“Mimarlık kendi terimleri içerisinde kendisini sorgular”

ARKIMEET için İstanbul'a gelen Thom Mayne ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Gülin Şenol: İlk sorum projelerinizde kullandığınız kavramlarla ilgili. Web-sitenizde birtakım anahtar sözcükler var. Mimarlığın kelimelerle ifade edilemeyeceğini, günümüzde sözlü bir konu olmadığını düşünüyorsunuz. Oysaki projelerinizde “çelişki”, “çatışma”, “ucu-açık” ve”sezgisel” gibi terimler kullanıyorsunuz.

Thom Mayne: Mimarlık kültürel bir gerçeklik. Bana göre çelişki, çatışma, ucu açık ve sezgisel kavramları toplumda bugünkü konumumuzun bir göstergesidir.

GŞ: Sizce mimarlık sözlü bir konu değil mi?

TM: Sözlü? Tabii ki değil. Mimarlık kendi terimleri içerisinde kendisini sorgular, daha sonra biz vazgeçmek, yardım etmek, konumlandırmak, yerleşmek ve çözümlemek gibi kelimeleri karşılıklı bilgi aktarımını sağlamak için kullanırız. Bu benim için, nasıl bir kıyamet içinde yaşadığımızı anlamak adına çok önemli; her geçen gün durumun daha fazla farkına varıyoruz ve bu da hayatın tüm karmaşıklığının, en ince detaylarının ve özelliklerinin daha basit düşünce ve fikirlere olan tezatlığının bir yansımasını gösteriyor ve bir jenerasyon konisi içine yerleştiriyor. Öte yandan elimdeki malzemeyi anlayabilmem için kullandığım bir çalışma biçimi bu. Kaynakların çelişkileri benim için son derece kullanışlı. Bir sonraki projeyi beklerken yeni terimler ve birleştirici ilkeler geliştirmeme olanak veriyor. Dediklerimin hiç birinin anlamı farklı değil. Bu yeni bir dil türetmeye benzemez. Bu morfozun dilidir. Bazı projeleri oldukça farklılaştıran onları, tüm bu yarış, program ve fırsatlar içerisinde tekil ve özgün kılan bireysel fikirler var. Sonunda sanki çıkan iş bu dille konuşuyormuş gibi olabiliyor. İnsanlar anlıyor mu, sorgulamamız gereken asıl konu bu. İnsanlar baktığında anlayabilmeliler. Yaşadığınız gerilmeler de son derece net olarak çalışmanızdan anlaşılabilir. Yapı işlerinin sonunda düşündüğünüz ve yaptığınız işin başlangıç izleri de oldukça açık olarak okunur.

GŞ: Daniel Libeskind ile bir söyleşi yapmıştım. Mimarlık dilinin malzemelerden ve ışıktan oluştuğunu sölemişti. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

TM: Malzemeler… Mimarlık dili düşüncelerle, bağlamlarla, kurgu ve buluşlarla başlar. Hayır, malzemelerle başlamaz. Malzemeler düşünceleri besler. Mimarlık buluşlar, yapılanmalar ve kavramlarla başlar. Ne var ki malzemeler kesinlikle düşüncelerle bağlantılıdır. Ve mimarlık adına yapmak istediğin girişimlerin değerini yansıtır. Malzemelerin düşüncelerle olan ilişkisi eski bir yöntem olmasına karşın yadsınamaz. Malzemeler düşünceleri kavramsal, şiirsel ve estetik olarak desteklemek zorundadır ve daha sonra gelirler.

Malzemeler ortamdaki ışığın durumuna göre algılanabilirler. Işığın da bu durumun bir parçası olduğunu söylemeliyim. Işık, dünyanın atmosferi gibidir. Düşünceler kesinleşir; işin içine gömülür ve bu sayede yaptığınız işler düşüncelerinizle bağlanır. Bu düşünceler ki maddenin bütünlüğünün bir göstergesidir.

GŞ: Aslında bu söyleşide sizinle birlikte 3 kişi olacaktık. Şevin Yıldız maalesef bize şu anda katılamıyor ancak ben size onun sorularını da aktaracağım. Bu da onlardan biri: konferansınızda size, çelişki ve bağlanabilirlik kavramları ve bunları nasıl birbirleriyle ilişkilendirdiğinize dair bir soru geldi. Yanlış hatırlamıyorsam bunlar çelişki ve bağlanabilirlilikti. Bunları nasıl birbirine entegre edebiliyorsunuz, işlerinizden bir örnek vererek açıklayabilir misiniz?

TM: Sanırım ben “tecrit edilmiş bağlam” demiştim. Edebiyat gibi formları olan bütün işlerimiz, günlük yaşamla ilgilenir. Ve bu gerçekler sizinle bağlantılı olmayan tüm farkındalıklarımızı kapsar. Bazı durumlarda da bunlar birbiriyle zıtlaşırlar. İş, özel ya da bağlantılı olabilir. Hem kişisel hem de bağlantılı bir dünyanın parçası olarak da algılanabilir. Tabii farklı gerilmelerle de ilgili olabilir. Küresel ya da bölgesel olabilir, işlevsellikle şehirsel gereksinimler arasında bir bağ oluşturabilir ve tüm bunların arasındaki ilişkiyi de sağlamak zorunda kalabilir.

Bugün, dünyada tek bir izleyici yok. Bağlı oldukları kültürlerin doğasına uygun çeşitli izleyiciler… Kültürünüz ister eğitiminize ister ülkenize ya da psikolojik durumunuza bağlı olsun mimarlığın estetik yönü hakkında dünyanın yarısı gibi yorum yapamayız. Diğer yarısı gözlemci, kullanıcı ve dünyanın bütün yapısını oluşturanlar. Fakat dünyanın her yerinde, doğanın gerilimlerindeki ilgiyi ve toplumları oluşturan farklılıkları bulursunuz.

Ben ABD’de 134 farklı dil konuşulan çok kültürlü bir şehirde yaşıyorum ve bir şekilde oraya adapte oldum. Şu an bir melez olduğumu söyleyebilirim. Ben birçok farklı yerden geliyorum.

GŞ: Aileniz şu an Los Angeles’ta mı yoksa başka bir yerde mi yaşıyor?

TM: Bundan önce Kopenhag’ta, İngiltere’de, Fransa’da ve Almanya’da…

GŞ: Öyleyse siz tam bir melezsiniz…

TM: Evet. İstanbul bu yönüyle düzlemin büyük bir parçasını oluşturduğu için fevkalade bir şehir.
Kuzey, güney, doğu, nereye gidersen git tam ortasında. 2.000 yıllık kültür bağını temsil ediyor.

GŞ: Aslında Los Angeles hakkında bir sorum var. Los Angeles’ın, siz ve Morphosis için çok önemli bir etken olduğu söylenir. Çünkü, Frank Gehry’nin de belirttiği gibi, eğer Morphosis başka bir şehirde olsaydı veya siz başka bir şehirde olsaydınız belki Thom Mayne olmazdınız. Los Angeles’ta yaşamanın ve çalışmanın diğerlerinde olmaktan farkı nedir?

