Mimarlığı Öpmek

Mimarlık öpülebilir mi! Ya da öpülesi sevilebilir mi! Yoksa mimarlık sanki yaşamın içinde giderken rastladığınız birisi, yanında olmaktan hoşlandığınız biri gibi birşey midir? Ona aşık olunur mu, ya da tersi ondan nefret edilebilir mi?

Açıkca söylemeliyim. Mimar olalı uzun yıllar oldu ama, hala mimarlığın ne demek olduğunu pek bilmiyorum. Ya da bunu bilmek de çok istemiyorum. Tek bildiğim mimarlığın sadece türlü araçları ile bize gösterilen, sunulan gibi olmadığıdır. Ya da etrafımızda gördüğümüz gibi doğaya pek aldırmadan, çoğu günün modasına uygun farklı ölçek ve şekillerde inşa edilen çevresi ile ne olursa olsun çok yapı yapmaya, ne olursa olsun çok para kazanmaya endeksli mimarlığın, bize lanse edilen halinin arkasında bambaşka mimarlıkların da olduğudur. Mimarlık adına bu gördüklerimiz sadece buzdağının görünen kısmıdır belki de. Hatta mimarlığın bir sürü saklı köşelerinin, hatta kurtarılmış bölgelerinin olduğunu hatta onun büyük bir okyanusa benzediğini hatta bu okyanusda her birimizin kendi özel adalarını bulmak, binlerce farklı mimarlığı bulmak olduğunu da belki söyleyebilirim.

Ama her neyse, içi, dışı, kenti ve paysajının mimarlığı dahil adı her ne anlama geliyorsa onu hep başka özel bir yere koyup, kendi adıma her gün neredeyse içimden “Allahtan mimarız” diyorum. Çünkü etrafımızda hisettiğimiz dev mekanın içinde olan farklı farklı mekanların, farklı farklı gizlerini çözmeyi öğrendiğimiz bu mimarlığa çok şey borçluyuz yaşamın enstantaneleri, yaşamın akışı içinde… O bizi sarıyor, bizim onu tanımlayabileceğimiz biçimde… Belki de mimarlık bütün etrafımızda olan bitenle, bütün bu planlı yada plansız hali ile yaşamın ta kendisi. Ya da kendi ritmiyle yaşama tempo veren, onunla adeta düet yapan sadece bizim tanımladığımız bir şey, kişisel bir şey.

Neyse… Şimdi, uzak yakın ülkeler arası bir yolculuk yapalım, bir adadan diğerine atlayarak yaşamın içinden bir hikaye ile yine yaşamın kendi mimarlığında ve onun kendi özel mekanlarında dolaşalım.

Bizim Rahmi, ailesi ile bir süre İstanbul’da yaşar ve daha sonra babası’ nın görevinden ötürü Ortadoğu’da, Afrika’da farklı kentlere taşınırlar. Rahmi ilk okul yıllarını yatılı, sadece erkek çocukların alındığı Lübnan’da Beyrut yakınlarında oldukça tanınmış bir yatılı okulda geçirir. Bütün anlarıyla, hocaları, arkadaşları ve eğitimi ve okulun binasını, etraftaki peysajı ile bugün bile hala çok canlı hatırladığı hatırladığı müthiş bir deneyimdir onun için. Bazı değişik yerlerden sonra da, tam deli çağlarında ailesiyle Kongo’da, başkent Kinshassa’da bulunur. Muhteşem günlerdir. Sanki başka bir dünyadadır artık bir gezegenden diğerine gidip gelirken. Roberto ve George oradaki en yakın arkadaşlarıdır. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmez. Roberto kareteye meraklıdır. Omuzlarına düşen uzun saçları vardır: Devamlı sigara içer. Kollarında cepleri olan sigarasını ve kibritini koyduğu, içmek için çıkarttığı, gömlekler giyer. Bu arada Roberto, tam anlamı ile bir kazanovadır. Rahmi ile George’a da, Roberto’nun ballandıra ballandıra anlattığı kızlarla olan akıl almaz hikayelerini dinlemek düşer. Bizim Rahmi, bırakın bir kızla ileri derecede beraber olmayı, daha hiç bir kızı öpmemiştir bile. Sonunda buralarda liseyi bitirdikten sonra her nedense mimarlık okumayı kafasına koyar. Koyar koyar da, kader de ağlarını adım adım örmeye başlar. Mimarlık onun uzaktaki, bulmak istediği aşkı olur. Bunu için de, yine her nedense bu sevdası yüzünden İspanya’ ya gitmeye karar verir. İki kıtanın arasındaki İspanya, belki de Rahmi’nin genç yaşında derinden olmayı hissettiği, yeni daha büyük bir dünyaya atlamasından önceki basamağı, bir bağlantı noktasıdır. Ailesini de sonunda razı eder. Ve yola düşer.

