleniyor, maddi imkânlar gelişiyor. Böylece politika Tanrı katına çıkıyor, görülmez hale geliyor ve giderek daralan bir müzakere alanında cereyan ediyor. Kent araçsallaştırılıyor ve yalnızca bir imar alanı olarak görülüyor. Yöneticiler kamusal niteliğini kaybediyor ve sanki kendi özel işlerini yapar gibi ülkeyi, kentleri yönetmeye kalkıyorlar. Böylece kamusal nitelikli karar süreçlerinin yerini siyasetçilerin öznellikleri alıyor. İşte zurnanın “zırt” dediği yer de tam burası. Demokratik toplumlarda bu tür kamusal deneyimler çok yönlü olarak geliştirilir ve yarışmalar, hakem rolü oynayacak bağımsız seçici kurullarla çoklu düşünceye açılır. Bu yüzden Taksim Meydanı ve çevresi için mutlaka bir uluslararası yarışma düzenlenmelidir. Bu işin raconu budur. Demokratik bir yönetimde siyasetçiler sanat ve mimarlığı desteklerler. Yoksa harcanacak kaynaklar boşa gider, kent çirkinleşir, halk fakirleşir. Bu anlayışla Yassıada’nın projelendirilmesi, bir demokrasi adasına dönüşmesi ve iyi bir şekilde yönetilmesi de mümkün değil. Sonuç bugün dünyanın en berbat ve pahalı kültür merkezi inşaatı olan Sütlüce Kongre Merkezi gibi olur. Demokratik yönetimlerde bugün bu tür projelerin yönetimi için çok farklı yöntemler kullanılıyor.

Unutmayalım ki mimarlık bir temsil faaliyetidir. Bir inşa faaliyeti değil, mekânın biçimlendirmek için bir düşünce geliştirme faaliyeti olduğuna göre, farklı fikirler olabilir. Ortaya konan fikirler her zaman mecazi bir özellik taşırlar. Kimse bu temsilleri gerçek olarak mutlaklaştıramaz. Mutlaklaştırdığı takdirde demokratik olamaz, kendisini Tanrı’nın yerine koymuş olur. Öyleyse sormak istiyorum, Sayın Erdoğan’ın Taksim Projesi’nin mimarı kim? Bir İstanbullu olarak bu soruyu sorma hakkımızın olduğunu düşünüyorum. Çünkü falanca iş adamının evini kim tasarlamış, ofisini hangi mimar yapmış bunları biliyoruz. Neden kentin en önemli meydanını hangi mimarın tasarladığını, hangi fikirlerin ortaya konduğunu ve projenin nasıl seçildiğini bilmeyelim? Ayrıca neden bu ismi gölgede kalan mimarın fikirleri ile kendimizi sınırlandıralım? Örneğin Taksim’deki Topçu Kışlası’nın projesini kim tasarlamış? Hangi düşünce geliştirme süreci sonunda yetmiş sene önce buna benzer bir kararla yıkılmış olan kışlanın yeniden inşa edilmesine karar verilmiş? Bunu da bilmiyoruz.

Sonuç: Sayın Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olması, “Başmimar” olması anlamına gelmez. Bu nedenle Sayın Başbakan’ın daha önce Bedrettin Dalan’ın Taksim’e yapmaya çalıştığını yapmamasını, kenti kendi babasının çiftliği gibi yönetmemesini diliyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın