Son Açılan Yarışmalarda Ciddi Mesleki Hak İhlalleri Var

Hasan Özbay ile söyleşi.

Gökçe Aras: TH & İDİL Mimarlık bürosu Türkiye’de iki büyük kentte merkezi bulunan az bürolardan, bu koordinasyondan biraz söz edebilir misiniz?

Hasan Özbay: Bizim kendi aramızda “Bağımsız Devletler Topluluğu” adını verdiğimiz bir yapımız var. Her ortağın tasarım yaparken bağımsız tasarım özgürlüğü ve alanı vardır. Biz bir arada olduğumuz zaman bile, iş geldiği zaman ilgi alanımıza veya iş yoğunluğumuza göre işi yükleniriz. Proje eğer kentsel tasarım hizmetleriyse Baran Bey, restorasyon projesiyse Aslı, diğer projeleri ise Tamer ya da ben yürütürüz. Elbette herşeyi tartışırız ama, projeyi yürüten kişi “Tamam, ben böyle yapıyorum” der ve nihai kararı verir. Herkesin yürüttüğü proje, biraz da kendi kişiliğini sergileyebildiği bir alandır. Ortaya çıkan proje bizim ortak çalışmamızdır, ama işi yürüten kişinin inisiyatif kullanma imkanı vardır. Bizim açımızdan bürolardan birinin İzmir’de birinin Ankara’da olması çok fazla bir şey değiştirmedi. İzmir’deki işleri Tamer yürütüyor bize ya elektronik ortamdan yolluyor ya da İzmir’e gittiğimiz zamanlarda beraberce tartışıyoruz. Ama sonuç olarak İzmir’de Tamer’in yürütücülüğündeki işleri Tamer, Ankara’da yürüyen işleri ise, hangimizin yöneticiliğinde ise, o nihai insiyatifi kullanıyor. 25 yıllık bir birlikteliğimiz sebebiyle birbirimizin ne yapacağını hissediyoruz. Dolayısıyla işler her anlamda karşılıklı bir güven ilişkisine bağlı olarak yürüyor. O yüzden bütçe ve mali yapı olarak ortak olsak da tasarım alanında özgür bir yapımız var.

GA: Her mimari büronun hatta her mimarın bir tasarım felsefesi vardır. 1987 yılında bir araya gelişinizde bu farklı felsefeleri birleştirme ya da ortak bir dil oluşturma çabanız oldu mu?

HÖ: Tarihsel bir sıralama yaparsak, Tamer ve ben sınıf arkadaşıyız, Baran Bey ise bizim okulda şehircilik derslerine giriyordu ve ben de onun yanında çalışıyordum. 1983 yılında Tamer ve ben kendi büromuzu kurduk. Bu bir süre devam etti. 1987 yılında ise daha geniş bir alanda tasarım yapma imkanı bulabilmek için Baran Bey’le güçlerimizi birleştirme kararı aldık. Baran İdil’in planlama ve kentsel tasarım anlamında deneyimi vardı, bizim ise mimari anlamda bir deneyimimiz oluşmuştu; bu iki deneyimi bir araya getirme amacıyla işbirliği yoluna gittik. İki firmanın bir araya gelmesinden oluşan TH & İDİL Mimarlık bürosu 1987 yılında ortaya çıktı ve hala çalışmalarına devam ediyor. Baran Bey, Tamer ve ben uzun zamandır birbirimizle çalışan ve birbirimizin tasarım yaklaşımlarını bilen insanlarız. Ortak özelliklerimizi sadece tasarım alanındaki ilkeler diye saymak çok aza indirmek olur. Bir araya gelmek için benzer hedefleri paylaşmak da çok önemli. Örneğin, yarışmalar üçümüz için de meslek hayatımızda ağırlığı olan bir alan. Üçümüz de yarışmaya katılmaktan, içinde olmaktan ve emek vermekten keyif alıyoruz. Bu bizi besleyen bir ortam. Ortaklardan biri yarışmalarla ilgilenmese o iş zaten yürümez. O açıdan benzer eğilimlerimizin olması da bizi bir araya getiren etkenlerden. Tasarımsal olarak ortak paydanız yok mu? diye sorarsanız tabii ki birbirimizi eğitmişizdir. Örneğin Baran Bey’le beraber çalışmamızdan dolayı bir tasarıma sadece parsel bazında bakmayıp hep kent ölçeğinden bakma alışkanlığı edindik. Mimarlar biraz daha yapıya yoğunlaşırken biz kent ölçeğinden bakıp kentle yapıyı nasıl ilişkilendiririz, kentsel bağlamı tasarımımıza nasıl ekleyebiliriz ve ondan nasıl bir ders alabiliriz diye bakıyoruz. Mimari üslup olarak ise üçümüz de modernizmin peşindeyiz. Bu anlamda çok da fazla sağa sola sapmadığımızı düşünüyoruz. Rasyonel, modernist bir mimari hepimizi etkiliyor.