Başkent Madrid’deki ilk günlerinde mimarlık okullarıyla ilgili araştırma yapmaya ve ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırken bir akşam kafayı dağıtmak için diskoya gitmeye karar verir. Özgürlüğün tadını çıkaracaktır. İşte girdiği o discoda can alıcı an ve can alıcı sahne hızla yaklaşmaktadır. Birkaç içki sonrası kafa daha yerindeyken uzaktan dans eden bir kız görür. Sanki gözleri açılır ve kızı zoom yapar ve ilk görüşte kıza vurulur. Onun etrafında dönen bir sürü erkeğin arasında, kıza Maria Teresa’ya yaklaşır. Hatta bütün cesaretini toplar, bütün yetilerini kullanır ve onunla dans etmeyi bile başarır. Dahası sonunda diskodan beraber çıkarlar ve yürümeye başlarlar. Uslu uslu sohbetler onları biribirlerine yaklaştırır ama akşam her ne kadar içseler de yine uslu uslu Rahmi bir koltukta, kız diğer bir odada uyur kalır. Çünkü gecenin bir yarısında apar topar aşağıdan bağırarak uyandırdıkları ev kızın ablasının evidir. Bizim Rahmi, Maria’ya tam anlamı ile vurulmuştur. Maria’da ona. Bu arada Roberto’nun maceraları da bizim Rahmi’ nin aklından çıkmaz. Kızı öpmeyi kafaya koyar ve bunun için günlerce plan yapar. Ve bir gün artık zamanı gelir. Bir sohbet sonrası deniz kenarına doğru yürürler ve bir kanepe bulurlar. Kafasında öpme girişimi öncesi kıza söyleyeği söz ‘Seni hiç bir kimseyi öpmediğim şekilde öpeceğim’ bile hazırdır. Bir süre sonra zaman durur kızı kendisine çeker, gözlerini kapar, büyülü an gelir ve Rahmi, Maria Teresa’yı hatırı sayılır bir şekilde dudaklarından öper. Öper de öper. Öper öper de, öpmesi ile birlikte bütün hayali yıkılmıştır. Ağzında sanki bir pabuç varmış hissine kapılır ve istediğini, hayal ettiğini bulamaz. Herşey yokuş aşağı yuvarlanır. Tabii Maria Teresa’ya durumu hiç çaktırmaz. Çaktırmaz ama acı gerçek de önündedir. Roberto’ nun ballandıra ballandıra anlattığı keyifli dakikalardan, sanki ilk öpmenin o insanın ayaklarını yerden kesen dayanılmaz hafifliğinden eser yoktur ilk denemesinde. Tam bir düş kırıklığı yaşasa da hiç yılmaz ve Maria Teresa ile dostlukları her açıdan ilerler. Ve yine her açıdan birbirlerini tanımaya başlarlar. Öpüşme teknikleri de zaman içinde gelişir. Rahmi yavaş yavaş Roberto’nun kafasına yer eden tekniklerinden, taktiklerinden uzaklaşır ve kendine özgü bir yol bulur o konularda.

