“Kutularla sergilemeyi seçtim çünkü bir galeride sergi nasıl yapılır pek emin değildim”

Garanti Galeri'de açılan sergisi için İstanbul'da olan tasarımcı Konstantin Grcic ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Şevin Yıldız: İlk olarak şu an Garanti Galeri’de yaptığınız serginin önemini sormak istiyorum. Bu sergi hem profesyonel hem de kişisel hayatınızda nerede duruyor?

Konstantin Grcic: İlk olarak şunu söyleyebilirim, gerçekten çok sevdiğim bir şehre gelmek çok büyük bir zevk. Daha önce dört kez İstanbul’a gelmiş olmama rağmen ilk kez iş nedeniyle buradayım ki bence seyahat etmenin en cazip şekli iş seyahatleridir. Burada sadece turistik faaliyetlerin içerisinde değilim, çok güzel insanlarla tanışma imkanım var. Bu şekilde buradaki gündelik hayatı da daha iyi algılıyorum. Profesyonel açıdan baktığınızda da gerçekten işini bilen profesyonel bir galeriyle çalışmak çok hoş ve cesaret verici bir tecrübe. Buradaki insanlar sadece profesyonel değiller aynı zamanda işimle de ilgililer. Her detayı umursuyorlar ve ben de bunu baştan beri hissedebiliyorum. Bu tip bir ilgiyi her zaman bulmak mümkün değil. Artık projenin oluşum aşaması bitti, oysa aylardır süregelen bir diyalog ve iletişimin ürünü bu sergi, size saygı duyan ve sizin de saygı duyduğunuz insanlarla ortaya çıkmış bir iş.

ŞY: Neden kutular? Serginizin sergileme biçimini neden kutular üzerine kurguladınız? Bu kutular üretimden yeni gelmiş örnek parçalar gibi duruyorlar. Ürünleriniz ilk geldiğinde de ofisinizde de böyle bir manzara mı var?

KG: Kutularla sergilemeyi seçtim çünkü bir galeride sergi nasıl yapılır pek emin değildim. Böyle bir sergi kolayca bir mobilya showroomuna dönüşebilirdi ki bu hiç doğru bulmadığım bir manzara olurdu. Ayaklar üzerine koyduğumuzda ise müze benzeri bir ortam oluşabilirdi, bu da benim için doğru yaklaşım değildi. Kutular ise bir şekilde daha uygun bir yaklaşım arama çabası. Kutuların ağzı yarı açık, bu da üretim sonrası görüntüsü veriyor. Ama nakliye kutularından farklı olarak, bu kutular beyaz. Buradaki beyaz renk seçimi ise müzeye ve müze kaidelerine bir gönderme. Böylece içe dönük beyaz kaideler oluşturarak objeleri bu kaidelerin üzerinde değil içinde sergilemeyi başardık. Sergilenen her objeyle orantılanan beyaz alan ise çok yoğun bir mekan oluşturuyor ve bu yoğunluk da objeler için gerginlik yaratıyor. İşte bu yüzden ben de ziyaretçiyi her bir objeye tek tek bakması için zorluyorum. Karşıdan serginin bütününü görseniz bile objeleri detaylı görmek için yanlarına gelip, kutuların içlerine bakmanız gerekli. Bu şekilde de serginin içine merak öğesini yerleştirmiş oluyorum.

ŞY: Peki müzelere dair hissetiklerinizi de göz önünde bulundurursak, MOMA’daki sürekli koleksiyonun bir parçası olmak konusunda ne hissediyorsunuz? Bildiğim kadarıyla lambalarınızdan biri tasarım koleksiyonuna alındı.

KG: Bence oradaki koleksiyonun bir parçası olmak bir onur. Müzelerin iyi olduğunu düşünüyorum. Ben müzeye gittiğimde çok sıradan ve gündelik şeyleri görmeyi çok seviyorum. Bu açıdan bakıldığında koleksiyona alınmış olmam çok güzel ama tabi ki hiçbir zaman bu bir amaç olmadı. Hiçbir zaman tasarımlarım müzelerde sergilensin diye yola çıkmam. Müzelerde yer almak zamanla ve küratörlerin insiyatifleriyle oluşan bir şey.

ŞY: Kısaca ofisinizdeki çalışma biçiminden ve tasarım ekibinin organizasyonundan bahsedebilir misiniz?

KG: Ofiste genelde 4-5 kişi çalışıyor. Sanırım ofisin kurucusu olarak ofis yapısı daha çok benim etrafımda kurgulanıyor. Ben her zaman her projenin başlangıç safhasında yer almak ve projeyi oluşturan düşünceyi ortaya koymak isterim. Bu düşünce ürüne yön veren şeydir. Benimle çalışan asistanlarımla çok yakın çalışırız. Hepsi çok iyi insanlardır ve sorumluluk sahibidirler. Kendi tasarım düşüncelerini ve yaklaşımlarını da çoğu zaman benimle paylaşırlar. Ama gene de bütün bunların ötesinde hala işlerin arkasındaki ana beyin benim ve tıpkı bir film yönetmeni gibi işleri yönetmeye çalışıyorum. Her projemde bir asistanla çalışıyorum. Biz ofiste takım olarak çalışmayız, her zaman bire bir çalışırız. Bu asistan bir projeyi baştan sona benimle yürütür ve benim yetişemediğim noktalarda işin yürümesi için projeye odaklanır. Benimle bu şekilde çalışan kişilerle uzun süredir beraberim ve aramızdaki kimya çok doğru, öyle ki bazen hiç konuşmadan bile birbirimizin ne istediğini anlarız. Paylaşım açısından her şeyin açık ve net olduğunu düşünüyorum. Yeri geldiğinde bir şeylere hayır deme veya bir şeyleri öne itme insiyatifim var. Gene de belli yönlere ittiğim çalışmaların da arkalarında sağlam nedenlerim olması gerekli. Yani sonu diktatörlük olan bir nevi demokrasi ortamı diyebiliriz. (Gülüyor) Tabi ki bu işin espirisi, ama gene de tasarım kişisel imza ve özgünlük isteyen bir alan, bizim ofiste de imzanın benim olması normal.

ŞY: Bu soruyu sormamın bir başka sebebi de sizin küratöryel çalışan tasarım ekipleri hakkında ne düşündüğünüzü merak etmem. Siz de zaman zaman gerek başka sergiler olsun gerek de kendi işleriniz olsun, küratörlük yapıyorsunuz. Birgün siz de Droog Design örneğinde olduğu gibi farklı tasarımcılarla çalışan bir küratör- tasarımcı olmayı ister misiniz? Böyle bir tasarım platformu hakkında ne düşünürsünüz?

KG: Bu soruya sadece kendi tecrübeme dayanarak cevap verebilirim. Bu bahsettiğiniz çalışma biçimi bazen yürür bazen de yürümeyebilir. Kimyası tutan doğru insanlardan oluşan ekipler bulmak ve oluşturmak çok zor bir iştir. Bu tip ekiplerde kişileri kolay kolay ve sıklıkla değiştiremezsiniz. Benim açımdan Droog Design’inkine benzer paylaşıma açık sürekli farklı tasarımcıların davet edildiği bir ortam yaratmak pek mümkün değil. Ekiplerle çalışmayı seviyorum. Zaten biz de ofis dışından farklı ekiplerle – mühendisler, üreticiler vs – çalışmak durumundayız. Ben bu tip yapılanmayı kimin ne yaptığı belliyse seviyorum. Bu da zaten bizim neden beraber çalıştığımıza bir örnek. Neden bu insanlarla çalışıyoruz, nasıl çalışıyoruz? Benim için sadece güçlü olduğumuz için beraber olmamalıyız. Bana göre ekip benim tanıdığım ve nasıl çalıştığını iyi bildiğim insanlardan oluşmalı.

ŞY: Bir söyleşinizde iyi tasarımın çok kişisel düşünme alanları yaratabildiğini söylemişsiniz. Sizin tasarım yaklaşımınızı ele alırsak bu kişiselliği yaratan nedir? Örneğin insan ilişkilerine olan yaklaşımınız mı, espri anlayışınız mı veya belli kavramları okuma biçiminiz mi?

KG: Aslında sanırım hepsi. Kötü bir cevap biliyorum çünkü net değil. Ama bu konuda bir şey söylemek de zor çünkü hangi projenin ne tip bir kişiselliğe ihtiyaç duyduğunu bilmek içgüdüsel bir şey. İşte belki de kişisel düşünme alanı dediğim şey budur. Sadece tek bir şeyden bahsedersem bu komik olabilir çünkü o zaman bu yaptığım işi sıradanlaştırabilir. Aslında bu kişisellik projeden daha çok benim ruh halime, ogünkü ruh halime bağlı. Hepsi bir araya gelince de özgür kişisel alanı oluşturuyor.