GA: Ofisinizin bütün ortakları zaman zaman (hatta çoğu zaman) ulusal yarışmalarda jüri üyeliği yapıyor. Aynı zamanda jüri üyesi olmadığınız yarışmalarda da dereceler kazanıyorsunuz. Bu sebeple katılmak isteyip de katılamadığınız yarışmalar oluyor mu?

HÖ: Benim kişisel görüşüm Tamer ve Baran Bey’in de aynıdır: Biz yarışmaya girmeyi jüri üyesi olmaya her zaman tercih ederiz. Tasarım yaptığınız zaman keyif alıyorsunuz, mutlu oluyorsunuz. Yarışmada başarılı olmak da tabii ki işin tuzu biberi oluyor. Ancak son zamanlarda jürilik talepleri daha fazla gelmeye başladı, biz de “Artık yaşımız kemale erdi”, diye takılıyoruz kendi aramızda. En son Danıştay Başkanlığı Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması’nda jüri üyesiydim. O yarışmada yarışmacı olmayı tercih ederdim açıkçası.

Ben, Tamer ve Baran Bey meslek örgütleri içinde uzun zaman görev yaptığımız için, jüri üyeliğinin mimarlık ortamına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyoruz. İçinde bulunduğumuz bütün jürilerde yarışma hukuku ve şartnamesi açısından hep düzgün ürünler çıkarttık. Yarışma şartnamelerinde mesleki haklarını koruyan, mimarların haklarını gözeten, yarışmaya katılanların emeğini kollayan bir tavır izledik. Yarışma sonrasında mimarların sorunlarını baştan öğrenebileceği, proje ücretlerinin saptanması gibi konularda mimarların aşırı indirimlere maruz kalmasını önleyecek düzenlemeleri şartnamelerde yapmaya çalıştık. Çoğu kez jürilik görevlerini bu gibi konulardan dolayı aldık. Örneğin bir projenin günümüzde kargoyla gönderilmesi çok normal bir şey. Ama bazı jüriler bunu istemiyorlar. Ben jüri üyesi olduğum her yarışmada mimarlar paketlerle taşınmasınlar diye bu mekanizmayı kullandım.

Son açılan yarışmalarda ciddi mesleki hak ihlalleri var. Örneğin İBB Şehir Tiyatroları Beyoğlu Sahnesi Mimari Proje Yarışması’nda mimarların yarışmaya inşaat mühendisleriyle ortak olarak girmeleri istendi. Bu gülünç bir şey, böyle bir şey olamaz ama jüri bunu savunabiliyor.

Örneğin bir müellifin proje yerini görmesini istiyorsanız ve bunu zorunlu hale getiriyorsanız, yönetmelik, masrafların karşılanması gerektiğini söylüyor. Mesela geçtiğimiz günlerde açılan bu yarışmada yer görme şartı vardı fakat masrafların karşılanmadığı belirtiliyordu ben de bu konuyu soru-cevap bölümünde sordum, fakat çok değişik bir cevap aldım. Diyor ki, “yarışma alanı belediye binamıza çok yakındır, yeri görmek isteyenleri rapörtör arkadaşlar yürüyerek götürmektedir. Bu nedenle yer görme masrafı ödenmesine gerek duyulmamıştır.” Trabzon’dan, Ankara’dan ya da İzmir’den gelen bir mimar yürüyerek mi gelecek? Böyle bir komedi olamaz. Yine aynı yarışmada bir de akustik rapor isteniyordu “kim yazacak?” diye bir soruya ise şu şekilde bir cevap vermişler: “akustik uzmanları veya iç mimarlar yazabilir”. İç mimarların otomatik olarak akustik uzmanlığı yetkileri ya da yetkinlikleri mi var?

Bu gibi konularda jürilerin ciddi sorumlulukları var. Çünkü bu şartnameler başka yarışmalara da örnek oluyorlar. Şimdilerde, özellikle çok disiplinli yarışmalarda mimarlık, şehir planlama, peyzaj tasarımı gibi ölçeklerde illa bir mimar, şehir plancısı ve peyzaj mimarının ortak olması isteniyor. Böyle bir şeye ne gerek var ki. O kişi zaten bunu yapabiliyorsa, niteliksel olarak da bu isteği karşılamış demektir. Yarışma sonucunda sözleşmeye imza atan kişi zaten statik proje yapmıyor, gidip inşaat mühendisinden hizmet alıyor. Eğer sağlıklı bir yarışma süreci istiyorsak bu tür esasları düzenlememiz gerekiyor. Benim jürilerde yer almamım sebebi biraz da bu tür konularda gelenek oluşturmayı sağlamak.