TM: Mimarlığın hangi dalında çalışırsa çalışsın, insanların kimi bilinçli, kimi de bilinçsiz. Öncelikle bence mimarlar küresel olarak çalışmalılar.

GŞ: Frank Gehry’e göre eğer siz New York’ta olsaydınız Thom Mayne olmazdınız.

TM: Ve tabi Morphosis’ de olmazdı?

GŞ: Sizce?

TM: Hayır, hayır. Morphosis birlikte çalışmanın ürünüdür. Ve sanatsal bir imzayı temsil eder, ortak çalışmayı destekler. Ben bu şekilde çalışıyorum. Sanırım ben, çalışmak isteyen bir grubun yöneticisiyim. Los Angeles’ta çalışmanın kesinlikle bir etkisi var, çünkü çok serbest bir kültürü var, baskıcı bir idolojisi yok. Bahsettiğim, LA’in sahip olduğu son derece karma kültürü. Çok zengin bir ortamı var, bu ortam size bir takım şeyler yapma olanağı veriyor. Ve son derece ilginç bir mimar topluluğunu barındırıyor. Piyasa çevresinin yanında akademik yapısı da oldukça geniş, bu da bana birlikte çalışacak çok kaliteli bir topluluk sağlıyor. Bu, gelişimim için çok etkili oldu. Bir mimarı besleyen mükemmel bir zemin ve dünyanın her yerinden insan getiren harika okullar var. Tarza gelince çeşitlilik gösteren bir nüfusa sahip.

Mimarlık araştırmaya çok açık, bunlara ek olarak, aynı zamanda çok önemli olan, özellikle de kendi jenerasyonum için, şehirde uygulama olanağı var. Eğer işlerimi incelediyseniz gençliğimden bu yana sürekli küresel olarak çalıştığımı farketmişsinizdir. Ve bunların çok azı LA’ de. Bizim işimizde, Los Angeles hakkında pek fazla düşünmeyiz. Mimarlık bizi nereye götürürse odur. Bugün bazı insanlar soruyor, İstanbul’da olsaydınız buradaki gibi yapılar yapar mıydınız? Hayır, tabi ki yapmazdım.

Bu arada İstanbul’daki modern yapılar hangileri? Bir iş merkezine gittim. Çok kötü yapılar gördüm, berbattı. Ve tekrar aynı soruyu sordum: Bana modern bir İstanbul yapısı nedir söyler misiniz? Herhangi biri biliyor mu? Tabi ki bilmiyor. İstanbul da modern bir yapı yok. Çok uzun bir geçmişi var. Ben şunu söylüyorum: kendi geçmişimizi kendimiz yazarız. Bence bu tarih çok daha fazla içe işliyor. Bugün ulaştığımız noktada, düşünceleri geliştirdiğimiz zihinsel bir evre olan mimarlık, bence anın da ötesinde tamamen küresel bir yapı.

Okuldan ne zaman mezun oldunuz?

GŞ: 1997’de başladım ve 2003’te mezun oldum.

TM: Tüm dünyadan bizim öğrencilerimizin takip ettiği ünlü mimarları tanıyorsunuzdur. Türkiye’den mimarlar tanıyorsunuz, değil mi? Zaha Hadid veya Rem Koolhaas’ı biliyorsunuz. Bugün insanlar küresel ve kitlesel olan dergilerden gazetelerden bilgi sahibi oluyorlar. Ve en önemli düşünce işin kendisi. Ben Bankok’ta olabilirim, Sao Paulo’da ya da Meksika’da olabilirim ve insanlar yine bana aynı gözle bakarlar. Bu mimarlığın sahip olduğu güç ve doğasından kaynaklanıyor.

Yine bu şehrin geçmişinden ve barındırdığı farklı kültürlerin etkilerinden kaynaklanıyor. Tüm kültürlerin bir parçası. Eğer Çin, Roma ya da Konstantin dönemleri ile olan ilişkileri incelerseniz, nereye gitmek isterseniz gidin, bu şehirdeki etkilerini göreceksiniz. Aslında burası şimdiden ideal ve küresel, Çin’e, Roma İmparatorluğu’na ve bu şehrin temsil ettiği diğer tüm sınırlarına bağlı. Demek istediğim, en başından bugüne bu yarışlar önemliydi; fakat şimdi yarışanlar az ya da çok birbirlerine eşit gibiler.

İstanbul’da ya da Türkiye’de birçok farklı eğitim gören öğrenci var. Dün birisine sordum, burada da klasik Güzel Sanatlar okulu var mı? Amerika’da da hala sanat akademileri mevcut.

GŞ: Evet, Mimar Sinan Üniversitesi var, bir güzel sanatlar akademisi.
Bu soruyu yine Şevin Yıldız adına soruyorum; Yıllardır şehir plancısı olarak çalışmanın işlerinize nasıl bir etkisi oldu?

TM: Mimarlık benim için bir şehrin ve daha da büyük bir bağlamın, sadece bir parçasının planlamasıdır. Böylece mimarlık, aynı zamanda ilerleyen yaratıcı bir dönem ve şehir planlaması olarak görülebilir. Ve benim gördüğüm, son dönemlerde çok büyük ölçekli projelerin sayısının arttığı.

GŞ: Bildiğim kadarıyla şu an 4 projeniz var değil mi?

TM: Kentsel anlamda, evet. Büyük bir proje yapıyoruz. Ve bu büyüklükteki projeler artan ekonomik birikimlerle direkt alakalıdır. Giderek artıyorlar, böylece gelişmelerde adım adım büyüyor. Dün de bahsetmiştim, yöntem adına yapı-bağlantılı (structure-connected) örgütsel, daha büyük anlaşmalı kompleks çalışmalar. Öyle görünüyor ki mimarlık daha karmaşık problemleri çözebilme konusunda sınırlandırılmış. Ve çözümlenmemiş, karmaşık problemlere daha çabuk cevap verebilen bilimler, sistem analizi gibi disiplinler de mevcut. Böylece siz ekonomik, kültürel, politik ve altyapısal problemlerle ilgileniyorsunuz. Özellikle bilinmeyen tabiat gibi karmaşık problemleri çözebilmek için daha ayrıntılı yöntemlere ihtiyacımız var.

Burada bahsettiğim, bir şehrin büyük parçalarını düzenleyebilmek için, varolan problemler ve daha özel resmi mekanizmalar. Her zaman bir tartışma konusu olmuştur, daha büyük organizasyonları oluşturan, alt birimleri geliştirme düşünceleri ve bu düşünceler üzerinde çalışma yine bir düzenle yapılmalıdır, bu düzen de bize daha büyük sorunları çözebilme olanağı sağlamalıdır. Öyle görünüyor ki bu tip konular hakkında çok az çalışma var. Mimarlar bu konuları pek fazla araştırmıyor. Katılıyor musunuz? Ben büyük ölçekli kentsel tasarılarla ilgilenen pek fazla isim sayamam. 80’leri düşündüğümüzde, büyük kitleler 90 başlarına doğru bir yerlerde öldüler. Büyüyen ölçekle ilgili, kentsel tasarım ve süre gelen problemler bu noktada başlıyor.