ŞY: Projelerinizde hep bir bitmemişlik duygusu olduğunu ve bu nedenle üretilmiş projelerinizde bile sizi rahat bırakmayan bir geri dönüş ihtiyacı olduğunu söylüyorsunuz. Kendi yaratıcı alanınızı böyle bir bitmemişlikle mi besliyorsunuz?

KG: Kesinlikle. Bence bu çok gerekli bir şey. Eğer bitmişlik veya mükemmelik duygusuna sahip olsaydım nasıl olurdu? Bir noktaya ulaştığımı ve tamamladığımı düşünmekten çok korkarım. Böyle düşünmek bir yeniden başlama güdüsü olabilir ama ben şahsen böyle bir güdüye inanmıyorum. Bana göre işin tamamı, ortaya çıkan bütün ürünler büyük bir META projenin parçaları. Yaptığınız her işle büyük projeye doğru da adım atıyorsunuz. Sizi projeden projeye, günden güne yönlendiren büyük bir itici güç olduğuna ama varmak istenilen o noktaya da erişilemeyeceğine inanıyorum. Geçmişe dönüp baktığımda ise yaptığım projelerin o günün koşulları ve ihtiyaçları için doğru yerde durduğunu ve dondurulduğunu görüyorum. Deadline’lar benim için önemlidir ve o an için belli bir noktaya geldiğinizi ve bitirmek zorunda olduğunuzu kabul etmelisiniz. Ben her zaman kendi yanlışlarımdan ve kavrayamadığım durumlardan öğrenen biri oldum. Geriye dönmek ileri gitmem için hep yardımcı olmuştur.

ŞY: İyi tasarımın herkes için ulaşılabilir olması gerekmez diyorsunuz. Aynı zamanda tasarımlarımı etrafta kullanılırken görmek beni çok mutlu ediyor da diyorsunuz. Kitlesel üretim ve rafine kalabilmek arasındaki dengeyi nasıl açıklayabilirsiniz?

KG: Öğrenciyken en büyük hayalim kitlesel üretim aracılığıyla tasarımlarımın üretilmesiydi. Aslına bakarsanız bugün bile hala biraz öyle. İyi tasarımın herkes tarafından ulaşılabilir olması fikri çok çok güzel. Ama zamanla anladım ki kitlesel üretim çok soyut bir kavram. Eğer gerçekten seri üretimden bahsediyorsak bahsettiğimiz rakamlar ne olmalı? 10.000’den değil bir milyondan bahsediyoruzdur. İşte tam da bu nokta fark yaratan nokta. Mesela bir çöp kutusunun 10.000 üretildiğini düşünürseniz, gerçekçi bir sayıdan bahsediyor oluruz. Bu çöp kutusunun 10.000 kişiye ulaştığını düşünürsek, hala çok küçük ve elit bir kitleden bahsederiz. Bu ölçekte bir üründe kaliteyi devam ettirmek ve herkese hitap etmesi gerekmeyen ürün özelliklerini korumak hala mümkündür. Tasarımın herkese hitap etmesi gerekliliği uzun zaman önce üretilmiş bir vizyondu ve bu bir çeşit gelişimin göstergesiydi. Bunu hedefleyen ülkeleri düşününce bunun gerçekleştiğini görüyoruz. Bugün ise seri üretime sokulmuş her tasarım aslında insanların standardını daha aşağıya çekiyor. Örneğin İstiklal Caddesini ele alalım. Her Cumartesi bu caddeden 2 milyon kişi yürüyor. Bu insanların hepsi tabi ki aynı şeye sahip olmak istemezler. Hepsi sahip oldukları şeyin kendilerine özel olduğunu hissetmek isterler. Bence bu doğru bir yaklaşım. Bugünün vizyonu bu ve bunu gerçekleştirebilecek bir endüstri de var. Belki de daha küresel pazarlar olduğu için ürünler daha iyi dağıtılabiliyor. Bu söylediklerime istisna olabilecek ama diğer taraftan da bunu çok iyi onaylayabilecek bir örnek var o da Ipod. Ipod ilk tasarlandığında bence çok özel bir tasarımdı. Pahalıydı, görünüşü parlak ve çok göz alıcıydı. Şimdi düşündüğünüzde Ipod’dan milyonlarca üretildiğini görebiliyorsunuz. Ve bu üretime rağmen herkesin sahip olmak istediği obje o. Eğer bir mp3 çalar almak istiyorsanız, Ipod almak istiyorsunuz başka bir marka değil. İşte bu özel bir durum; tasarımın ve tüm konseptin ürünün ötesine geçtiği bir durum. Tüm bu Itunes ve tamamlayıcılar başlı başına bir bütün. O kadar arzu edilir bir ürün oldu ki herkes ona sahip olmak istiyor. Buna rağmen gene de herkes kendine özel, özgün bir ürüne sahip olduğunu da hissediyor. Böyle durumlar ve ürünler ancak 50 yılda bir ortaya çıkar.