GA: Geçtiğimiz aylarda sonuçlanan Kahramanmaraş Kültür Parkı Ulusal Mimari Proje Yarışması’nda hep yerel jürileri seçmelerinin nedeni olarak yönetim bir araya gelmenin zorluğunu vurgulamıştı.

HÖ: O enteresan bir şekilde Türkiye bürokrasisinin maddi problemleriyle ilgili. Mesela Bayındırlık Bakanlığı da jüri üyelerini Ankara içinden seçmek zorunda kaldığını çünkü şehir dışından gelenlerin uçak masraflarını bile ödeyemediğini belirtmişti. Bu zamanla aşılabilir ama burada önemli olan jürinin ismi. O jüri seçmeyebilir ama jüri üyelerinin o tasarımı anlayamayacağını düşünüyorsam, girmiyorum o yarışmaya. Eğer idareler yarışmalarına çok insanın katılmasını istiyorlarsa bu anlamda saygınlığını kanıtlamış insanlara jürilerinde yer vermek zorundalar.

GA: Geçtiğimiz aylarda “Mimarlığa Yarışanlar: Türk Mimarlık Yarışmaları’nda Gazili Mimarlar” adlı bir etkinlik gerçekleşti. Seminerler dizisinde sizin de bir semineriniz vardı. Bu günlerde de yine Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden birçok mimarı kazananlar arasında görüyoruz (özellikle Yozgat Belediye Başkanlığı Ticaret, Kültür ve Sanat Merkezi Yarışması’nda). Sizin de öğretim elemanı olduğunuz Gazi Üniversitesi’nde öğencileri ADMMA geleneğini de sürdürmek üzere bu tür etkinliklerin de yardımıyla bir teşvik mi söz konusu, yoksa tesadüf mü?

HÖ: O biraz bizim okulun rol modelinden kaynaklanıyor. Öğrencilerin karşılarında gördükleri hocaların çoğu, yarışmaya giren ve serbest çalışan mimarlar. Gazi Üniversitesi’nde sadece okulun kendi akademik kadrosuyla değil, özellikle proje stüdyolarında dışarıdan da mimarların katkısının alındığı bir eğitim modeli var. Bizim öğrenciliğimizden beri de bu böyle sürüyor. Biz öğrenciyken Yüksel Erdemir, Tanju Kaptanoğlu, Arman Güran, Edip Us ve Yalçın Oğuz gibi mimarlar da okulda hocalık yapıyorlardı. Aynı zamanda yaz tatillerinde de öğrenciler onlarla beraber çalışıyorlardı. Bir de bahsettiğiniz bu seminerler dizisinin de öğrencilerin hocaları tanıması açısından faydalı oldu. Aynı zamanda öğrencilerin, yarışmaların ne olduğu konusunda bilgilerinin artmasını da sağladı.

GA: Yarışmalara katılıyorsunuz, aslında bu çok stresli bir süreç. Bu tempo sizi yormuyor mu? Bir yazı okumuştum, mimarlık yarışmalarında profesyonel olarak yer alınmasıyla ilgili, tamamen bir profesyonel süreç gibi mi izleniyor yoksa bir atölye gibi mi çalışıyorsunuz?

HÖ: Yarışmaların iki tane amacı vardır: Birincisi iyi proje elde etmek, ikincisi ise bu projeyi daha sonra tamamlayacak müelliflere ulaşmak. Doğal olarak bir kurum bir yarışmayla proje elde etmek istediği zaman hem iyi bir proje elde etmek hem de bu ciddi yatırımın karşılığını almak istiyor. Böyle bir süreçte yarışmalara deneyimli insanların katılması çok doğal. Ama aslında sanılanın aksine yarışmalar genç ve deneyimsiz mimarlar için daha iyi bir mekanizmadır. Çünkü yarışmalar yeni fikirlerle sisteme taze girişleri sağlayan bir ortamdır. Belki birinci olunmaz ama satınalma, mansiyon gibi çeşitli ödüllerle de yarışmaya girme teşvik edilir zaten. Şu andaki mimarlık ortamındaki kişilerden çoğu yarışma ortamında yetişerek mimarlık ortamına dahil olmuşlardır. Onlar da hep kendilerinden önceki nesillere karşı kendilerini kanıtlama savaşıyla ortaya çıkmışlardır. Sistem zaten hep yenilenmeyle kendi kendini besliyor. Bu nedenle gençlerin bu ortama taze bir nefes olarak girerek beslenme ve kendilerini ortaya sunma şansları var. Bir de şaka olarak da zaman zaman belirttiğim “bazen bilmemek de avantajdır” sözü var. Örneğin siz deprem, yangın yönetmeliği derken kendinizi frenlerken, bu konuda deneyimi olmayan bir insan, çok daha özgür ve zengin fikirler ortaya koyabilir. Çünkü sınırlamalar mimarinin ufkunu da doğal olarak biraz sınırlar. Bu anlamda genç mimarların da şansları var.

Yarışmaların yanı sıra bizim bir de sözleşmeye bağlanmış yürüyen işlerimiz var. Bu tür işler aslında şu anda daha öncelikli pozisyondalar. Yarışmaya girdiğimiz zaman süren işin organizasyonunu bozmuyoruz. Yarışma, büronun amatörce uğraştığı bir alan olarak kalıyor. Yarışmalar daha çok Tamer’in, benim ya da Baran Bey’in inisiyatifinde yürüyor. Tasarımın sunum aşamalarında bürodaki ekipten katılımlar oluyor. Teslimin son haftasında işi gücü bırakıp yarışmaya yüklendiğimiz de çok oluyor. Tabii ki son dakikada hep bir aksilik çıkar, çıktı gelmez, maket yanlış kesilir… Ama biz hep son dakikada bitiriyoruz projemizi. Bazı arkadaşlar bir gün önceden bitirdik çayımızı içtik, gittik teslim ettik diyorlar, ona aklım ermiyor. Bir gün daha vaktim olsa, tasarıma bir gün daha çalışırım diye düşünüyorum. O yüzden biz yarışmalar konusunda hâlâ amatörüz. Mesela biz çoğu kez maketimizi büroda kendimiz üretiriz. Bazı, şartları farklı olan davetli yarışmalarda dışarıdan yaptırdığımız da oluyor ama açık yarışmaların %99’unda modeli kendimiz üretiriz. Çoğu kez de ya Tamer yapar ya ben yaparım.

GA: Model biraz amatörce olmalı gibi geliyor bana. Özellikle de yarışma modelleri.

HÖ: O zaten tasarımın parçası. Yani siz, model yaparken, ruh katmaya çalışırsınız. Ama maketçilerin yaptıklarında o ruh yoktur. Biz kütleyi ve oranları görmek açısından her zaman bir çalışma maketi yaparız. Her ne kadar şimdilerde bir 3D render modası varsa da biz kütleyi gerçekçi olarak modelde anlarız. Dışarı maket yaptırdığımız zaman, onun ruhu çoğu kez kaybolur. Onun birebir örneği olmasına rağmen, etkisi kaybolur. Çünkü mekanikleşmeye başlar.

GA: Uluslararası mimarlık ofislerinin çoğunun arşivlerini titizlikle koruduğunu biliyoruz ve mimarların arşivleri çok kıymetli. Geçtiğimiz yıl Kasım ayında İzmir’de açılan serginizde siz de arşivinizin bir kısmını paylaştınız, önümüzdeki günlerde ulusal ve uluslararası anlamda bu ve bunun gibi çalışmalarınız olacak mı?

HÖ: Uluslararası ortama atlamanın, halkla ilişkilerden tutun da, kendinizi tanıtmaya kadar giden mekanizmaları var. Ankara ve İzmir bu mekanizmaların bir parça dışında kalıyorlar. Bizim uluslararası alanda yaptığımız işler var ama bu işler Batı dünyasından işler değiller. Pakistan’da çeşitli işler yaptık, çeşitli uluslararası yarışmalara katıldık. Uluslararası işler yapmak daha farklı bir kategori. Sergiyi de henüz öyle bir platforma taşıma planımız yok. Fakat ortak sergilerin olduğu bir davet olduğu zaman onlara katılıyoruz.

GA: Ankara’dan bakınca İstanbul mimari ve kentsel tasarım anlayışı açısından nasıl görünüyor?

HÖ: Biz bu konuyu kendi aramızda da uzun süre tartıştık. Mesela 1980’li yıllarda mimarlık ortamında Ankara’nın daha baskın bir rolü vardı. Yarışmalarda Ankaralı mimarların etkinliği vardı. Kamu yapıları çoğunlukla Ankaralı gruplar tarafından yapılıyordu. Ama 1990’lı yıllardan sonra bu durum değişmeye başladı. Bu biraz da kamunun yatırımlarda daha geri planda rol almasından kaynaklanıyor. Belki inşaat sayıları çok gösterge olmayabilir ama kamunun kent ölçeğindeki projelerde rol oynama isteğinden bahsediyorum. Bu süreçte biraz da İstanbul’un uluslararası sermayeyle de olan ilişkilerinden dolayı daha öne çıktığını ve İstanbul’daki sermayenin mimarlığa yatırım yapan bir yapıya kavuştuğunu düşünüyorum veya gözlüyorum. Hatta Ankara’daki bir takım kamu kuruluşlarının bile İstanbul’a gitmeye ya da merkezlerini İstanbul’a taşıma gibi hevesleri var. İstanbul’un kent olarak sunduğu rant da yüksek olduğu için, uluslararası grupların İstanbul’da yatırım yapma istekleri de doğuyor. Ekonomik sürecin İstanbul’daki büroları biraz daha ön plana çıkardığını düşünüyorum. Çünkü Ankara’da devlet bürokrasisinin mimarlığa verdiği değer sınırlı ve Ankara’daki özel sektör de aslında devletten beslenen bir özel sektör. Çoğu, kamuya iş yapıp para kazanan insanlar. Ama İstanbul’da devletten bağımsız bir sermaye var ve onların mimarlığa daha fazla yatırım yaptıklarını görüyorum. Bu da tabii ki oradaki mimarlara bir imkan sunuyor. Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş, İstanbul’da ne yaşanıyor bunu kestirmek zor.