GŞ: Peki işleriniz açısından bakarsak 80 ve 90’ları nasıl karşılaştırırsınız? Bu iki dönemi kıyaslar mısınız?

TM: Yaptığım işi böyle görmüyorum. Benim çalışmalarım bir bütündür. 90’larda ki değişmenin bir rolü oldu tabi ve ben ilk büyük ölçekli projelerimi Hooperbanks’taki okul ve yurt binalarıyla almış oldum. Bu benim mimarlık kariyerimin başlangıcıydı diyebilirim. Ve hemen sonra bugün yaptığım projeler, 67 proje. Şimdi bir sonrakine başlıyoruz, fakat az ya da çok sürekli ve mantıklı düşünceler sonucunda oluştular… Bence öncesi hakkında konuşabileceğimiz en büyük değişiklik küçük ölçekli projelerdir. Genç bir mimar olarak daha küçük ölçekli projelerle, düşündüklerinizin bir çoğu sınırlı kalıyor, proje büyüdükçe ise daha özgür düşünceler ortaya çıkıyor. Bu yüzden sınırlandırılmış şehirsel düşüncelere sahip, kendi içlerinde çok kesin ve net çizgileri olan, daha küçük evlerle uğraşıyorsunuz. Bugün, büyük ölçekli projelerde düşüncelerin çok daha fazla serbest olduğunu görebilirsiniz. Bence bunları daha küçük parçalarına kadar irdelerseniz, aynı düşüncelerin izlerini bulursunuz, fakat onlarla ima edilmiş oldukları için iletişim kuramazsınız. Sahtesine karşılık gerçeği, bir şekilde projenin doğasıyla ilgili.

GŞ: Bu noktada bir sorum olacak. Evrim kavramıyla ilgileniyorsunuz. Bu firmanızın adından belli oluyor, “Morphosis”. Şekil değişikliği anlamına geliyor. Size işlerinizin gelişimini etkileyen sebepleri sormak istiyorum.

TM: Hangi öğretiler olduklarını mı soruyorsunuz?

GŞ: Evet.

TM: Biyoloji, en azından biyoloji diyebilirim. Başlangıçla ilgili her türlü düşünce. DNA ‘nın yapısı ve doğayla, projelerimi karşılaştırayım: Yaptığım işler, daha karmaşık sistemler kurmak için birleşen, basit birimlerle başlar. Bugünkü eksiklik belki de biyolojiyi iyi düşünmemek. Konferansta biraz bahsetmek istemiştim. Dediğim gibi nereden başladığı çok önemli değil. İşin başlangıcının çok da anlamı yok, süreç içinde kendiliğinden geliyor. Ben şundan ve bundan başlayıp onları istediğim gibi birleştirebilirim. Herhangi bir tetikleyici ile başlayabilir, kimi zaman bu tetikleyici sezgisel olarak parçaları hissettiğiniz doğrultuda bağlayabilirim. Fakat bu yaptığınız, üzerinde çalıştığınız, onu zorladığınız, sorguladığınız, değiştirdiğiniz veya tekrar aynısını yaptığınız süreç dışında ve süreci tekrarlayan birşeydir. Tamamen doğal bir işlemdir. İş bunun sonucu olur, öncelik.

İşin nasıl görüneceğine karar veremem. Nasıl görüneceğine dair hiç bir fikrim yok, hiç hem de. Sorular ve yöntem kendiliğinden gelir.

GŞ: Öyleyse araçları değiştiriyorsunuz?

TM: Evet belki de. Önceden hayal bile edemeyeceğim kendiliğinden gelişecek şeyler…

GŞ: Projelerinizin evrimin bir parçası olduğu söylenebilir mi?

TM: Aynı hakimiyete sahip değilim. Yöntemi denetleyebilirim fakat ürünü değil. Bir önceliğim yok ve bunun düşünebildiğim başka yolu olamaz. Bu düşüncelerden ortaya çıkar. Ve eğer bu yöntem mimariye özelse, bence mimarlık araştırma ve keşfetme açısından özgünleşir.

Mimarlık gözlem ve araştırma anlamında çok özel bir disiplin. Süreç tamamen mimariye bağlı. Mimarlığın her dalı için bile değişibilir. Bence mimarlık gün geçtikçe kendi içinde daha az farklılaşıyor. Bugün klasik sanatlar, sinema, edebiyat hepsi düşünceyi ve işin doğasını etkiliyor.

GŞ: Fakat hepsinin kendi yöntemleri var ve farklı şekilde birbirlerine bağlanıyorlar. Demek istediğim, bütün sanat dalları birbirini etkiler. Aslında hepsi tekildir, bu noktada sizce birbirlerini nasıl tamamlıyorlar?

TM: Bir mimar olarak size ilginç gelen belirli şeyleri seçiyor ya da ayırt ediyorsunuz. Ben bana kullanışlı ve etkili gelen şeyleri ayırıp seçiyorum. Ve eminim her mimar öyle yapar…

GŞ: Ve örneğin Rebecca Mendesle yaptığınız çalışma gibi…

TM: Çünkü ben başkalarıyla iş birliği yapıyorum, New York’tan Twee Sionee’yle yaptığım iş, UCLA’dan grafik tasarımcısı Rebecca Mendes, San Francisko’dan Jane Tuel’den bahsetmedim bile, New York’tan Bouche’den de konuşmalı.

Sanatçılarla beraber çalışmaktan gerçekten çok keyif alıyorum. İşin kamusal kısmında seçim halkın sanat anlayışına kalıyor. Bunu öğretmekten çok keyif alıyoruz. Konferans binasında da, ışık, duvar veyapı bir bütündür. Bina sanat ve mimariyi birbirinden ayıramazsın. Hepsi tamamen tek bir noktada birleşiyor.

GŞ: Bir sorum daha var. Yönteminizi, Elias Canetti’nin köpeğine benzetiyorsunuz. Köpek burnunu her işe sokuyor, durmaksızın dünyanın çevresinde döndüğünü çünkü bunu tekrar tekrar yapabilmeyi sevdiği için yaptığını söylüyorsunuz. Bana öyle geliyor ki, bu tasvir ne bir çözüm bulmaya yönelik ne de soru veya sorunları yakalamayı amaçlıyor. Bana öyle geliyor ki siz soru siz sorunuz olmasada sorgulamayı seviyorsunuz, soru üretmekten hoşlanıyorsunuz.

TM: Soru sorarak, kesin bir ısrar ve durmadan zorlayan sorgularla merak uyandırmak yöntemin temelidir. Sürekli sorgulamak ve tartışmak…

GŞ: İnsanlar sorularınız var sanıyorlar, fakat siz soru sormayı seviyorsunuz.

