Hayat Gezince Güzel…

Sayısız yeri gezen ve gezdiği yerleri izleyicilerine aktaran Fatih Türkmenoğlu ile seyahatin onun için anlamı ve kentlerin hissettirdikleri üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Derya Yazman: Seyahat etmenin sizin için anlamı nedir?

Fatih Türkmenoğlu: İlk başlarda dünyaya dokunmaktı. Hayatın ne kadar çok alanına, dünyanın ne kadar değişik yerine gidersem, o kadar büyüyeceğimi hayal ederdim. Uzak ülkelerin insanları ile sohbet etmekten, onlarla aynı sofraya oturmaktan, yabancı bir ülkede sinemaya gitmekten sonsuz zevk alırdım… Artık o kadar sık seyahat ediyorum ki, hala bir anlamı var mı diye düşündüm açıkçası. Belki artık “yerinde durmama” sendromuna kapıldığımdan, benim için bir yaşam biçimi. Birkaç günden fazla bir şehirde kalınca sıkıntı basıyor! Bir de işin geldiği yer var. Artık “yeter” diyemeyecek ve duramayacak bir noktadayım. İzleyiciler televizyondan, ya da daha sonra www.cnnturk.com/HayatGezinceGuzel sayfasından programı izliyorlar. www.twitter.com/fthturkmenoglu, www.twitter.com/cnnturkcom ve www.facebook.com/cnnturkcom‘dan sürekli mesaj trafiği var. CNN TÜRK’ün uygulamasıyla cep telefonlarından seyredenler, aynı yerde daha önceki programla karşılaştıranlar… Evet, benim için artık bir yaşam biçimi ve daha da güzeli, “işim bu”!

DY: Mimari açıdan baktığımız zaman Türkiye’de sizde en fazla iz bırakan şehir ve bina hangisi?

FT: İstanbul’un yeri hep çok ayrıdır, öyle değil mi? Saraylara bayılırım, Dolmabahçe’deki Saat Kulesi’ni saatlerce seyredebilirim. Ama asıl etkilendiğim binalar, içinde yaşamın devam ettiği, geçen yüzyılın başı veya 1800’lerin sonunda yapılmış “apartmanlar”. Örneğin Teşvikiye Palas, benim için vazgeçilmez bir güzellik. Hemen karşıdaki Işık Lisesi’nde tüm çocukluğum geçti ve yıllar boyu ben Teşvikiye Palas’ı seyrettim… Teşvikiye’deki İzmir Palas’a, Belvedere’ye de hayran hayran saatlerce bakabilirim… Gene bayıldığım bir başka apartman, Gümüşsuyu’ndaki Hayırlı Apartmanı. Belvü’yü de es geçemem tabii. Galata’daki Doğan Apartmanı, Beyoğlu’nda Glavani… Bu arada özellikle Büyükada’daki bazı konaklara yalıların bir kısmına da bayılırım. Aslında içinde hala hayat olan ve güzel insanların girip çıktığı binalar etkiler beni en çok. Güzellikten kastım kuşkusuz “sarışın, uzun boylu, mavi gözlü” değil. Mütevazı olunabilir, kıt kanaat yaşanabilir; ama dik duruş, ütülü, temiz kıyafetler, eski usül çeki düzen… Ne garip, İstanbul Boğazı’ndaki dantel gibi işlenmiş yalıların arasında, gecekondu gibi duran apartmancıklar da vardır ya… Diğerlerinin güzelliklerini daha da belirgin hale getirir. Özellikle çocuklar doğmadan önce, iyi havalarda, hafta sonları, sabah 7’de evden çıkardık. Neredeyse tüm şehri yürüyerek dolaşırdık. İstanbul’da 15 saat yürüyerek dolaşmayı, güzel binaları seyretmeyi, aklımdan geçen şeyi yemeyi çok özledim. İstanbul dışında Eskişehir, Ayvalık, Edirne çok sevdiğim yerler. Hele Edirne; bakınca ne çirkin bir şehir kurmuşlar. Ama tarihi eserler öyle görkemli, tarih o denli zengin ki, yeni çirkin yapılar o ihtişamı bastıramıyor bir türlü.

DY: Türkiye’de yaşanabilirlik ve kentsel kalite açısından en sorunlu gördüğünüz yerler nereleri?

FT: Muhakkak İstanbul listenin üst sıralarında yer alır bence. Çekici güzelliğine karşın, insanı çok yoran bir şehir. Son yıllarda hava kirliliği yine hissediliyor. Yabancılar İstanbul’un toplu taşıma çeşitliliğine vurulsalar da, ben aynı kanıda değilim. Deniz taşımacılığı da, metro da yeterli değil. Bir de tabii ki çok pahalı bir şehir. Artık Avrupa’nın bazı şehirlerinden daha pahalı. Bazı Amerikan şehirlerinde yaşamaktan neredeyse iki kat daha fazla para harcamak gerekiyor. İyi yaşamak için harcanan zaman ve sinir bozukluğu da cabası. “Ama başka İstanbul yok, burası da dünyanın göz bebeği” diyebilirsiniz; o zaman diyecek sözüm yok!