Bizim de İstanbullu birkaç grupla iş ilişkimiz oldu. İzmir’deki Mavi Şehir’i Albayrak grupla beraber tasarladık, Urla’daki bir yazlık evler sitesini Soyak’la beraber yapıyoruz. Ankara’da, Ekşioğlu’yla Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Güney Park Projesi için beraber çalışıyoruz. İstanbullu gruplarla İstanbul dışındaki proje hizmetlerinde çalışma şansımız oluyor. İstanbul’daki büroların ise bire bir çalışma şansı var, dolayısıyla bu şansı değerlendiriyorlar.

GA: İstanbul’da da bir merkez açmayı düşünüyor musunuz?

HÖ: Aslında bir irtibat bürosu açtık ama şu anda hiçbir ortağımız onun başında durmadığı için sadece iletişim için kullanıyoruz. İstanbul, uzun vadede programımız içinde yer alıyor.

GA: İstanbul’da yaşayanlar için Ankara’da olup bitenler lafta kalıyor, kentte olup bitenler hakkında bize aktarabileceğiniz izlenimleriniz nelerdir?

HÖ: Son zamanlarda özellkle hükümetin yapısından kaynaklanan bir Türk mimarisi canlandırması projesi var ortalıkta. Kimse bunun ne olduğunu bilmiyor ama herkesin kafasında bir Türk mimarisi oluşmuş durumda. Bunu MEB okullarda, Adalet Bakanlığı adliye binalarında, TOKİ de konutlarda bir şekilde uyguluyor. Hatta Keçiören Belediyesi’nde, Başkan’ın binaların cephesini seçmesine kadar varan bir standartta iş üretiliyor. Bunların çoğu da Türk Mimarisi’yle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım arabesk şeyler. Hatta çoğu zaman bırakın Türk Mimarisi’ni, Yunan ve Roma Mimarisi’nden alınmış üçgen alınlar, söveler ve sütun başları kullanıyorlar.

Bu kurumların bir kısmı kendi mekanizmalarını oluşturmuşlar. Kamu İhale Kanunu’nun kurallarından kurtulmak için işleri başka oluşumların adıyla yapıyorlar. Örneğin Adalet Bakanlığı’nın bir vakfı var, işlerini bu vakıf üzerinden elde ediyor. Bu şekilde, İhale Kanunu Kuralları’na bağlı kalmadan işlerini kendileri ihale ediyorlar. TOKİ’nin de benzer oluşumları var. İhale Kanunu’na uymamak için yeni kurallar yaratıp, onun mekanizmalarını kullanıyorlar. Doğal olarak da kendilerinin istediği işi yapacak mimarları buluyorlar. Kamunun bu şekilde bir proje elde etme tarzı var. Ankara’da belediyelerin yaptığı işlerden çoğu kez yapıldıktan sonra haberimiz oluyor. Bu tür işlerin yarışma veya ihale gibi süreçleri olmuyor.

Sonuç olarak biz Ankara’da oturuyoruz ama belediyelere proje yapmak gibi bir şansımız olmuyor. Belediyelerin işlerini, başkanla ilişki içinde olan insanlar yapıyor. Bir kısmı iyi de mimarlar, kötü mimarlar değiller. Ama burada önemli olan şey mimarın iyiliği ya da kötülüğü değil yapılan hizmetin açık mekanizmalar kullanılmadan yapılıyor olması.

Kamu bütçesiyle yapılan şeylerin açık yöntemlerle yapılması gerektiğini düşünüyorum. En azından açık ihaleler. Tabi ki ben ihaleden çok yarışmayı tercih ediyorum. Ama her konu belki yarışmayla elde edilmeyebilir, bazı işler aciliyet nedeniyle başka türlü mekanizmalarla yapılabilir ama bunun da herkesin katılabildiği yöntemlerle yapılmasında yarar var. El altından yöntemlerle proje elde edilmesi sağlıklı bir mekanizma değil diye düşünüyorum.

GA: Yarışma açmanın pahalı bir süreç olduğu da bir gerçek.

HÖ: Yarışma açmanın pahalılığı şudur: Yarışma ödülleri ve o süreçteki maliyet, proje bedelini artıran bir şeydir. Bir çok kurum neredeyse o projede dağıtılan ödül rakamlarına proje elde ediyor. Ama belki her yapı için olmasa bile kent için önem kazanan yapılarda bu mekanizmanın kullanılması gerekir. Örneğin, İstanbul’da bugünlerde Kongre Vadisi Projesi yapılıyor. O proje hangi süreçte elde edildi kimse bilmiyor. Yarışmanın büyük bir maliyeti var ama öyle bir yapı vardır ki, bu yapı için bu maliyet karşılanabilir niteliktedir.

Örneğin Zorlu Grubu 1,5 milyon Dolar’ı sadece fikir projesi elde etmek için harcamış. Neredeyse 5-6 milyon dolar’a da projeyi elde eder. Maliyetin neredeyse yarısı bu şekilde çıkmış gibi duruyor. Ama bu şekilde kent için önemli olan yapılarda bu maliyet ödenmeli diye düşünüyorum.

Birtakım kuruluşlar “maksat bir projemiz olsun” diye düşündüğü için yarışmaya gerek görmüyor. Bir de yarışmalarda kazanan müellif hukuki olarak güçlü oluyor. Yani telif hakları belirlenmiş oluyor; bazı konularda, ısrarlı ve dirençli bir şekilde davranabiliyor. Böyle olduğu zaman da idarelerin işine gelmiyor. Bir sürü idare kendi dediğini yapacak ve istediğini çizecek bir mimar arıyor. Onlar zaten mimari bir hizmetten çok, bir yapı elde etme peşinde oluyorlar. Örneğin TOKİ aynı binaları Ankara’ya da, İstanbul’a da, Kars’a da, Trabzon’a da ya da küçük bir kasabaya da uyguluyor. Onların da yeni proje elde etmek yöreye uygun tasarım yapmak gibi bir niyetleri yok. Öyle bir plan yetkileri var ki ellerinde sizin arsanıza gelip şehir planınızın karakterini bozacak şeyler yapabiliyorlar. Geçenlerde Denizli’den Muğla’ya doğru giderken iki katlı binalardan oluşan küçük bir yerleşmede tepelere 8-10 katlı bloklar dikildiğini gördüm. Bu binalara ihtiyaç yok ve bu binaların oraya yapılmasının bir mantığı da yok. Tek mantık sadece daha ekonomik ve daha ucuz yapı yapmak.

GA: Türkiye’de yarışma sonuçlarının kağıt üzerinde kaldığını görüyoruz, sizin bu şekilde birinci olup da uygulanmamış projeleriniz var mıdır?

HÖ: Kamu yarışmalarında genellikle “o seneki ödenekte yer alması halinde yapılır” der. Bir yarışmayı açtığınız zaman bazen devlet yatırımdan vazgeçebiliyor veya ödenek koymayabiliyor. O zaman yapının yapılma şartları ortadan kalkabiliyor.

Bizim uygulanmamış çok projemiz var. Örneğin, Maçka Teknik Okulu ve MSB Maslak 600 Yataklı Askeri Hastanesi Yarışmaları’nı kazanmıştık o binalar yapılmadı. Özellikle kentsel ölçekteki yarışmaların gerçekleşme şansı düşük oluyor. Bunun iki nedeni var, birincisi yerel yönetimlerin yeterli bütçeleri olmaması, ikincisi de kentsel ölçekli düzenlemelerin bordür taşı döşeyip, asfalt dökme olarak algılanması. Kentsel tasarım projelerinin alt yapısı ciddi maliyetler tutuyor ve yerel yönetimler bunun altından kalkamıyorlar. Bu tür projelerin uygulanmamasının bir diğer sebebi ise yerel yönetimlerin değişmesi ve yeni göreve gelen başkanın eski başkanın projelerini yapmayı siyasi açıdan uygun görmemesi. Bu nedenlerle de yerel yönetimler tarafından açılan yarışmaların çoğu uygulanmıyor.

GA: İstanbul’da oldukça gündemde olan kentsel dönüşüm çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