TM: Günümüzde herşey hakkında sorularınız vardır; sorgulamadan hiçbir işin temelinin atılabileceğine inanmıyorum. Sorduğumuz sorular tam olarak yaptığımız işin çıkış noktasıyla bağlantılıdır. İlk önce sorunu net olarak ortaya koyarsın; en önemli problem nedir? Mimarlık öğretisi verilen bir problemi ve o problemle ilgili potansiyel olasılıkları değerlendirir ve mimar bu tip belirli sorunları çözendir; işlevsel sorunlar, çevresel sorunlar veya teknik sorunlar ya da kentsel sorunlar olabilir, ve aslında cevapları yoktur. Çok hızlı değişen bir dünya da yaşıyoruz, ve üzerine çalıştığımız kavramlar da durmaksızın değişiyor. Çok temel sorular sorarak başlıyor. Herşey eğitimle başlamak zorunda. Gençleri eğitiyorsunuz, belirli araçları veriyorsunuz, onların sorgusuz sualsiz sabit çözümler elde edemeyeceklerini fakat sorgulamak için yöntemleri olduğunu anlamalarını sağlıyorsunuz.

Bazı beklentileri ya da olasılıkları olan, yönlendirici yöntemler var çünkü bu süreçler yargılamaz, yeni soruları doğuran sorular sormaz, sadece sana, sentez yapmana izin veren bir bakış açısı sağlar. Bir binanın nasıl olması gerektiğine dair bir sonuca ulaşıyorsunuz. Sonunda sabit bir malzeme bulunuyor hepsi bu. Öngörülmüş bir programla başlanmıyor ya da resmi bir düşüncesi veya dili olmuyor.

Bugün tek bir dil yok. Sorunlardan oluşan bir gündemle yola çıkılıyor. Mimarlık nedir, ne demektir, ne yapar, nasıl gelişir, ne nedendir, bir problem nasıl çözülür gibi belirli değerleri vardır ve sürekli bu değerler sorgulanır.

GŞ: Bir sorum daha var: işlerinizde modern hayattaki anomik durumu ifade ettiğiniz söylenebilir, bu bağlamda size 2 soru sormak istiyorum: Birincisi cepheye yansıyan sadece anominin bir ifadesi mi yoksa yapılarınız anomik veya kuraldışı mı? Örneğin Caltrans District ya da Hypo Alpe-Adria Merkezi, Alpe-Adria’yı ele alalım: Çok güçlü görünüyor, oldukça etkileyici fakat çevresinden izole edilmiş hissi uyandırıyor, sanki kendi toprağını yönetiyor ve komşularıyla hiç bir ilgisi yokmuş gibi duruyor, sanki: “Hey, görkemliyim ve güzelim ama çok yalnızım!” der gibi bir hali var. Bu anomik bir durum değil midir?

TM: Çünkü bence radikallik çok daha farklı birşey, sanırım bu farklılığı siz de görebiliyorsunuz. Ben onu sadece kendi potansiyelleri içinde, mimarlığın bilinen olanakları dahilinde ve çevresini düşünerek tasarladım. Bu çok farklı bir durum, çünkü ben pek az şehrin kendi olanakları ile geçinebildiğini görüyorum, o zaman çok fazla fark olacaktır. Ben kimi zaman kendimi de normların dışında tutarım.

Alpe Adria’yı yalnız değil, bir model olarak, bir potansiyel olarak görüyorum. Var olanla, mimarlığın çalıştığı arasındaki fark; olanaklarla günlük yaşamın arasında ki büyük kopukluktur. Ve ben bu durumun farkındayım, kimim ve nerede yaşıyorum. Sanırım bugün çok daha fazla genç mimar var ve çok daha fazla bina yapıyorlar… Fırsatların farkına vardılar. Eğer etrafınıza bakarsanız çağdaş bir çok iş göreceksiniz bu da yeni yeteneklerin bir göstergesidir. 6 yıldır gidip geldiğim Petunya kasabası, şehri tuhaf bir şekilde kucaklıyor. Küçük bir kasaba, çalışan bir ortaçağ kasabası ve bir şekilde şehri kucaklıyorlar. Sanırım şehir yapılaşmayı kendiliğinden seviyor. Kasabayı şehrin ortasında bir uzay gemisi gibi görüyorlar. Bunu dün gece de söylemiştim. Sizin beğenip beğenmemenizin önemli olup olmadığından emin değilim, beğeniniz sadece sizin üzerinizdeki etkisini gösterir. Mimarlıkta bugün yaşanan, şehrin geleneklerinin bir parçası gibi durmuyor. Şehir 1700’lerden geliyor, yani 300 yıl öncesinden, mimari konuda hepimizin çok farklı görüşleri var. Demek istediğim, kendinize bakın, bir cami geleneği ile bugün yaptığımız yapılar arasında çok büyük boşluk var. Öyle olması da gerekiyor. Farklı düşünüyoruz, çalışma yöntemlerimiz, bilgisayarlarımız var ve malzeme olanaklarımız hep farklı… Kullandığımız malzemeler ve teknoloji ile Stalin Kuleleri’ni inşa etmek imkansız.

Mimarlık çağdaşlığı takip etmez mi ve el yapımı eşyalardan bir farkı yok mudur? Bu yöntemler ve bakış açıları da var, entellektüel veya kavramsal, aksi takdirde bir mimar olarak ne yapardınız ki? Yapacak hiç bir şeyiniz olmazdı, sadece diğerlerinden kopya çekerdiniz. Ve bu çok anlamsız ve sahte. Tarihi yeniden yazamazsın, küçük özgün bir geçmiş parçası tamamen kendi dönemine aittir. Ekonomik yapısıyla, kültürüyle, politikasıyla ve sosyal durumuyla bağlantılıdır. Aya Sofya ya da Panthenon’u bugün söz konusu olmayan kendi kültürel politik yapılarına bakmaksızın ele almak imkansızdır. Bu sebepten dolayı, kopyalayamazsınız, orjinalinin hiç bir özelliğini elde edemezsiniz, tamamen sahte olur. Dün Topkapı Sarayı’ndaydık. Bazı yapılar hakkında konuşuyorduk. Bir taş yapı gördüğünüz zaman, yapıların da bir kokusu olduğu gerçeğini hatırlıyorusunuz, işinizi dokunarak yapmalısınız, işte o zaman modern mimariyi getirecek atmosferi yakalayabilirsiniz, ki bu çok daha görsel ve güzel oluyor. Sonuç olarak modern bir mimar olarak işimizi görsel ve grafiksel düşünerek yapıyoruz. Ve duyguları işin içine katmıyoruz. Böylece bir bina yapacağınız zaman, belki çok daha fazla hissedebiliyor, ortamı algılayabiliyor ve mekanın kokusunu alabiliyoruz. Bu noktada sanatınız görselleşiyor; duyguyu yakalayabiliyorsunuz. Fakat kopyalarsanız, hiç bir şey elde edemezsiniz. Sadece hiç bir gerçekliği olmayan samimiyetsiz görsel bir örnek elde edersiniz.