Bu arada bizim Rahmi’yi önemli bir sürpriz beklemektedir. Bir gün bir kafede otururlarken, Maria Teresa çay bardaklarının yanına, aniden kıpkırmızı bir kitap koyar. Kız bir Maocudur, onun yoluna inanan bir İspanyol Komunist’ tir. Rahmi yine de Maria Teresa’yı yüreğiyle sever. Başa gelen çekilir der ve her ne kadar geçmişinde pek böyle bir deneyimi olmamasına karşın, onunla birlikte Mao Zedung’un kitaplarını bir bir okumaya da başlar. Mao’yu okusa da sanki onu okurken Maria Teresa ile dir. Çünkü Maria Teresa Mao’yu sevmektedir. Rahmi de Maria Teresa’yı. Maria Teresa’da Rahmi’yi. Bu arada Maria Teresa erkek kardeşinin de bir militan olduğunu ve şu anda aslında hapiste bulunduğunu da ağzından kaçırır. Bizim Rahmi biraz şaşırsa da yine kıza olan aşkından ötürü onun ve ailesinin özel hayatlarındaki çalkantılara da iyimser biz gözle bakmaya çalışır gençliğinin verdiği gözüpeklik ve hoşgörü ile. Araya uzun bir zaman girer. Rahmi Kinshassa’daki ailesiyle Madrid’teki bütün bu olanları ara sıra yazdığı mektuplarla paylaşır. Paylaşmanın ötesinde herşeyi her zaman olduğu gibi açıkça onlara yazar. Bu arada girmek istediği mimarlık okulunun kapısını bile bu gürültüde bulamaz. Mimarlık aşkı çok uzaklardadır. Mutludur ama aslında bütün hayatı Maria Teresa, Mao Zedung ve yaşadığı küçük apartman dairesidir. Bunu o yıllarda kendisi bile farketmez. Aradan geçen birkaç ay sonra bir sabaha karşı beşte, altıda Rahmi’nin küçük apartman dairesinin kapısının zili çalar. Bizim Rahmi kapıyı uykulu gözlerle açtığında gözlerine inanamaz. Beklenmedik bir misafirle karşılaşır. Karşısındaki Kinshassa’dan Madrid’e gelen annesidir. Elindeki küçük çantasını bir yere koyar ve “Topla valizini, saat 10.00 daki uçağa yer ayırttım gidiyoruz” der. Bir süre kızla yazıssalar da sonunda ne Madrid, ne Maria Teresa, ne de Rahmi’ yi oralara götüren çok daha uzun yıllar sonra bulacağı mimarlık hayali kalır. Artık yine İstanbul’dadır.

Annesinin ve babasının Kinshassa’daki bitişik komşuları Rahmi’nin hala kızarak tanımladığı gibi faşist kafalı biridir ve yine Rahmi’ye göre komşu annesini fena halde doldurmuştur. Derken bir süre kaldığı İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’ne başlayış sonra istemediği bir hayat daha sonra da ismi lazım değil, çok tanınmış bir psikoloğdan aldığı raporla kayıt dondurmalar derken bizim Rahmi aradığı mimarlık eğitimini ve sonra da mimarlığını Amerika önemli, tanınmış hocaların, mimarların olduğu bir mimarlık fakültesinde bulur. Çok esaslı bir mimar olur ve çocukluk, gençlik hayaline de ulaşır. Daha başkaları ile olan daha başka rastlaşmalardan sonra birgün yine aniden karşılaştığı birinde ise yıllar sonra aradığı kalbinin yarısını da bulur. Şimdi mutlu bir şekilde birlikte olduğu eşi de kendisi gibi tam onun kafasında, onun gezegeninden birisidir.