Güneydoğu’da bazı yerleşim yerleri çok sorunlu. Park yeri yok, hava kirliliği var, terör hissediliyor. Onun ötesinde, maalesef yerel halkta da “kentlilik bilinci” oluşmamış. Bir valimizle sohbet ediyordum. “Ne zaman bir bank koysak, veya yeni bir elektrik direği diksek, ancak bir gece dayanıyor. Mutlaka söküyorlar, kırıyorlar, tarumar ediyorlar” dedi. Benim içim parçalandı. “Kentsel kalite”den bence o kentin insanları da sorumludur. Hani çok yaygın söylenen bir söz var ya, “temizlemek değil, kirletmemek önemli” diye. Bütün kalbimle katılıyorum. Kötü bina yapan, kamu malına zarar veren, yerleri kirleten, aracını kötü ve yanlış park eden herkes, kentsel yaşam kalitesizliğinden sorumlu. Buna “systems thinking” diyorlar: kısaca “herkes herkesi etkiler”. Maalesef bu bilincin yeterli gelişmediğini görüyorum birçok yerde.

Buna karşın, bazı küçük yerleşim yerlerindeki sahiplenmeyi, temizliği, güzelliği görünce de, içimi umut kaplıyor…

DY: Sıklıkla ziyaret ettiğiniz şehir ya da şehirler var mı? Her ziyaretinizde ne gibi farklılıklar gözlüyorsunuz?

FT: Çok var. Örneğin İzmir, sıklıkla gidiyorum. Çok seviyorum, ama maalesef yaşam kalitesinin giderek gerilediğini gözlemliyorum. Ama Ödemiş ilçesinin Birgi’si, bayıldığım bir yer. Binaların ve kentsel dokunun çok iyi korunduğuna şahit oldum. Çekül Vakfı da çok iyi çalışmış. Safranbolu kadar özel bir yer. Safranbolu ve Cumalıkızık da çok özel yerler. Bir de Taraklı’yı çok severim. Belediye Başkanı da çok çalışkan, yıllar içinde bozulmadan bakımlı hale gelişine şahit oldum. Her ziyaretimde çok mutlu oluyorum. Geçen hafta Gaziantep’e gittim; son on yılda herhalde beşinci ziyaretim. Bayıldım. Bir müzeler kenti olmuş. Tramvay bitmiş. Hayvanat Bahçesi ve Mozaik Müzesi ile bir imza şehir. Bir başka koşarak gittiğim yer de Eskişehir. Bir Orta Avrupa kenti gibi. Temiz bakılan bir yer. Çok güzel süslenmiş. Halk şehirliliği öğreniyor artık orada.

DY: Size göre kentlerin kimliğini belirleyen temel öğeler nelerdir?

FT: Yaşanmışlık… Belli imzaları olacak şehrin; örneğin saat kulesi, opera binası, 200 yıllık cafe, 150 yıldır açık olan müze, tarihi cami gibi. Bunların üzerine titrenecek. Temiz ve özenli duracaklar. Bu binaların önünde randevular verilecek, insanlar gelip geçecekler… Bu, benim bir şehirde ilk dikkat ettiğim şey. Bir başka özellik, fazla büyümüş şehirlerden korkuyorum ben. Mesela San Fransisko’nun nüfusu 800 bin. Bilgisayar dönemi ile, Silikon Vadisi ile ekonomi fırlamış; ama San Fransisko yerine çevredeki çok küçük diğer iller büyümüş. Sürekli rezidanslar, siteler dikilen, sınırları gitgide uzayan illeri sevmiyorum. Şimdi Antalya, İstanbul bu durumda ne yazık ki. Şehir nerede başlıyor, nerede bitiyor kestirmem lazım. O sınırlar kafamdaki haritada çizilmeyince de, rahat edemiyorum.

Yeşille, suyla karışması lazım şehrin. Nefes alması lazım. Şehrin kimliğine belirleyen bir başka temel öğe de, oraya has yemek kültürü ve bunun yaygın olarak hissedilmesi. İzmir’de boyozculardan haşlanmış yumurta ve boyoz almak gibi. Aynı boyoz, İstanbul’da hiç mutlu etmez beni. Ama burada da simiti hiçbir şeye değişmem…

DY: Gezdiğiniz kentlerde oranın yerel halkı ile hoş sohbetler gerçekleştiriyorsunuz. Bu sayede yaşadıkları yerlerle ilgili karşılaştıkları ne gibi sorunlara şahit oluyorsunuz?

