“Tasarım Denilen ve O Zamana Kadar Pek de Bilinmeyen…”

Salt'ta buluştuğumuz Bediz Koz ile "Salon" sergisi, Butik A'nın mimarlık serüveni ve kendisinin tasarıma bakış açısı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Salt’ın son zamanların en çok konuşulan sergilerinden birine, bizi eskilere götüren “SALON“una davetliyiz.

“Bizim evde de aynı böyle bir koltuk vardı,” diyeceğiniz besteci Ulvi Cemal’in mobilyalarını tasarlayanlar, bir dönemin Ankara’sında iç mimarlık ve mobilya konusunda trendleri belirlemiş ve mimarlığa yön vermiş Butik A.

Söyleşimizin konuğu ise Butik A’nın kurucularından Bediz Koz.

Biz de sizin için Bediz Koz ile sergi ve Butik A’nın çalışmaları ile ilgili görüştük.

Derya Gürsel: Serginin omurgasında büyük role sahip olan 1960’ların Ankara’sından ve dönemin mimarlık üretiminden biraz bahseder misiniz? Nasıl bir ortamda Butik A’yı kurdunuz? Neler yaşadınız?

Bediz Koz: Aslında şanslıydık. Çok bakir bir sahada çalışmaya başlamıştık. Toplum olarak bu alana hiç alışılmamıştı. İnsanların önüne yepyeni bir konuyla çıkıyorduk. Yani aslında o açıdan o kadar da şanslı değildik. Şimdi herkes iç mimarlık nedir dergilerden evlerine yaptıkları uygulamalardan bir nevi daha aşikar. O dönem öyle bir şey yoktu. Öğrettik demeyelim ama yeni bir şey sunuyorduk.

Biz okulda aldığımız eğitimden dolayı ve sonradan Ankara’da içinde bulunduğumuz sanatsal ortamdan çok etkilendik. Dolayısıyla Ankara hala bir çok şeyin başlangıcıdır benim için. İlk iyi resim sergileri, ilk opera, konserler. Bu açıdan Türkiye’ye de yeniliği getirmiş bir şehirdir. Kendimi şanslı hissediyorum çünkü akademide okuduğum sıralar hiç böyle bir ortam yoktu. Şimdi İstanbul bir Dünya metropolü oldu o başka. Ve çevremizde de dönemin iyi mimarları, müzisyenleri, balerinleri dostumuz, arkadaşımız olmuştu. Bu nedenle de bu ruhu kendi çalışmalarımıza yansıtmaya başlamıştık.

DG: Bu tasarım serüveni boyunca kimlerle beraber çalıştınız? Kimler ile etkileşim içerisindeydiniz? Butik A’nın ruhu kimlerden besleniyordu?

BK: Ben ilk olarak Selçuk Milar’ın yanında, çok kısa da olsa çalıştım. Tasarım denilen, o zamana kadar da pek bilinmeyen bir kavramın nasıl olabileceğini Milar’dan öğrenmiş sayıyorum kendimi. Tabi akademide böyle bir eğitim aldık ama… Kişilere özel yapılan tasarımların üretilmesi fikri, Selçuk Milar’dan etkilenerek geliyor. O açıdan ben kendisini rahmetle anıyorum.

Ondan sonra büyük şansımız, çok da küçük bir mekanda çalışmaktı. Hatta eşim derdi ki “Bir takım koyduğumuz zaman eğer bir müşteri gelirse birimizin dışarı çıkması gerekiyor,”. Cemiyette küçük. Farkına varıldık. Bu bir sanat görüşünü mevcudiyetini gösteriyor Ankara’da. Ulvi Beyler, Suna Kan, Meriç Sümen, Orhan Peker, Şevki Vanlı, Neşet – Şaziment Arolat, Bedia – Cengiz Bektaş… Bunlar hep aynı ortamda aynı konular ile çalışmış olmaktan haz aldığımız insanlardı. Birbirimize muhakkak etkilerimiz oldu.

Nitekim aşağıda gördüğünüz Ulvi Bey’in divanı, ben hala tam olarak hatırlayamıyorum mesela. Azmi’nin midir Neşet’in midir? Çünkü Şaziment demişti ki bunu 1964 yılında bizim eve yapmıştınız, Neşet çizmişti. Ama bakıyoruz 1962 yılında Ulvi Bey’e yapmışız, arada fark var. Aynı çizgi değil. Birbirimizden etkilenmişiz. Bu sanatçılar arasında olabilecek bir şey.

Ayrıca hala hayret ediyorum. İçten’in verdiği özeni de gösteriyor bu mobilyaların hala ilk günkü gibi duruyor olması.

DG: Ama bu bir yandan Butik A’nın üretiminin de ustalığını da gösteriyor. Hem ne kadar kaliteli, hem ne kadar dayanıklı bir işçilik olduğunu.

BK: Tabii evet. Artık torunlar geliyor bana, en ufak bir bozulma yok bize kalan mobilyalarda ama sıkıldık yenisini istiyoruz, yeni tasarımlarınız neler diyorlar. Yani hakikaten iyi bir işçilik. İyi bir detay çözümü.