HÖ: Projeleri detaylı olarak incelemedim. Ama Ankara’da benzer bir kentsel tasarım Ulus’ta hiç kimsenin insiyatifi alınmadan, belediyelerin bilgisinde ve başkanın insiyatifinde devam ediyor. Ulus’ta Cumhuriyet’in bazı önemli yapılarını da yıkma niyetindeler. Örneğin heykelin arkasında Orhan Bolak, Orhan Bozkurt ve Gazanfer Beken’in yapmış olduğu Ulus Çarşısı’nın yüksek bloğunu ve Türkiye’deki ilk alışveriş merkezi Anafartalar Çarşısı’nı yıkmak niyetindeler. Kentsel Dönüşüm Yasası da belediyelere bu anlamda hukuki bir olanak sağlıyor. Ama kentle ilgili kararlarda, biraz daha açık yöntemlerin tercih edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bizim bundan 20 sene önce Floransa’nın merkezinde eskiden cezaevlerinin olduğu bir bölgede bir yarışma deneyimimiz olmuştu. Burada bulunan eski taş yapıların nasıl dönüştürüleceği konusunda bir yarışma açılmıştı ve yarışmanın dili İtalyanca’ydı. İtalyanca’yı tercih etmelerinin nedeni olarak da bu yarışmayı halka sunmaları olarak belirtmişlerdi. Biz seçimimizi yaparız halka da ne olmuş diye bir perspektifleri yoktu. Bu 20 sene önceki İtalya’nın yaklaşımı, bizdeyse kentsel dönüşüm yeni keşfedildi. Sonuç olarak bu süreçte kimsenin bilgisi olmuyor veya bir şeyler yapıldıktan sonra bilgisi oluyor. Bu sefer de karşı çıkanlar karşı çıkmayanlar derken, idarelerle karşı karşıya gelme durumu oluyor.

En azından Ankara’daki durum bu şekilde ve konuyla ilgili mahkemeler devam ediyor. Ben özellikle kent ölçeğindeki her türlü planlama eyleminde daha açık yöntemlerin kullanılması, halkın katkısının alınması ve daha geniş kitlelerin tartışmaya katılması gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye çok kötü kentleşti, özellikle planlama metodolojimizi çok eksik buluyorum. Şu anda kullandığımız planlama metodolojisiyle çok nitelikli kentler elde edilemeyeceğini düşünüyorum. O yüzden kentsel dönüşümü bu ara süreçte yanlış bulmuyorum. İlkesel olarak uygulamasını, halkın katılımı alınmadığı için eksik buluyorum.

Hatta Zaha Hadid’in Kartal Kentsel Dönüşüm Projesi ilan edildiği zaman çeşitli tartışmalar gündeme geldi. Ama burda gözden kaçan bir şey vardı. Sonuçta bu alanlar mimari ölçekte tasarlandı. Zaha Hadid ya da Ken Yang’ın projesini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ama buradaki model yanlış değil aslında. Kent alanlarını, planlamanın hiçbir fiziki mekan belirlemediği bir disiplin yerine daha tanımlanmış bir mekan kalitesiyle belirlemek bana çok yanlış gelmiyor. Bu açıdan model doğruydu sadece projeyi geliştirmediler. Gerçi Zaha Hadid projeyi yapmaya devam ediyor, en azından oradaki deneyimden bir şeyler elde edilecek.

GA: TSMD ve Mimarlar Odası’nda yayıncılık çalışmalarınız olmuş. Bu tür çalışmalarınıza devam edecek misiniz? Yazı yazmak sizin için ne ifade ediyor?

HÖ: Ben Mimarlar Odası’nda görev aldığım dönemde, bizim oda için hedeflerimiz vardı. Bu nedenle meslek örgütlerine elimden gelen katkıyı koymaya çalışıyorum. Sorunlarımızı kendi ilişkilerimizle çözemeyiz. Mimarlık ortamının standartlarının yükselmesi gerektiğini düşündüğüm için bu örgütlerde görev aldım. Türk Serbest Mimarlar Derneği’nin ise dergisini yeniden canlandırma gibi bir niyeti var. Şu anda onunla ilgili çalışmalarımız devam ediyor, önümüzdeki sene içinde tekrar yayına girmesini bekliyoruz. Kurumlara emek verilir ve daha sonra da başka insanlara devredilir diye düşünüyorum. O yüzden aynı kurumlarda sürekli görev almak bana çok hoş gelmiyor. Bu nedenle yenilenmenin bu tür kurumlar için daha doğru bir süreç olduğunu düşünüyorum. Ama görev geldiği zaman hiçbir zaman kaçmadık, her zaman elimizden geleni yaptık.

GA: Uzun yıllardır öğretim hayatında da aktif rol alan bir mimar olarak yeni nesil mimarlar ve mimarlık eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

HÖ: Yaklaşık 20 senedir stüdyo hocalığı yapıyorum. 2 sene ODTÜ’de, 10 sene Osmangazi ve Anadolu Üniversiteleri’nde görev aldım. 2000 yılından itibaren de Gazi Üniversitesi’ndeyim. Böylece birikimlerimizi genç kuşaklara aktarıyoruz ve biz de onlardan bir şeyler öğreniyoruz. Sadece kendi adıma konuşmuyorum, benim gibi stüdyo hocalığı yapan arkadaşlarım hislerini bildiğim için onların adına da konuşuyorum. Genç insanlarla çalışmanın ve onların birikimlerinden yararlanmanın bize çok şey kattığını düşünüyorum. Böylece kendimizi yeniliyoruz ve statik bir pozisyonda kalmamaya çalışıyoruz. O açıdan eğitim iki tarafa da fayda sağlıyor.