Asıl soru, kopyalamak bir işe yarar mı? Bence hayır, hiç bir değeri yok. Kesinlikle anlamsız. Tarihi yansıtan, birşeyin gerçek güzelliğini hatırlatan, özellikleri tekil ve belirgin olan. İşte bunlar yenilenemeyen özgün şeylerdir.

Örneğin eski dökme demir köprülere, dökme demir mühendislik projelerine ve dökme demirin kalitesine bakabilirsiniz. Nasıl dökülmüş, nasıl görünüyor, siz bunları elde edemezsiniz, onları saklar ve hayranlık duyarsınız. Onları kesinlikle elinizde tutarsınız çünkü çok güzeller. Bunlar 19. yüzyılın mekanik düzenleridir. Fakat bugün minimum malzemeyle çok daha işlevsel ve oldukça yüksek mukavemetli, incecik kaygan düzenekler hazırlıyorsunuz. Ve bundan 200 yıl sonra onların da anıtlaşacağı, insanların onlar üzerinde çalışıp devamını getireceği dönemler gelecek değil mi?

Hayır, hayır, hayır insanların pek fazla şansı yok. Başka seçenek görmüyorum. Fakat siz özgün işler yapın. Devamlılığı sağlayacak, mimarlığın özgünlüğünü ve niteliklerini kullanmaktan başka şansınız yok. Sonuç olarak, boşluğun ve mekansal ilişkilerin doğasına baktığımızda, katmanları, soyutlamaları, ışığın özelliklerini görebiliriz. Örneğin Panthenon’da bu özelliklerin hepsini görebilirsiniz. Büyük ihtimalle taşın özelliğinden değil, o olamaz. Sorunuzun cevabı çok uzun…

GŞ: Sizce mimarlık tüketilebilir birşey mi?

TM: Sanırım bu mümkün. Bana kalırsa bugün asıl sorun, topluma açılma adına yapılan modern mimarlığın yarattığı büyük boşluk, bunu tüketip kullanmak da sizin elinizde. Su gibi tüketim, bunu etkisizleştirmek sizin elinizde, tüketim sizin için erişilirleştiriyor. “Tüketilmiş”, böyle olmak zorunda. Sizin merağınız ve kültürünüze güveniyor gibiyim, yaptığınız daha geniş bir kültür etkinliği olsa da, çünkü siz insanlarla iletişim kuruyorsunuz ve yaptığınız etkili bir bilgi birikiminin parçası olmak. Ve mimarlığın ne olduğunu, düşünceleri ya da kavramları, aslında şu an konuştuğumuz herşeyi kelimelere aktarıyorsunuz. Doğru değil mi? O zaman siz korumanın anahtarı oluyorsunuz çünkü siz çevirmensiniz. Çünkü biz farklı kültürlerin mimarlığı, tüketme ve anlamaları arasındaki farklılıklarla zamanı sınırlandırıyoruz. Ayrım sanki klasik bir şehirde hepimiz kozmopolit kimliklermişiz gibi ve sonra modern mimarlık kritik bir eylemmiş gibi algılanıyor.

Mimarlık eğitici ve bağlamsal bir öğretidir, siz ne söylemek isterseniz… Bir kozmopolit şehir için önemli bir rolü vardır. Kültürel bir uygulamadır ve sonuç olarak da kültürün bir parçası olur. Bir bağlayıcı bir başlangıca ihtiyacı olan tiyatrodan, danstan, sirtakiden, klasik müzikten bir farkı yok, kültürümüzün her parçası gibidir. Bence mimarlık da böyle, durmadan büyüyen, belki de tüm bu konuştuğumuz mimari düzenin aksine, küçük kasaba hayatını teşvik eden demokratik bir düzen içinde yaşıyoruz. Gerçekten tüketilir olup olmadığını mı sordunuz? Tüketime uygunluğu ile alakalı değil mi? Ben sizin sorunuza başka soru soruyorum.

GŞ: Aslında soruyu size “kendini yok etmek” anlamında sormuştum.

TM: Ben hiç böyle görmüyorum. Ben bir tasarımcıyım bir yıkıcı değilim. Hiç bir şekilde sorduğunuz sorudan kaçınmıyorum. Aynı zamanda gelişmeye açık olduğunu söylüyorum ve gelişiminin içinde donup kaldığını düşünüyorum. Ve görüyorsunuz ya, birşekilde tersine de yıkıcı oluyor değil mi? Bu kendini parçalamak. Özellikle bir görüntüye baktığınızda sizin okumanızı sağlayan nedir, çünkü tam olarak temelden geliyor, temelden hareket ediyor. Ben onu gelişiminin içinde dondurduğumu düşünüyorum. Ve tam olarak temelden çekip alınıyor, büyüyor, sessizce bir amaca doğru hareket ediyor. Bu kelimesi kelimesine genelde var olandır, onu yıkıcı kelimelerle birlikte dahi tezahür edemiyorum. Bunu aklım almıyor. Siz bunu bir yıkım gibi görüyorsunuz bense onu geliştirici buluyorum. Biliyor musunuz asıl ilginç olan; kuralların dışında bir iş ürettiğinizde, farklı birşeyler yapmış oluyorsunuz. Bence mimarlığın diğer sanatların aksine bir dayanıklılığı var. Bir süre daha burada olacak.

Paris’teki Pompidou Müzesi bunun çok ilginç bir örneği. İnsanlar önce resmen bu yapıdan nefret ettiler. Ben genç bir öğrenciyken her yaz Fransa’ya gidip üzerinde çalışırdım. 4 yazımı onu gözlemeye ayırmıştım.Çok güçlüydüler, inşaatı 6 ay durdurmuşlardı, fakat sonra devam ettiler. Ve bir yıl sonra yapıya baktılar, tüm o teknolojisiyle beraber çok çirkin görünüyordu. Bitmemiş bir hali vardı, tamamlanmamıştı. İçi dışına çıkmış bir yapı, mekanik sistemleri ortadaydı. Hergün başka bir manşet yazılıyordu. Bir yıl daha sonra insanlar alışıp, yapıyı anlamaya başladılar ve adeta Paris’in sembolü oldu. Çok ilginçti. Bunun üzerine çok çalıştım.

Eyfel Kulesi, tam tamına 100 sene önce 1889’da, bu dökme demir devasa şeyi Paris’in ortasına diken Gustave Eiffel için de çok konuşmuşlardı. Fakat yüzlerce yıl sonra Paris’in simgesi halini aldı. Pompidou’ya baktığımda bir 19. yüzyıl yapısı görüyorum. Adeta Eyfel Kulesi’ni tekrar yaptılar, bu teknolojiye bir özlemin ifadesi değil mi? Ve bugün, Paris’in yeni simgesi oldu, Mc Donalds gibi reklamları yapılıyor. Fransa’daki en fazla ziyaret edilen yapı halini aldı. İnsanlar onu kullandı, yürüyen merdivenleriyle en yukarı çıktılar, tüm şehrin manzarasını izleyebildiler, kafeteryasında oturup dinlenebildiler ve daha neler neler… Şimdi arada bir müzenin kendisine gidiliyor, orada müze anlayışını büyüten küçük kent anlayışını yansıtan küçük bir süpermaket var. Bir bağlamda müze-karşıtlığı, klasik müze düşüncesine karşı.