FT: Program çekimi için geziyorum, kendim için geziyorum; sunuculuk ve moderatörlük yaptığım toplantılar için geziyorum, konuşmalar yapıyorum, üniversiteleri ziyaret ediyorum… Hep gördüğüm en büyük sorun, işsizlik. Türkiye’de de, dünyanın birçok köşesinde de, en büyük yara bence. Özellikle gençler, bir türlü hayatlarına başlayamıyorlar. Ülkemizin her köşesinde öğretmen olarak atanmayı bekleyen, pırıl pırıl gençlerle karşılaşıyorum. Kimini kumaşçıda kumaş keserken görüyorum, kimini müzede görevli olarak çalışırken buluyorum…

Şehirlerin büyümesi, hayatın pahalılaşması, ailelerin küçülmesi; yıllarca alıştığımız, genlerimize işleyen “korumacı aile”nin bitişini sağlamış sanki. Özellikle Anadolu’da yalnız yaşayan yaşlılara rastlıyorum çoklukla. Son zamanlarda arttığını da gözlemliyorum. Çocuklar evli barklı, başka kentlerde. Bazen de aynı şehirde. Ama genellikle kocası ölmüş yaşlı kadınlar, tek başlarına. Küçük kasabalarda, Ege’de, iyi havalarda herkes sokakta. O iyi bir terapi, paylaşım var. Ama İç Anadolu ve Doğu’da bu kültür de pek yok. Düşünün, bu yaşlı insanlar derneklere, sivil toplum örgütlerine, cafelere falan gitmeye de alışmamışlar… Bir de, sivil hareket demişken, ülkemizde yeni yeşeriyor böyle şeyler. Üniversite, hatta lise öğrencileri, hayatın bir yerlerinden el atmalılar. Yemek dağıtma, yaşlıyı ziyaret edip ona gazete okuma, sokaktan çöp toplama, spastik çocuklarla oyun oynama… Sanki hala böyle şeyler az. Yıllarca derneğin, toplanmanın yasak olduğu ülkemiz, aslında sivil toplumun doğduğu topraklar olduğunu unutmuş. Hatırlamamız için biraz daha zamana ihtiyaç var. Kime sorsan “ben yaparım kendim” der de, böyle şeyler kurumsal bir çatıda daha anlamlı adrese ulaşır sanki…

DY: Türkiye’nin turizm açısından önemli bölgelerini eşsiz doğal yapısı dışında fiziksel çevre (yapılaşma, altyapı ve kamusal mekanlar) açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

FT: Altyapı, birçok yerde büyük sorun. Didim mesela, bir sorun yumağı. Yıkıp yeniden yapmak lazım bence. Kamusal mekanların son hallerini çok beğeniyorum. Hastaneler, özellikle adliyeler çok güzel yapılıyor. İnsan bu tür binalara girdiğinde etkilenmeli. Biraz da zengin ülkenin makyajıdır bunlar, zenginleştiğimizi böyle hissediyorum ve çok mutlu oluyorum. Bu fazla uzayan, sınırları gitgide sonsuza uzanan şehircilik anlayışından ise son derece rahatsızım. Ben eskinin korunması, yeni yapılanın bir tarzla yapılması ve şehirlerin de fazla büyümemesi gerektiğini düşünüyorum. Onun yerine altyapı sağlamlaşsın, ulaşım ağı yayılsın, yaşam kalitesi artsın… Bugün metroya binemiyorsak, vapura binmek için sıra bekliyorsak, bu ciddi bir sorunun işareti. Hayatta en nefret ettiğim şehirler Jakarta ve Tokyo olmuştu. İkisi de çok büyük, çok zengin, çok kalabalık. Çok üzücü hayatlar vardı oralarda. Çok zenginler hariç herkes çok mutsuzdu… Bir de son yıllardaki ağaçlandırma çalışmaları beni çok mutlu ediyor. Bir gün, İstanbul’un bir ucundan diğerine araba kullandım. Kendimce bir deney yaptım ve gözlerim her an mutlaka yeşil gördü. Daha da artsın istiyorum.

DY: Sizce Türkiye’de kültürel değerler ve turizm açısından potansiyele sahip yerler nereleri?

FT: Birgi patlayacak bence. Çok özel bir yer. Hiç bozulmamış; sapa sağlam kalmanın özelliğini iyi kullanmış. Yıllar içinde yavaş yavaş kabuğundan çıkması da iyi olmuş; birden şok yaşamamış. Taraklı ve Cumalıkızık’a turlar düzenlenmeye başladı. Bundan hem korkuyorum, hem seviniyorum. Gene o bölgede Geyve de çok özellikli. Henüz yeni tanınıyor.

Sapanca’da ciddi bir potansiyel var; ama bir cansızlık havası serilmiş kentin üzerine. İstanbul’un yanında, ama bambaşka bir dünya. Maalesef hep gri. Stil yok. Mutluluk hissedilmiyor. Giden insan göle ulaşamıyor… İyi bir proje olarak ele alınabilir. Bir de Gaziantep, daha önemli bir ziyaret noktası olacak. Dünyada bu kadar önemli müzenin bulunduğu başka şehir yok. Gökyüzü İzleme Merkezi bile açılmış; daha ne olsun! Mardin ve Urfa belki ileride daha iyi pazarlanabilir. Karadeniz yayları için de yurt dışından turist akınları bekliyorum. Ben memleketimi o kadar çok seviyorum ki, belki bencil davranıyorumdur; ama bence dünyanın en güzel ülkesi burası. Her karış toprağı turizm açısından değer ve bir gün tüm dünyanın benimle hemfikir olacağına inanıyorum.

Fatih Türkmenoğlu ile Hayat Gezince Güzel programı her Cumartesi saat 13:15’te CNN TÜRK’te ekrana geliyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın