Geçtiğimiz günlerde Türkiye'ye gelen İsveçli mimar, araştırmacı ve sanatçı Katarina Bonnevier ile mimarlık, demokrasi ve kuir-feminist mimarlık teorisi üzerine konuştuk.
Fotoğraf: GPOD
İsveç Enstitüsü, ATÖLYE ve 3dots iş birliği ile gerçekleşen Curious Community etkinlik serisinde “Şehir ve Paydaşları” teması, İsveç ve Türkiye’den konuklar ile farklı başlıklar altında ele alınıyor. Geçtiğimiz Ocak ayında gerçekleşen ‘Feminist Bir Yaklaşım İle Şehir Planlama’ temasına odaklanan panel; araştırmacı, mimar ve sanatçı Dr. Katarina Bonnevier ve İTÜ Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü kürsüsünde görevine devam eden Doç. Dr. Emine Görgül’ü bir araya getirdi.
“Behind Straight Curtains: Towards a Queer Feminist Theory of Architecture/Düzgün Perdelerin Arkasında: Kuir Feminist Bir Mimarlık Teorisine Doğru” isimli ilham verici kitabın yazarı olan Katarina Bonnevier ile geçtiğimiz sonbaharda İzmir’de açılan “Aiming for Democratic Architecture/Demokratik Mimarlığı Amaçlamak” sergisini, parçası olduğu anti-faşist, kuir-feminist tasarım ve sanat topluluğu MYCKET‘ı, demokratik hareketi destekleyen bir mimarlığın olasılığını ve mekana dair geliştirdiği kuir-feminist bakış açısını konuştuk.
İsveç Konsolosluğu’nun Equal Spaces Programı dahilindeki sergi projesi için geçtiğimiz aylarda Türkiye’deydiniz. İzmir’deki Demokratik Mimarlığı Amaçlamak isimli serginin fikri nasıl doğdu ve sonrasında sergi nasıl şekillendi?
Bu sergiyi, Union for Swedish Architects ve Swedish Institute işbirliği ile gerçekleştirdik. Bizden mimarlar ve şehir plancılar, yani genel olarak mekanla çalışan ve bir şekilde demokrasi ve mimarlık fikirleriyle ilgilenen kişiler üzerine bir araştırma yapmamızı istediler. Önce dedik ki “demokratik mimarlık” diye bir şey yok ve şöyle düşündük: “Tamam, demokratik mimarlık üzerine bir sergi yapamayız, ama ne yapabiliriz?” Serginin ismini Demokratik Mimarlığı Amaçlamak olarak belirledik. Tabii ki parlamento binaları gibi bazı işlevsel ve sembolik binalar var; fakat sergide toplum için ortak mekan sağlayan, belli bir grubu dışarıda bırakmayan, herkesin katılabileceği mekanlar üzerinde durduk. Kendimize “Mimarlık nasıl bir destek mekanizması olabilir?”, “Mimarlık demokratik hareketi destekleyebilir mi?” diye sorduk. Bu konuda birçok örnek bulduk ve bu örneklerden videolar yaptık.
Şöyle düşünüyorum: Eğer herkes için olan bir toplum yaratmak istiyorsak, herkesle buluşmaya çalışmamız gerekiyor. İnsanlar birbirinden çok farklı, bu farklılıklarımız üzerinde nasıl buluşabiliriz? Gerçekten konuşmamızın, beraber fikir üretmemizin önünde duran engeller neler? Bütün sergi bu çeşit bir tartışma üretmek üzerine.
Demokratik Mimarlığı Amaçlamak sergisinden “ayakkabı sınırı”, Fotoğraf: Gökberk Tektek
Mekansal olarak sergiyi nasıl kurguladınız?
Sergi bölümlerden oluşuyor. İlk bölüm Shoe Off Border/Ayakkabısız Sınır. Bu bölümün oldukça fiziksel bir etkisi var. Bu sınırdan sonra ayakkabılarınızı çıkartıyorsunuz. Bana göre bu bedenin sergiye girmesinin bir yolu. Ayakkabılarınızı çıkardığınız zaman, bir şekilde etrafınızdaki mekanla aranıza mesafe koyma şeklinizi de çıkarıyorsunuz. Ayağınız yere değdiğinde bedeninizle mekanı hissediyorsunuz. Ayakkabılarınız yokken biriyle karşılaştığınızda, ayakkabılarınızla olduğundan farklı bir karşılaşma yaşıyorsunuz. Bu bir çeşit aktif çıplaklık veya daha az giyinme hali etrafınızı saran mekanın daha çok farkında olmanızı sağlıyor. Aynı zamanda sergiye dahil olan bazı videolarda bunun örnekleri var. Mesela İsveç’te büyük inşaat firmaları ofislerindeki tavrı değiştirmek üzere; ayakkabı çıkarma uygulamasını denediler. Burada gerçek bir deneme var, hem bir metafor olarak profesyonel, kompoze edilmiş bedenden bir şeyi soyma fikri hem de elle tutulur bir deneme var.