Binaya bakıp “beğendim” demeniz beklenmiyor, sonra beğenir ya da beğenmezsiniz. Belki birkaç yıl sonra farklı düşünürsünüz. Ve bence bir mimarın yükümlülüğü içgüdüleriyle hareket edip üretim yapmaktır, sezgilerine inanmaktır, politikacılar gibi farklı kutuplara gitmektir, eğer sezgilerinize inanıyorsanız, güçlüyseniz, dürüstseniz ve mimar olabilmek için gereken önsezileriniz varsa bu sorumlulukları almalısınız. Dışarı çıkıp insanlara beğenip beğenmediklerini sormazsınız. Neden beğenmek zorunda olsunlar ki. Bugün karar verme konusunda hiç bir sorumluluk almak istemeyen insanlar sokaktakilerin “evet” ya da “hayır” sözlerine göre hareket ediyorlar. Bu yapılmamalı. Siz bir profesyonelsiniz. Binanın kendisini görmeden anlayamazsınız. Bu mümkün değil, çünkü içeri girdiğiniz zaman herşeyin birbirine bağlı olduğunu göreceksiniz. O zaman size fotoğrafları gösteririm, bunların hepsi ayrı, kütlesel, her parça diğer bir parçayla ilgili. Fakat binanın içine girdiğinde tek bir şekil var, dışarıdan tek bir parça var ve o zaman mekanı anlamaya başlıyorsun, 200 m yükseklikteki çatının şeklini görebiliyorsun. Ve yapının topraktan kopuşunun farkına varıyorsun, bu içeriye girdiğin zaman oluyor. Bence sana hitap edecek birşeyler buluyorsun ve bu kullandıkça açığa çıkıyor, böyle de olması gerekiyor. Bu mimarın görevi. Benim görüşüm bu. Eğer kendini açığa çıkarmaz, kullanılabilir olmazsa ortada bir yanlış var demektir; fakat biraz zaman geçmeli ve denemeye sunulmalı.

Yalnız fotoğraflar çok kötü. Öte yandan ilginç de olabiliyorlar. Genellikle önce fotoğrafı gördüysen, bir filmin eleştirisini izlemeden okumak gibi olur, eleştirileri okumak istemezsin, kafan karışır, çünkü 2-3 kişinin eleştirisini okuduktan sonra filmi izlemek, ilk defa izlemenin heyecanını yok eder. Eleştirileri bir kenara bırakıp izleyemezsin, önce filmi görüp sonra eleştirileri okumak daha anlamlıdır. Bir binanın fotoğrafları da buna benzer birşeydir, gerçeğiyle birbirini tutmaz, olur, belki daha abartılı görünür belki de çok daha kötü olabilir. Bazen, fotoğrafa bakarsın çok güzeldir, oysa ki yapılan işe bakarsan çok kötü olduğunu anlarsın. İsimlerini vermeyeceğim fakat bazı tanınmış mimarların işlerinin çok güzel görünen fotoğrafları mevcut, işlerin kendilerini gördüğünüzdeyse çok kötü geliyorlar. Tam tersi durumlar da söz konusudur.

Ömer Kanıpak: Mimari fotoğraflara baktığınızda sanatçının yapıyı sadece bir heykelmiş gibi yansıttığını görüyorsunuz, sanki sadece bir nesneymiş, yaşamıyormuş gibi…

TM: Bu doğru. Ben geleneksel bir mimarım. 3 boyutlu görsellerle ilgilenmiyorum, sadece deneyim ve hareket, binayı içinde gezerken nasıl algıladığınız benim için önemli. Benim odalardan duvarlardan geçme anlayışım daha çok baktığım mekanların sırlarıyla ilgili ve bunları beynimde topluyorum. Çünkü ben birilerinin mimariyi nasıl yaşadığıyla ilgileniyorum, dizileri, sırları, hareketleri…

Bu ise hiç modern bir durum değil, çünkü bugün insanlar mimariyi sadece fotoğraflarla anlamaya çalışıyorlar. Küçük bir iş yapıyorum, ondan sonra kaç kişinin onur gördüğünden haberim olmuyor, milyonlarcası fotoğraflardan görüyor, sadece birkaç yüz belki de birkaç bin kişi gerçeğini görüyor. Bugün modern dünyada yine algıladığımız modern mimaride, insanlar gerçeğinden ziyade binaları fotoğraflarından, imajlardan takip ediyor. Eğer daha çok insan gerçeğindense binanın fotoğraflarına ilgi göstermeye başlarsa bu benim için çok da şaşırtıcı olmaz.

GŞ: Şevin’den bir sorum daha var; New York’taki Cooper Union, Kalifornia Mimarlar Birliği (California Institution of Architecture)’ne ve yapılan gruplaşmalara bir eleştiri olarak kurulmuştu. Neden? Esas eleştiri neydi bahseder misiniz?

TM: Tam anlayamadım. Cooper Union, AA Londra ve CIArc.’ın başlangıcını mı soruyorsunuz? Cooper Union’la CIArc hemen hemen aynı zamanda çalışmaya başlamışlardı.

GŞ: Evet, kesinlikle…

TM: CIArc’ı kurduğumuz zaman, bildiğim kadarıyla, sadece mimarlık eğitimi veren üniversitelere bağlı olmayan enstitü ve akademi konumundaki okullarla paralel çalışıyorlardı ve CIArc’ın benimsediği kaliteli eğitim politikası Cooper Union için de geçerliydi.

Bence bu aslında biraz iktidarı paylaşmak gibi; yıllardır öğretmenler, mimarlar ve birçok kurumla bağlantılılar. Hepsinin deney ve araştırma gibi ortak bir hedefi var, bu gerçek bir bağ. Okullar araştırmayı destekliyorlardı ve yeni, radikal mimarlık normları üretmek için çalışıyorlardı. Hepsi mimarlık için yeni metodlar, yöntemler bulmak için çabalıyordu ve bu okullar arasında ortak bir hedef oluşturuyor bir bağ kuruyordu aslında hala da öyle. Bourbon dahil, hala kurumlar ve üniversiteler arasında bir ilişki söz konusu. Bunların hepsi farklı ortamlar sunan özel-bağımsız okullar. Başka daha büyük bir üniversiteye bağlı olmayan özel okullar, bu da onlara genel hedefleri olan büyük bir esneklik ve özgürlük sağlıyor. Bunun yanında büyük kurumlar ve kurumsal bütçelerle araştırmaları da destekleyebiliyorlar

GŞ: Size kişisel bir sorum olacak. Cevap vermek istemeyebilirsiniz. Bush ve hükümeti hakkında ne düşünüyorsunuz?