Benim mesela başka bir kütüphane tasarımım vardı ne bir çizimi ne bir fotoğrafını bulamıyorum. Kime verdik onu da bilmiyoruz. İstiyorum ki tekrar üretelim. Aslında basitte bir detay çözümü var. Aynı eski dergilerle kitaplarla yeniden yapalım da isterdim bu sergi için.

Ulvi Bey’lerin evinin tümünün müze olmasını da isterdim… Daha ne kadar bu haliyle korunabilirki? O evde de çok güzel bir kütüphanemiz var ama o da sökülemiyor.

DG: Üretiminizin kavramsal zeminine inecek olursak, aslında tasarımlarınız modernizmin ilk yansımaları olarak değerlendirilirken diğer yandan özel üretim, kişiye özel tasarım yapıyorsunuz.

Yani kavrama biraz çelişkili yaklaşırsak, 1930’larda modernizm seri üretime vurgu yapıyordu. Herkes için tasarım anlayışı vardı. Fakat pahalı malzemeler kullanılıyordu ve bu üretimin her tabakaya nasıl indirgenebileceği sorun teşkil ediyordu. Siz bugün bile her evde olabilecek ama aynı zamanda kişiye özel olabilecek tasarımları nasıl yakaladınız?

BK: O na bakarsanız demin söylediğiniz gibi Bauhauseu’cular üretimin artması için çalışmıştır ama yine onun için yapılan mobilyalar çok pahalı eşyalardır. Marcel Breuer’ın koltuklarını düşünün. Seri üretime girmiş olsalar bile her zaman pahalı objeler olmuştur.

Benim eşim özellikle fazla kendini bu akıma dahil etmek istemedi. İşi ticarete döktüğünüz zaman satışını da düşünmeniz lazım. Atölyeden çıkıp fabrikasyona gitmeniz lazım. Daha sanatsal düşündü benim eşim. Ben daha farklı düşünebilirdim belki de.

Betül Atasoy: Kalıcılık kavramı üzerinden konuşursak. Siz tasarımlarınız için bu kavram da öne çıkıyor. Bunu nasıl başardınız ve bugün herşeyin bu kadar hızla değiştiği bir çağda tasarımda kalıcılık mümkün mü sizce?

BK: Geçmişe dönelim. 30’lara, 40’lara, 50’lere döndüğümüz zaman onlar hakikaten çok büyük bir devrim yapmışlardı. O sırada cemiyetlerin hiç alışık olmadığı bir sanat objesi yaratıldı adeta. Her dönemde farklı kriterlerle fakat. Ve kalıcılar hala. Modern klasik oldular. Bir modeli yok yani. Güçlü tasarım aslında kalıcıdır diyebilirim. Bir masanın köşesini eğri yapsam modern olacak diye bir şey yok. Beğeniyle ve tasarım gücüyle örtüşüyor.

DG: Kızınız Defne Koz da ünlü bir tasarımcı. Onda size ait bir şeyler görüyor musunuz? Tasarımları size benziyor mu?

BK: Hayır benzemiyor. Kesinlikle çok farklı. Ama etkilendiği yönleri olduğu tabi

DG: Çok net söylediniz. Peki ne yönleriyle farklı ve hangi yönleriyle etkilendi?

BK: Benzemiyor diyorum ama dikkat ederseniz Defne’nin de kalıcıdır tasarımları. Bizimkiler de öyleydi. En azından o konsepti verebildik kendisine. Bence o daha fazla yaratıcı. Bir çok alanda çalışabiliyor. Biz sadece mobilya üzerine gittik.

DG: Siz de bir bayan tasarımcısınız ve herşeyin yeni başladığı bir dönemde bir de kadın kimliğinizle yer aldınız. Bunun sizin için bir zorluğu var mıydı?

BK: Zorluğu, aslında eşim benim çalışmamı istemiyordu en başta. Zaman zamanda ara verdim. Çocuklar büyürken mesela. Bu mücadelenin içinde kendimi çok hissettim.

Ben yeterince kendimi ifade edebildiğimi de sanmıyorum bu nedenlerden dolayı. Çünkü tasarım insanın tüm enerjisini isteyen bir şey aslında.

Ama Defne öyle değil. Bir çocuk düşünün. Okuldan çıkar gelirdi büroya. Devamlı bir üretimin içinde. Ve her türlü özgürlük ona verildi. Belki bir kadın olarak daha şanslı.

DG: Peki son olarak Salt’taki Salon sergisinden yola çıkarsak, ürünlerinize baktığınızda tüm bu tasarım serüveninizi ve Butik A’nın çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

BK: Biz Ankara’da bir dönem çok faaldik. Herkes bizden çok haberdardı. Ama yine de ben kendi istediklerimi yeterince yapabildiğim kanısında değilim. Daima arz talep meselesi üzerinden yürüyen bir meslek olduğundan, her ne kadar ticaretten uzağım deseniz de, alışveriş üzerine kurulu bir düzendi. Ama yine de hiç bir zaman da taviz vermedik. Örneğin bu işe başladığımız zaman rustik mobilya modası çıktı. Biz hemen rustiğe kaymadık. Bir görüşümüz vardı. Belki uç noktalarda, daha yaratıcı tasarımlar yapmadık. Ama daha kalıcı şeyler yaparak, bir nevi klasikleşmiş eşyalar yaptık diyebilirim. Klasik yaratmak.

DG: Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

BK: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın