New Jersey Institute of Technology'de akademisyen olarak görevini sürdüren tanınmış mimarlık tarihçisi Zeynep Çelik ile mimarlık ve sanat tarihi disiplinlerinin kendi özellerinde ve güncel mimarlık pratiğindeki yeri üzerine konuştuk.
Zeynep Çelik: Mimarlık tarihine ilgim İTÜ’deki mimarlık öğrenimi yıllarıma gider. 1970’lerde, bazı istisnalar dışında, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde teknik bir determinizm içinde ve öğrencilerin kritik potansiyeline saygı duyulmadan verilen derslerde boğulurken, Doğan Kuban’ın yönetimindeki Mimarlık Tarihi Kürsüsü tamamen başka bir hava içinde, mimarlığı çeşitli perspektiflerden, toplumsal ve politik gelişmelerle kesişmeleri, diğer sanat akımlarıyla, edebiyatla alışveriş içinde bir kültürel üretim olarak ele alıyordu. Afife Batur’un ondokuzuncu yüzyıl mimarisine giriş olarak Sanayi Devrimi dersini hala kendi sesinden duyarım. Ayrıca, gerek İstanbul’da, gerek Bursa ve Edirne gibi şehirlerdeki gezilerimizin mimarlık tarihini anlayıp sevmemde büyük rolü olmuştur. Bu gezilerden birinde Doğan Bey’in elini bir tarihi duvarın üzerinde gezdirerek, “İşte bu duvarı okşamanız, sevmeniz gerek,” demesiyle uzun zaman eğlenmiştik, ama mesaj içime gayet derin işlemişti.
ZÇ: Mimarlık tarihi tanımını görüşlerini saygıyla benimsediğim iki usta tarihçiye dayanarak yapmak isterim. Bu klasik tanımlardan ilki doktora yöneticim Spiro Kostof’a aittir. Kostof, A History of Architecture: Settings and Rituals (1985) adlı kitabında mimarlık tarihini dört noktada açıklar: 1. Binaların çeşitli yönleri bir bütünlük içinde incelenmelidir (örneğin, estetik boyut strüktürden ayrılmamalıdır); 2. Binalar kendi başlarına değil de, daha geniş bir fiziksel çerçeve içinde anlaşılmalıdır (yani, Süleymaniye Camisi’ni külliyesinden ayırarak inceleyen bir yaklaşım eksik kalır); 3. Boyutları ve statüleri ne olursa olsun, bütün tarihi binalar geçmişin parçası olarak görülmelidir; 4. Binaları etkileyen dış unsurlar (sosyal, ekonomik, kültürel, politik) mimarlık tarihinin anlam kazanması için şarttır. Tabii bu ideal bir liste. Formül gibi kullanılması yanlış olur.
John Summerson tarafından yapılan ikinci tanım ise mimarlık tarihçisinin şehre bakışını gösterir. Summerson, sadece anıtsal mimarlığa odaklanmak yerine “kent dokusunun tarihi”nin göz önüne alınmasını önerir. “Asıl konu, her zaman kentin elle tutulur özü, maddesi,” yani “mermerin, harç ve tuğlanın, çelik ve betonun, asfalt ve molozun, tren ve tramvay raylarının oluşturduğu fiziksel kütledir” der ve bu kütlenin toplumsal, ekonomik ve siyasi konulara bağlı olarak irdelenmesinde ısrar eder (John Summerson, “Urban Forms,” The Historian and the City, editorler: O Handlin ve J. Burchard, 1963).
ZÇ: Mimarlık tarihine sadece mimarlık okulları ve mimarlık mesleği açısından bakıldığı zaman, böyle bir kanıya kapılınabilir. Bu konumda (ve galiba bütün dünyada) mimarlık tarihi genellikle bir “destek” dersi olarak görülüyor ve mimarlık tarihinden stüdyoya, örneğin strüktür veya yapı bilgisi gibi derslerde olduğu üzere, direkt bir bağlantı bekleniyor. Halbuki, gerçek bir tarih anlayışının pratikle ilgisi çok daha karmaşık, tarih bilgisinin hazmedilmesi, tarihi bilincinin gelişmesi yıllar alan, uzun bir süreç. Aksi halde tarih, mimarların elinin altında bir model repertuvarı haline geliyor. Her an karşılaştığımız sorumsuz referanslar bence bu aceleci, eksik anlayışın ürünleri. Bir örnek vermek gerekirse, Palladio’nun, tasarım kompozisyonunda klişe haline gelmiş, eksenlere, bina imajinda pencerelere indirgenen popülerliğini düşünelim. Halbuki, stüdyo kültüründe ögrencilere iletilmeyen Palladio’dan alınacak pek çok başka ders var. Villalarda oturan çiftlik sahiplerinin yaşam tarzları ile tarım koşullarının bağlantı ve tezatları, buralarda çalışan işçilerin mekanları, sınıfsal ilişkiler, tarımsal binaların nitelik ve yerleşimleri, karmakarışık işlevleri, hatta hayvanlara ayrılan mekanlar gibi… Buna benzer basitleştirmeler, bizim mimari kültürümüze de epeyce yerleşmiş: sofa, cumba, saçak derken uzun ve katlamlı bir tarih dinamizmi birkaç öğede donduruluyor. Şu “Türk evi” denen kavrama da kritik olarak bakmanın zamanı geldi sanırım.
Diğer yandan, mimarlık tarihinin giderek artan disiplinlerarası rolü mimarlık okullarının ve mesleğinin sınırlarını aşmasına neden olmakta. Mimarlık tarihi artık toplumsal tarih, edebiyat, coğrafya, antropoloji yazımına ve derslerine girmiş durumda. Mimarlık, politik, sosyal, ekonomik, kültürel üretimin bir elemanı olarak görüldüğü zaman, tarihin geniş çerçevesi içindeki yeri büyük anlam kazanıyor. Fiziksellik, tarihi olayları açıklamakta diğer kültürel prodüksiyonlardan farklı değer taşıyabiliyor. Disiplinler arası gidiş-gelişlerin yoğun olduğu, hatta disiplinler arasındaki sınırların eridiği bu dönemde, mimarlığa özel bir görev düşüyor. Mimarlığın kendisi özgün döküman olarak, diğer (metinsel ve görsel) dokümanlarla eş bir sekilde, bilimsel söyleve girmekte. Örnegin, Frankfurt modern mutfak projeleri kadının modern toplumdaki yeni rolü hakkında önemli ipuçları veriyor. 1860’larda Viyana’daki Ringstrasse projesi Habsburg İmparatorluğu’nun batısında gelişen liberalizmin imajını şehre dokuyor. Kendi çalışmalarıma bir gönderme yapmak gerekirse, şu sıralar Türkçe çevirisi çıkacak olan İmparatorluk, Mimari ve Şehir (İngilize baskısı 2008) başlıklı kitabımda incelediğim konular arasındaki, imparatorluğun dört koşesine yayılmış geç Osmanlı dönemi resmi binalarının (hükümet konakları, belediye merkezleri, postaneler, telgrafhaneler, karakolhaneler, hastaneler, okullar, vb), bu dönemin merkezileşme politikasını somut bir şekilde göz önüne koyduğunu düşünüyorum.
ZÇ: Bu konuda genelleme yapabilmek zor. Yine de, projeye yönelik bir eğitimden geçen mimarların mimarlık ve sanat tarihiyle ilişkisinin formel boyutta kaldığı söylenebilir. Yıllardır mimarlık okullarında ders vermekten edindiğim sonuç, mimarlık tarihinin kalıplar içinde statikleştirilmiş, hatta parmakla sayılır binalara indirgenmiş olması. Kanımca, mimarlığın sosyal, politik, kültürel, ekonomik ve sanatsal bir ürün olduğunun da anlaşılması mimarlık mesleği için önemli. Pratik gerçekleri nedeniyle, ekip çalışması gerektiren, teknolojinin, ekonominin, toplumun, kültürel gelişmelerin ortasında, disiplinlerin kesiştiği noktaya yerleşmiş olan bu mesleğin kendi tarihine daha derin, daha karmaşık bir şekilde bakması pek büyük bir çaba gerektirmemeli diye düşünüyorum. Fakat mimarlık eğitiminin belli bir inatçılığı var, ve bu inat, ne kadar güçlü olursa olsun, mimarlık tarihi derslerini kenara itebiliyor.
ZÇ: Tarafsızlık bence tarih yazımı için geçerli bir kavram değil. Her araştırma, yazarının kimliğinin, düşünce çizgisinin, yazıldığı zaman ve çevrenin ürünüdür ve bu konumda anlaşılmalı ve değerlendirilmelidir. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında yazılmış bir tarih metnini bugünün kriterlerine göre okumak anlamsızdır, ama aynı metin tarihsel çerçevesi içine yerleştirildiğinde gayet değerli perspektifler açabilir. Benzer şekilde, klasik mimarinin on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sındaki yorumu, Faşist İtalya’dakinden çok farklıdır. Bu fark ise tarihi referansların yoruma ne kadar açık olduguna, hatta ne kadar kaypak olduğuna işaret eder. Tabii bu, daha yakın zamanlar için de söz konusudur. Kullanılan sözcükler, teorik referanslar bile bakış açıları hakkında ilginç ipuçları verir. Mimarlık tarihi yazımında Foucault referansları bizi 1980’lere götürürse, Lefebvre’in popülerliği bu yüzyıl başına aittir. Bu önemli soru üstüne, hatta taraflılığın sorumluluğu konusunda son otuz yıldır çok ilginç sey söylendi. Edward Said’in The World, The Text, and the Critic (1983) başlıklı kitabını, mimarlıkla direkt ilgisi olmasa da, kritiğin etrafinda olan bitenle ilişkisini ve bir entelektüel olarak sorumluluğunu tartıştığı için tavsiye ederim. Histografya çalışmaları da konuya çok ışık tutmuştur. Günümüzde ise, tarafsızlık bir yana, “bildiğimizden fazla şey söylememe” prensibi yerine “ne hissettiğimiz ve düşündüğümüz” aranmaktadır (bkz. Michael Wood, “The Question of Shakespeare’s Prejudices,” New York Review of Books, v. LVIII, No. 20, 22 Aralık 2011). Bundan kastedilen, tabii ki tarihçileri hikayeler uydurmaya teşvik değildir; ama tarihçiden, edebiyat kritiğinden beklenen sonu açık yorumlar, kesin sonuçlardan ziyade sorulardır.
Altını çizmek istediğim bir başka nokta, sadece tarih yazımının değil, özgün belgelerin de tarafsız olmadığıdır. Örnekler sonsuz… Osmanlı devletinin dökümanları resmi bir görüşü yansıtır; Abdülhamid devri dergilerinde yayınlanan yazılar bir sansür ortamının ürünüdür; fotoğraflar fotoğrafçının gözünden, çekildikleri amaca göre şekillendirilirler…
ZÇ: Günümüzde mimarlık kuramını şu veya bu ülkenin özeline bağlamak pek kolay değil. Osmanlı ve Türkiye mimarlık tarihi üzerine yazılan pek çok kitap ve makale Türkçe değil, Türkiye’de basılmamış, yazarları ise Türk olabilir veya olmayabilir. Kanımca, Heghnar Watenpaugh’un 16 ve 17. yüzyıllarının Halep’i üzerine yazdığı kitap da (The Image of an Ottoman City: Imperial Architecture and Urban Experience in Aleppo in the 16th and 17th Centuries, 2004) , Shirine Hamadeh’nin 18. yüzyıl İstanbul incelemesi de (The City’s Pleasures: Istanbul in the Eighteenth Century, 2007) Osmanlı mimarlık tarihi literatürünün önemli eserleridir.
Tabii ki Türkiye’de, Türkçe üretilmiş pek çok önemli araştırma ve metin var, Uğur Tanyeli ve Ali Cengizkan’in Cumhuriyet devrini inceleyen eserleri gibi… Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dergisi her sayıda genç tarihçilerin ilginç yazılarını yayınlıyor. Liste kolaylıkla uzatılabilir… Bu zenginlik kendi tarihi konumuna oturtulduğunda, disiplinin Türkiye’de (geç Osmanlı devrinden itibaren) gelişmiş olan histografyası ilginç sorular ortaya koyar. Son yıllarda basılan ve histografyaya kritik açıdan bakan üç toplu yayın disiplinin çeşitli boyutlarını ustaca göz önüne sermiştir: Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi’nin biri mimarlık (2009), diğeri şehir tarihi (2005) üzerine hazırladığı iki cilt ile Sibel Bozdoğan’la Gülru Necipoğlu’nun editörlüğünü yaptığı Muqarnas (2007) dergisinin özel sayısı.
ZÇ: Mimarlık tarihine, mimarlık mesleğinin dışında duyulan geniş ilgiden daha önce bahsettim. Nitekim, pek çok önemli mimarlık tarihçisi mimarlık eğitimi almamıştır, genellikle sanat tarihinden gelirler. Hatta eski nesil mimarlık tarihçileri arasında mimar yok gibildir. Nikolaus Pevsner, Siegfried Giedion, Richard Krautheimer hep sanat tarihi geleneğinden yetişmişlerdir. Bu durum şimdilerde değişmiş olsa da, sanat tarihi bölümlerinin doktora programları mimarlık eğitimi almamış öğrencileri kabul etmekte ve güçlü mimarlık tarihçileri yetiştirmeye devam etmektedirler. Kısaca, mimarlık tarihçisi olmak için mimar olmak şartı yoktur. Ama, galiba mimar olan mimarlık tarihçileri ile mimar olmayanlar arasında bazı yaklaşım farkları var. İstisnalar bir yana, mimarların binaların fiziksel nitelikleri ile mekanları anlamaları, okumaları daha duyarlı olabiliyor.