TM: George Bush… Bu ABD için üzücü ve hatta çok utandırıcı bir durum. Bir bilinmezliğin içinde olmama rağmen, şu an Amerika’dan sıkıldığımı söylemeliyim.

Amerikan politikasını anlayabilmek için, doğu ve batı kıyıları ayrı ele alınmalı ve Orta Amerika ile işe başlanmalıdır. Doğu, batı ve orta kesimlere ayrı bakınca politikayı anlayabilirsin; birbirlerinden çok farklı bir dünya görürsünüz. Doğu kıyılarında çok daha kozmopolit şehirler olan L.A., San Fransisko ve Seattle var. Bu kentler doğaları gereği çok daha özgürler, dolayısıyla farklı problemlerle mücadele ediyorlar. Politikacılar ülkenin ortasında konumlanırlar. Başka bir deyişle, 20. yüzyıl ortalarında Roosevelt’e bir cevap ve aynı zamanda bu yönetime bağlı, dönemin liberalliğine ve bundan doğan tüm sosyal kurumlara bir saldırı niteliği taşıyor. Belki de Amerika’da bir çeşit sosyalizm hareketidir. Şu an tüm politikaları yönlendiren son derece güçlü muhafazakar bir kesim var, İran’da da durum farklı değil.
Bush, Darwin ilkelerini zorluyor. Kesinlikle saçmalık, çok anlamsız.

Tokya’ya ne demeli? Ve sonra 19. yüzyılın ortasındaki ABD hiç de entellektüel bir yer değildi, şartların gerektirdiği gibi davranan bir ülkeydi, felsefeyle ilgili değildi ve din yüzünden de bir takım eksiklikleri vardı. Ekonomi cahil, düşünmekten aciz insanlar için tek kuvvettir. Büyümekle ilgilenmeyen ya da dünyaya, problemleri doğrultusunda gerçekçi bakmayan, aykırı, savunmacı ve gururlu bir dönemden geçiyoruz. Ancak bu durum genelleyemeyiz çünkü içlerinde Wilson ya da Clinton gibi zeki, halka yakın duran, sade ve samimi insanlar da vardı. Bush’un mükemmel biri olmadığı yeni bir şey değil, belki de mükemmel olmaya çok uzak ve biz Chenny ve Ramsfeld gibi dünyayı uğursuzca selamlayan tiplerin çıkmazında gibiyiz. Biz bir şekilde hükümetimizin yaşadığı tarihi dönmeleri anlamaktan yoksun gibiyiz; dünyanın bir kısmını kuşatmış ve hiç bir şeyden haberi olmayan bir hükümetimiz var.

Şimdi kendimizi bu çıkmaz içinde buluyoruz, değişmek için az seçenek var çünkü her anlamda devlet gücünü göstermek gibi bir zorunluluk hissediyor. Tüm bunlar sosyal kavramların engin çerçeveleri dahilinde gerçekleşiyor ve bunlarda da konuştuğumuz eksiklikler mevcut.

Bush’un gerçekten gerekli zekaya sahip olmadığını söyleyen bir imajımız var: Böyle güçlü bir ülkenin başında bu kadar vasıfsız bir insanın olması çok utandırıcı.

GŞ: Amerikalılar bu konu hakkında ne düşünüyorlar? Fikirlerini değiştirdiler mi?

TM: İyi haber durumun berabere olması. Birinci seçimi kazanamadılar ve ülke şu an bölünmüş durumda; tartışmalar ülkede son derece derin ayrılıklar yaratıyor. Bu pek de anormal değil, pretonik zamanlardan bugüne birçok kültürde söylenen bir düşünce biçimi. Sabit bir dünyada yalnızlık korkusu ve bireysel düşünceler diyelim. Posttonik zamanların son derece esnek ve ucu açık düşünceleri de diyebiliriz. Tüm dünya aynı çıkmazdan yakınıyor gibi duruyor. Aslında İran harika bir örnek: Persler Pireneleliler gibi büyük topluluklar var, aynı zamanda son derece eğitimli yerler de mevcut. İktidar ise aşırı tutucu, çok güçlü insanların elinde.

Savaş sırasında Saraybosna’daydım. Bence bu inanılmazdı. Aslında onlarda aynı şeyi söylerlerdi, nasıl bir yerde olduklarını sorsanız: “Hiç bir fikrimiz yok, burdayız işte” derlerdi.

Saraybosna için Yugoslavya’nın kültür merkezi diyebiliriz; Osmanlı İmparotorluğu’na kadar bir çok kültürün karıştığı karma bir odak noktası olmuştur: Karma kültür piramidinin en tepesindeki nokta. Barış içinde, kusursuz, sinerjik bir karışım… Bunların tümü normları dahi yok eden böyle radikal politikalar yüzünden yok oldu. Şimdi hiç birşey eskisi gibi olmayacak. ABD şu anda çekişme ve tartışmalarla çalkalanıyor, fakat bu durum bir çok ülkede aynı. Avrupa’ya bakabilirsiniz, durum hep aynıdır.

Mesele din veya milliyetçilik olabilir, fakat sonunda hepsi aynı insanlar. ABD’deki ilginç durum şu ki; hala tereddütlü tartışmalar devam ediyor, bu da iyi bir şeydir. Cevap verilmeyen bir takım şeyler de var ve Demokratik Parti şu anda bir şekilde uyumakta… Bence olan şu: Siyasi cephede Sovyetler’in bittiği dönemin etkilerinden sıyrılamamış birtakım kökten yeni yapılanmalar var. Sosyal ilerlemelerin sonu, Demokrat Partinin çöküşü, Sovyetler’in dağılması, Cumhuriyet Partisi’nin düşmesi gibi durumların ardından cumhuriyetçiler duruma hemen adapte olup politikalarını kültürle dinin karıştığı bir kalıba sokuyorlar ve demokratlar bir denge kuruluncaya kadar yeniden yapılanma içine giriyorlar. Solda ise ne olacağı belirsiz bir düşüş yaşanıyor.

Bush’u dinleyemiyorum bile. İmkansız, kulaklarım ağrıyor. Sürekli Avrupa’da geziyorum, bir çok ülkede %90 gibi bir destekleyici kitlesi var, kimsenin çok da umurunda değil. Bu kadar insanın üzerinden geçiliyormuş gibi nasıl böyle bir insanı başkan yapabiliyorsunuz? Sorunun cevabı çok basit: ülkenin ortasında biraz gezin anlayacaksınız. Bugün dünyaya bakabilirsiniz. Farklılıklar ülkelerle kültürler arasında değil. Yalnızlık korkusu ve farklılık şehir insanıyla dünya insanı arasında, her yerde. Burada sizinle çok daha farklı şeyler konuşuyor olabilirdik, ben Bangkok’ta arkadaşlarımla oturuyor olabilirdim ya da Tokyo’da, belki Soho’da ya da Şangay da… Hepimiz benzer kitapları okuyoruz, benzer filmleri izliyoruz, çok benzer hayatlarımız var.