Anlıyorum ki bu elle tutulur olan şey mimarlıkla ilişkili.
Evet öyle. Mesela sergi mekanı devam eden tek bir mekandı. Mekanda duvar olmamasını istedik, böylece duvarın arkasına saklanamıyorsunuz. Sergilenen videoları görebiliyorsunuz fakat göz hizasından aşağıya yerleştikleri için sergiyi gezen diğer bedenleri de aynı anda görebiliyorsunuz. Mekanı düzenleme şeklimizden dolayı sırt sırta yerleşmiş videoları izleyenler aslında birbirleriyle yüz yüze duruyorlar. Böyle küçük ve basit jestlerle mekanda farklı kaliteler yakalamayı denedik. Aynı zamanda insanlardan ayakkabılarını çıkarmalarını istediğinizde onlara iyi hissettirmelisiniz, ayakkabılarını çıkarıp soğuk zemin üzerinde yürümelerini isteyemezsiniz. Biz de yere Türkiye’den ve İsveç’ten gelen kilimler serdik. Bunlar artık kullanılmayan kilimlerdi, bu karar elimizde olanı kullanmaya ve yeniden döngüye sokmaya dairdi. Burada bir katman daha var, bir çeşit önemseme katmanı. Kilimleri üst üste görmek çok güzeldi. Benim için kilim bir şekilde ilk mimarlığı, insan için mekan oluşturmayı, sahne kurmayı yansıtıyor.
Kilimin Türkiye’de domestik/eve dair bir anlamı da var aslında. Sence bu algı Türkiye ve İsveç’te aynı şekilde mi işliyor?
Hayır, bence aynı işlemiyor. Türkiye’de mesela hemen cami akla geliyor, İsveç’te öyle bir referans yok. Benzer olan domestik olma hissi. Ayakkabıları çıkarmak aslında çok domestik bir eylem. İsveç’te de her evde olmasa da çoğu evde insanlar girişte ayakkabılarını çıkartıyorlar. Son zamanlarda birçok kreş ve okulda da çocukların çevrelerindeki mekanı daha farkındalıkla deneyimlemeleri için ayakkabı çıkarma uygulamasına başlandı. Bu mekanların kamusal ve özel arasında bir konumda olması bence çok ilginç. Fakat camileri düşündüğümüzde, aslında orası tamamen kamusal bir alan.
Evet, sanırım cami ayakkabıların çıkarıldığı (hatta çıkarılmak zorunda olunduğu) tek kamusal alan. Diğer yandan kadınlar camilerde ibadet edemiyorlar. Bu da kadınların ve erkeklerin ortak kullanamadığı mekanlar ve bu mekanlar üzerinden yeniden üretilen cinsiyet rollerini düşünmeme neden oluyor.
Kitap üzerine çalışmaya ilk başladığımda aklıma gelen ilk sorular “Cinsiyet ve mekan arasındaki ilişki nedir? Nasıl işler? Mimarlık mekanı nasıl cinsiyetçi hale getirir?” olmuştu. Kadın için bir tabela vardır, erkek için bir tabela vardır ve birini seçmeniz gerekir. Peki eğer iki kategoride de kendinizi rahat hissetmiyorsanız, trans biriyseniz nereye gitmelisiniz? Anlayacağınız burada oldukça keskin bir ayrım var. İsveç’te ve bence diğer tüm ülkelerde bu durum aynı. Bu yüzden önce bu ayrım üzerine araştırma yapmalı, istatistikleri incelemeliyiz. Mesela aynı işte çalışan kadınların erkeklerden %15 daha az maaş alması ve bunun tek sebebinin cinsiyetleri olması. Asıl sorum şu: Bu ayrım neden bu kadar güçlü? İnsanlar aslında çok daha fazla çeşitliliğe sahip. Ama saçma bir şekilde hala bu ayrım üzerinde duruyoruz. Bu ayrım aynı zamanda oldukça hiyerarşik bir temele sahip. Maskülenlikle ilişkili her şey daha fazla gelir sağlıyor ve daha çok mekana sahip; feminenlikle ilgili olanlar şeyler ise yüzeysel, sadece evle alakalı ve genellikle küçültücü ya da daha az önemli olduğuna dair bir his veriyor Bu kadınların güçlü olmadığı anlamına gelmiyor, o çok daha farklı bir konu. Fakat ayrımı kırmak için ayrım hakkında konuşmalıyım ve bu da aslında bir paradoks.
Ben feminenlikle ilişkili şeylere hep çok ilgi duymuşumdur. İsveç kültüründe, çocukken okulda bir çalışma yaparken tekstil ve ahşap arasında bir seçim yapardık. İsveç’te tekstil feminenlikle, ahşap ise maskülenlikle ilişkilendirilir. Ben tekstile çok ilgi duyardım. Mimarlık okumaya başladığımda ise ilgimi çeken her şeyin aslında yanlış olduğunu, mimarlığın bu olmadığını öğrendim(!) Yüzeylerdense insanların mekanda kurdukları etkileşim ilgimi çekiyordu; fakat bana strüktürle, ışıkla ilgilenmemi söyleyip duruyorlardı. Strüktür elbette çok önemli, bir iskelet gibi, orada olması şart, fakat benim iletişim kurduğum şey iskeletin üzerindeki deri.
Demokratik Mimarlığı Amaçlamak sergisinden, Fotoğraf: Gökberk Tektek
Demokrasi fikrine dönmek istiyorum. İnsanların katılımını sağlamak, birlikte üretmek sence mimarlığı daha demokratik ve kapsayıcı hale getiriyor mu?
MYCKET olarak bu konuda birçok proje gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bence bu projelerin en zor kısmı kendini konumlandırmak. Çünkü eğer “Kapsayıcı olmak istiyorum” diyorsam, kimi kapsayacağım hala benim kararımda. Bu yüzden kapsayıcılık aslında sorgulamamız gereken bir kavram. Bu doğrultuda özellikle “öğrenmek” üzerine konuşmaya çalışıyoruz. Biz bir şeyler öğrenmeliyiz ve diğerleri gelip bizden öğrenmeli. Yani bu bir öğrenme hali. Bu noktadan sonra ise birbirinden öğrenecek insanlar bulmalıyız. Örneğin “katılımcı tasarım” sürekli problemlerimizden biri. Sen bir planlamacı veya mimar olarak geliyorsun, uzman olanlar ise yerel halk. Geliyor ve onlardan bir şeyler öğrenmek istiyorsun. Peki onlar bize hikayelerini anlatarak ne elde ediyorlar? Sadece hikayelerinden yararlandığımız insanlar olarak mı kalacaklar? Bunun karşılıklı yarar sağlayan bir buluşma olması gerekiyor. Bu da sağlanması oldukça zor bir şey. Fakat bence mümkün olan tek yol da bu.
Bu diyaloğu öğrenmek ve ilerletebilmek muhtemelen çok uzun zaman alacaktır. Çünkü bu sadece bir kereye mahsus bir etkinlik olarak kalmamalı. Bunun kültüre dair olduğunu da söyleyebilir miyiz?
Evet, bu bir kültür. Şu sıralar, daha çok gençlere yönelik bir dans akademisi olarak çalışan bir dans grubu ile atölyeler düzenliyoruz. Aynı zamanda mahallelerinde bir kamusal alan da tasarlayacağız. Alıştırma yapmak için bir alanları var. Aslında iyi bir yer fakat yer altında ve gözlerden uzak. Aileler çocuklarını getiriyor, orada zaman geçiriyor, çocuklarını dans ederken seyrediyorlar. Oldukça sosyal bir alan, fakat görünmez bir yer. Bu mahallede görünen tek bir kültür var, o da futbol. Futbol oldukça popüler ve bir sahaları da var. Bu saha oldukça büyük ve kocaman ışıklandırmalar ile çevrili. Böylece gece karanlıkta bile metrelerce öteden sahayı görebiliyorsunuz. Tabii ki futbol oynayan kızlar da var, fakat çoğunlukla erkeklerin kullandığı bir saha burası ve mahallenin en kamusal alanı aynı zamanda. Burada bir çıkmaza düşülüyor. Eğer futbol alıştırması yapıyorsan bunu dışarıda yapabilirsin ve herkes seyredebilir. Hata yaparsan da bu utanılacak bir şey değil çünkü henüz öğreniyorsun. Ama eğer dans alıştırması yapacaksan bunu yer altında yapıyorsun. Dansçıları sadece bir gösteri yaptıklarında görüyoruz. Yani alıştırma safhası gizli, halka açık olan tek şey ise gösteri. Biz de bunu değiştirmek istedik. “Ya alıştırma da dışarıda yapılabilseydi?” Bu sebeple onlara kamusal bir alıştırma alanı tasarlıyoruz. Bu aynı zamanda diğerlerinin katılımını da teşvik edecek, kolaylaştıracak bir şey. Burada elbette birtakım cinsiyetçi eğilimler hakim. Dans edenlerin çoğu kız. Ama neden yer altında kalmalı, görünmemeli; sadece gösteri yapacakları, gerçekten iyi oldukları zaman teşhir edilmeliler? Onlar da herkesin önünde alıştırma yapabilmeli aslında. Bu mahallede Türkiye’de de var olduğunu bildiğim bir durum var; açık alandaki kamusal alanlar erkekler tarafından sahiplenilmiş. Bu durum İsveç’te ve dünyanın birçok yerinde aynı. Peki açık alandaki kamusal mekanlar nasıl kadınlar için daha güvenli bir yer haline getirilebilir? Kadınların da mekanı ödünç alınmış gibi değil kendilerinin gibi deneyimlemeleri nasıl sağlanabilir? Biz bu alanı dansçılar için, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tasarlayacağız, fakat daha sonra burayı herkes kullanabiliyor olacak. Proje üzerine iki buçuk senedir çalışıyoruz, bu sene ise inşasına başlanacak.
Son olarak MYCKET’la yaptıklarınızdan söz etmek istiyorum. Sanatçı, tasarımcı ve mimarların kurduğu bir grup. MYCKET’tan biraz bahsedebilir misin, hangi perspektifle üretiyorsunuz, nasıl projeler üretiyorsunuz?
Mycket İsveççede “çok fazla” anlamına geliyor. Sanat ve mimarlık alanında birçok farklı proje üretmeye çalışıyoruz. Örneğin dans grubuyla yaptığımız çalışma bir kamusal sanat projesi olarak başlayıp daha sonra belediye ve paydaşları da içine alan, sanat ve şehircilikle ilgili bir projeye dönüştü. Aynı zamanda iç mekan tasarımı, sanatsal araştırma projeleri de gerçekleştiriyoruz. “Club Scene” üzerine büyük çapta bir proje gerçekleştirdik. Bu projenin ana fikri gece kulüplerinin eve en yakın şey olması, insanın en kendi halinde olabildiği yer olması üzerine kuruluydu. Gece kulüpleri bu bakımdan özellikle kuir bağlamda oldukça önemli mekanlar. Tarihi olarak bir öneme sahip lezbiyen ve feminist gece kulüpleri üzerine bir araştırma yaptık ve bu kulüpleri günümüzde insanların gelip dans edebileceği birer mekan olarak yeniden kurguladık. Amacımız insanları bir mekanda toplamaktı ve gece kulüpleri aklımıza geldi. Böylece hem büyük bir kalabalık olacaktı hem de insanlar bir kulübe gidip eğlenmek için bu projeye katılacaklardı. İnsanlar geldiklerinde bir projenin parçası olduklarını biliyor, fakat aslında sadece güzel zaman geçirmek, eğlenmek ve dans etmek için geliyorlardı. Bu proje üzerinde üç sene çalıştık. Birçok etkinlik gerçekleştirdik. Bence bu biraz da tiyatroyla ilişki bir projeydi. Farklı mekanları bir geceliğine kulüp olarak yeniden yarattık ve bir sonraki gün her şey eski haline döndü. Proje bitiminde ise bir restoran/bar olarak işletilen Bitter Pills’e mekanlarını yeniden tasarlayıp tasarlayamayacağımızı sorduk. “Club Scene” projesinde edindiğimiz çoğu bilgiyi burada kullandık. Bir duvarda şehirdeki önemli barları gösteren bir duvar resmi yaptık. Bu da projenin bir sergisi gibiydi. Projeyi böylece geniş bir kitleye yaymış olduk.
Editörün notu: Söyleşi Burcu Bilgiç tarafından, kaydın deşifresi ve metnin çevirisi Şeyda Özcan tarafından yapılmıştır.