ŞY: Tamamen bir kullanıcı perspektifinden soruyorum ürünlerinizi nasıl adlandırıyorsunuz?

KG: Benim için ürünlerim ad konması gereken çocuklar gibidir. Aynen çocuğunuza isim koymanız nasıl zorsa bu da zor ve çok kişisel bir deneyimdir. Bir ürünü adlandırabilmem için en az 1 sene geçmesi gerekir. Ancak böyle ürünün karakterini yansıtan bir isim ortaya çıkar. Tabi bunun hiçbir rasyonel metodu yoktur. Koyduğunuz ismin doğru olduğunu ürün ismiyle anılmaya başladıkça anlıyorsunuz. Örneğin insanlar ürünlerinizden bahsederken onları tarif etmek yerine isimlerini kullanıyorsa bu iş olmuş demektir.

ŞY: Sizi en çok heyecanlandıran ve en çok bütünleştiğiniz ürününüz hangisi?

KG: Aslında hepsiyle bir bütünleşmem var tabi ki ama en özel ilişki kurduğum ürün sanırım Mayday lambam. İnsanların bu lambayı çok çeşitli biçimlerde ve kendi yaratıcılıklarıyla kullanabiliyor olması beni çok heyecanlandırıyor. Bazıları yere koyuyor, bazıları asıyor bazıları sabitliyor. Çok olanaklı bir kullanım şekline sahip.

ŞY: Endüstriyel tasarım eğitiminizden önce marangozluk ve dolap yapımı üzerine bir eğitim aldınız. Bu tip bir zanaat ağırlıklı eğitim size tasarımcı olarak neler kazandırdı?

KG: Sanırım öğrendiğim şey zanaatın ötesinde bir dildi. Kendi grameri ve sözcükleri olan bir dil. Bu gramer ve sözcükler size bir şeyler söyleyebilme imkanı verirler. İlk başta bir şeyler söylemek gerçekten zordur ama zamanla sadece doğru cümleler kurmaya değil aynı anda kişisel cümleler kurmaya başlıyorsunuz. Bence bu kadar temel bir malzemeyi ve zanaati kavrayabilmek, beni şu an daha donanımlı kıldı. Tekrar bu dil örneğine dönecek olursak, biliyorsunuz bir dil bilince insanın ikinci bir dilli öğrenmesi daha kolay olur. Bu yapım süreçlerine dahil olmak ve yakından görmek beni bugün bile cezbeden bir şeydir. En ufak bir nesne gördüğümde bile onun gökten inmediği bilincini taşırım ve nasıl yapıldığını merak ederim. Her bir nesne ne kadar küçük olursa olsun birçok hikayeye sahiptir ve bunları keşfetmek çok önemlidir. Sanırım bütün bu merak ilk eğitimimden gelen bir şey.

ŞY: Hala marangoz olarak kendi yaptığınız şeyler oluyor mu?

KG: Ofiste bir çok maket yapıyoruz ama tam olarak marangozluk yetilerimi kullandığımı söyleyemem. (Gülüyor) Hala çok sayıda aletim var ama tam olarak bir şeyler yaptığımı söyleyemem.

ŞY: Bize vakit ayırdığınız ve bu sergiyle burada olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

KG: Ben de teşekkür ederim, burada olmak çok güzel.

Etiketler

1 Yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Oooo bu ne güzel bir yazıdır. Bir daha okuyayım aralardan seçmece. Mahallenin çocukları şahane bir yazı.

    Keşke öğrencilerimize de “zorlamadan” okutabilsek. Ben bir deneyeceğim. Çaktırma.

Bir yanıt yazın