ÖK: Bugün bölgeler ülkelerden daha önemli bir konuma gelecekmiş gibi görünüyor…

TM: Bir şehirde yaşamaktan kaynaklanan empati ve liberalist bir özellik gibi görünüyor. Bu dünyada yaşanan farklılıkları ve gerçekleri anlamanızı sağar. Gerçek dünya hala çok daha korumacı ve diğer kültürlere daha fazla kapalı duruyor. Bunlar bir hayvanın en ilkel ve en eski içgüdüleridir. Siz bir hayvansınız, bir şey görüyor ve ondan korunuyorsunuz, değil mi?

ÖK: İnternet sayesinde iletişim ve yolculuk etmek artık daha kolay, bu durum insanları daha toleranslı yapıyor çünkü farklı insanlarla konuşmanın ya da görüşmenin tehlikeli olmadığını görebiliyorlar.

TM: Söylediğiniz şeyler ve bahsettiğiniz insanlar mimarlık için de geçerli. Tüm bunlar kültürel politika ve sanatsal liberalizmin bir uzantısı olabilir, öyle ki yeniliklere, sorgulamaya, yargıya ve tüm bunları zorlayıcı, ilginç ve sarsıcı olarak açıklayan birşeylere bakabilme özgürlüğüdür. Bir fotoğrafa baktığınızda neden biri onu çok ürkütücü bulurken bir diğeri son derece heyecan verici bulabiliyor? Sanırım sosyal durum burada devreye giriyor.

Yine çocuklara dönüyorum, küçükler olayları olduğu gibi görebiliyor, herşeyi en ince ayrıntısına kadar irdeliyorlar, özellikle de mimarlığı. Bu psikolojik bir veri bankasıyla kodlanmış değil, bununla beraber kabul edilmiş veya edilmemiş birşey de yok; fakat kültür bazı şeylerin iyi bazılarının da kötü olduğunu söylüyor. Somut olarak ortadakini algılıyorsunuz, ona bakıyorsunuz ve isterseniz bir uzay gemisi olarak da görebilirsiniz. Okullar sanatın bir fenomen olduğunu, bir yetişkin için içsel ve bundan da öte açık ve net göremeyeceği bir şey olduğunu söylüyor. Şunu demeye benziyor: “Bu benim köyüme ait değil, bu benim kültürümün ürünü değil.” Sadece incele ve kendi kendine karar ver.

Sizin kültürünüzün dışında birşeyler oluyor, çünkü bu az önce tam olarak demek istediğim şeydi. Ben sizin anneniz değilim, başkanınız değilim, psikolog değilim; ben dışardan gelen ve çalışan bir mimarım. Eski bir dergi alın ve içerisinden herhangi birşeye bakın, bunun nereden geldiğini sanıyorsunuz, sizin köyünüzden mi? Hayır, Milano’da bir butikten, Londra, Paris ya da New York’ta bir moda tasarımcısından geliyor. Dünyanın her yerinde benzer modayı takip edebilirsiniz, hepsi aynı noktadan başlıyor. Benim içeride yapılan tokalı Tana ayakkabılarım yok. Hani şu bağcıklı, siyah bantlı spor ayakkabılar. 1979’da bir dava vardı, herkes bilir; hapishanede ayakkabıların kordonlarını söküp birbirine bağlayıp insanlara zarar veriyorlardı. Nasıl olduysa bu ayakkabılar dışarıda, özellikle de gençler arasında popüler oldu. Gençlerin giydiği bu kıyafetleri beğeniyordum, ta ki hapishaneden geldiklerini öğrenene kadar. Baggy kıyafetler de hapishaneden gelme, Meksika’daki ya da İtalya’daki hapishanelerde bu tip büyük pantolonlar ve tişörtler giyiliyor. Buradakiler halka karışıveriyor ve moda yayılıyor.

Oğlum bir liseye gidiyor, birden bire tarzı kocaman pantolonlar ve dizlerine inen tişörtler oldu. Ve şimdi yüksek-orta gelirli bir ailenin çocuğu olarak değişik bir kültüre özeniyor, arkadaşları altın zincirler takıyor, bunların hepsi geçen sene çalıştığım Malezya’daki büyük modern bir şehir olan Kuala Lumpur’da yaşandı. Bazen birkaç tanesi bir araya geliyor, basketbolcu, altın zincirler, güneş gözlüğü, başında siyah bir bandana, kocaman baggy pantalonlar ve Tana ayakkabılar… Kadınlar tamamen simsiyah kıyafetler içinde, aynalı Oakley gözlükler kullanıyor. Şu an tutucu Müslüman bir kültürün içinde çok büyük bir şehirdeyim, fakat birçok seyin Amerika’dan geldiğini görebiliyorum, işte bu gerçek dünyadır.

Sorunuza dönersek, evet, mimarlık bana bunu veriyor, bazı mimarlar insanları bir yana itmekten korkuyorlar; fakat en nihayetinde bu benim endişe etmemi gerektiren bir durum değil, endişelenmiyorum. Sadece kendi düşünmem gereken sorunları düşünebilirim. Benim için en ilgi çekici olan şeyler korkutucu olanlardır. Bu, bir film çevirmek gibi aslında. Eğer bir film yaparsanız, insanlara sadece bir hikaye anlatırsınız ve değiştirmeyi umduğumuz her hangi birşeyi yada bir kimseyi yaşadığınız çevreyle beraber gösterebilirsiniz. Ve ne güzeldir ki 3., 4. ya da 5. defa da görseler korkutuculuklarını kaybederler. Ya da daha önce hiç görmediğiniz şeyler görürsünüz, ilk başta belki de korkutucu bulduğunuz bir şey o anda gayet sakin hissettirebilir.

Bence mimarlığın şiirsel bir tadı da var. Mimarlık bir bütünselliğe sahip. Belki de rahatlık için bir bütünlük yaratmak hepsinden önemlidir; fakat bunlar göreceli şeyler. Biliyorsunuz ottan kulübelerde yaşamıyoruz, işler değişiyor. Belki bunlar diğer şeylere nazaran daha yavaş değişiyor ama önemli olan şu ki eninde sonunda çok daha rahat hale geliyorlar, tam anlamıyla çok iyi işlenmiş, çok daha evcil ve sıcaklaşmış oluyorlar. Tabii bu biraz zaman alıyor. Değişim bi anlamda kendiliğinden yaşanıyor. Sonuç olarak, bunların olması için yıllarınızı veriyorsunuz ve bu gözle bir kente baktığınızda dün cevapladığım bir sürü soru geliyor aklınıza, bu şehirde, bu mimarlık ütopyası içinde bir nesil değişime karar veriyor, bu değişiklik çok uzun sürmeden gerçekleşiyor. Çok uluslu toplumlarda yaşanan olay bu, L.A. de buna dahil, Amerika’da yasal olmayan bir durum söz konusu, Meksika’dan insanlar geliyor…

GŞ: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

TM: Benim için zevkti.

Etiketler

Bir yanıt yazın