Rahmi’ yi Rahmi yapan Maria Teresa, Roberto, George ve bu satırlarda olmayan bir sürü kahraman çok gerilerde kalmıştır artık. Roberto’nun teknikleri de, Mao’nun ideolojisi de, kitapları da. Bizim Rahmi kalbini paylaştığı eşiyle el ele, kol kola, güle güle uzaklaşmıştır bütün bunlardan, bir yanında yine kalbinde bulduğu mimarlığı ile.

Eğer bu hikaye bir film olsaydı, belki de filmin en can alıcı sahnelerinden biri Rahmi’nin Madrid’deki o kanepede söylediği sözlerle Maria Teresa’yı ilk defa öpme sahnesi olurdu. Belki de Maria Teresa’yı öperken aslında hayalindeki hali ile öpemediği, daha kapısını bile bulamadığı mimarlığı öpüyor olurdu. Daha sonra bulacağı mimarlıkla oradaki çabalarla, duygularla adeta yan yana gelirdi arada farklı zamanlar, farklı anlar, farklı karekterler, kişiler projeler, binalar, mekanlar, kentler ülkeler, farklı mimarlıklar kullanılarak. Ama gerçekte her nasılsa Rahmi’nin hikayesi aslında sonunda iki sevdiğini arama ve bulma serüvenine dönüştü sanki herşey çok plansız ya da çok planlı bir biçimde. Uzun labirentlerden, farklı dünyalardan geçerek önce mimarlığı sonra da hayat arkadaşını çok başka dünyalarda buldu. Bu arada mimarlığı da sanki öyle bir öptü ki ve sevdi ki, onun bir yandaki yaşamı oldu. Ve serüveni de mutlu sonla bitti ve yeniden başladı. Yani kısacası yine her ne anlama geliyor ise bizim mimarlık ile yaşamın o büyülü mimarlığı, o spontane anların planlı, ya da plansız büyülü tasarımı biraya, üst üste geldi. Mimarlıklar bir oldu, tek oldu…*

* Yazının sonunda şunu da eklemeliyim. Bu hikayenin ilk versiyonunu 22.10.2006 da yazmışım. Onu sevgili Rahmi’den ilk dinlediğimde, ve sonra parça parça aralıklarla tekrar dinlediğimde anlatılanların hepsi çok canlı ve gerçekti. Rahmi ile o anları yaşadığı, yaşamının bir parçası olan dostlarıyla sanki aynı masada oturur oldum. Ama makaleyi tekrar yıllar sonra yazmaya başladığımda gerçek olanlar sanki hayale dönüştü. Sanki gerçekle, hayal iç içe girdi. Herşey gerçek olsa da hayal, hayal olsa da gerçek gibi birşey oldu. Ve gözümde bir mimarlığı aramanın mıhteşem hikayesi oldu. İsimler gerçekti, Rahmi dışında. O, yani Rahmi bile sonunda gerçek oldu diğerleri ise belki hayal gibi olsa da…

Yazıya eşlik eden su damlaları da neyin nesi diyeceksiniz. Onlar ise bu hikayenin farklı karekterleri, farklı kişilikleri sanki. Ama sonunda hepsi biribirine benziyor gibi işte. Su damlalarının yerlerini bulduğu yapraklarda onların bulundukları farklı ortamları, farklı mekanları, yerleri anlatıyor, sembolize ediyor belki de. Hepsi tatile geldiğimiz bizim yaz evinin ön bahçesindeki ilerimizde etrafı sazlarla, deniz otlarıyla, kuzeye özgü bu yıl her yanı kaplayan buralara isim verenn akzambaklarla ve onların denize yansımalarıyla kaplı denize doğru açılan kanal boyunun kıyısında aniden yağan bir yaz yağmurunun ardından, orada olmanın şansı ve şaşkınlığı ile dikkatle baktığım damlalardı. Hepsi biribirine yakın, aynı cinsten yemyeşil bir kümenin üzerindeydiler, aniden bambaşka bir dünya yarattılar, hem biribirlerine benzer, hem de herbiri biribirinden farklı ve hayale açık bir dünya..

Etiketler

Bir yanıt yazın