GA: Bilgisayarın da hayatımıza girmesiyle beraber mimarlık eğitiminde süregelen değişimleri değerlendirebilir misiniz?

HÖ: Bilgisayar mimarlık eğitimini çok etkiledi. Biz ilk seneler öğrencilere bilgisayarda çizdirmiyoruz, elle çizmelerini ve birebir ölçekle ilişkilendirmelerini istiyoruz. Bilgisayarda tasarımı ekranda görüyorsunuz ve mimari elemanlarla birebir ilişkilenemiyorsunuz. Örneğin bir sandalyeyi birebir çizdiğiniz zaman gerçek boyutunun da farkında oluyorsunuz. Hatta bazen ekranda her şeyi yapılmış gibi görünen bir projenin çıktısı alındığı zaman mekansal oranların sağlanmadığı, ham bir tasarımla karşı karşıya kalabiliyoruz. O yüzden ben özellikle belirli bir dönem öğrencilerin elle çizmelerini istiyorum. Ama hiçbirimiz artık elle çizmiyoruz, bu bir gerçek ama benim elle tasarım yapma gibi bir alışkanlığım var. Tasarım bilgisayarda yapılır mı onu bilemiyorum, belki sürekli bilgisayarla çalışan gençlik böyle yapabilir. Bazen bilgisayara fazla güvenmek gibi bir problemle karşılaşıyoruz. Örneğin, ben yapının 3. boyutu için modeli önemserken, genç insanlar hemen bir 3D perspektif alıp onu canlandırıp, onun üzerinden görmeye çalışıyorlar. Perspektiflerin müşteri veya işveren üzerinde bir etkisi var. Müşteri böylece projeyi gözünde canlandırabiliyor. Ama sorun sadece işvereni kandırmak veya onu ikna etmek değil. Sorun yaptığınız şeye sizin kendinizin tatmin olması, o yüzden ben modeli önemsiyorum.

Son zamanlardaki yarışmalarda gözlemlediğim bir şey var: Tasarımın programatik problemleri çözülmeden tüm efor renderlara ve imajlara sarf edilmiş gibi gözüküyor. Son zamanlarda dünya mimarisinde de imaj üzerinden mimarlık kurgusu var ama batı dünyasında yapıya ayrılan bütçeler çok yüksek. Yani neredeyse her şey yapılabilir durumda. Ama Türkiye’de deprem normlarımız ve yapısal standartlarımız başka türlü ve o tür projeleri yapacak bütçemiz de belki yok. O yüzden karşımıza problemi çözülmemiş, merdiveni, çekirdeği ve strüktürü çalışmayan, program ilişkileri doğru çözülmemiş ama acayip uğraşılmış ve etkileyici perspektifleri olan projeler çıkıyor. Tabii bir takım deneyimsiz insanlar bundan etkilenebilirler ama profesyonel jüriler buna kanmıyorlar. İncelediğiniz zaman proje dökülmeye başlıyor. Katıldığım son jüride de öyle oldu. Bir proje görüyorsunuz, çok ilginç bir şey çıkabilir diyorsunuz fakat içine bir giriyorsunuz projenin hiç bir yeri çalışmıyor, ilişkiler kurulamamış, sirkülasyon ilişkisi oluşturulamamış, birimlerin yerleri doğru değil, yönlendirme yanlış. Böyle olmaya başladığı zaman tasarım değer kaybetmeye başlıyor. Bu ikisinin dengesinin kurulması gerekiyor. Yani hem yapının problemlerinin çözülmesi hem de yapı dilinin, imajının gerçekten taze ve yeni bir ifadeye kavuşturulması gerekiyor. Bu dengeyi bazı projelerde pek göremiyoruz.

Son zamanlarda, benim de jüri olduğum, bazı yarışmalara 150-160 proje gelmeye başlamıştı. Şimdilerde ise 40-50 proje geliyor ki doğru rakam bu bence. Türkiye’de de yarışmalar Batı’da olduğu gibi düzenli çıksa bu rakamlara ulaşılır. Örneğin Almanya’da yılda 300 yarışma çıkıyor, Türkiye’de 9-10 tane çıkıyor. 9-10 yarışma çıktığı zaman da birdenbire 150 proje geliyor ve bu da idare için bir dert. Çok proje geldiği zaman projeleri asacak ve sergileyecek mekan sağlanamıyor ve projeler hakkıyla değerlendirilemiyor. İdareye bir daha yarışma düzenleme fikri korkutucu gelmeye başlıyor. Bu durumun rayına oturması için, düzenli yarışma çıktığını görmek lazım ki bence 50 gibi ortalama yeterli olacaktır. Düzenli yarışma çıktığı zaman katılımcı sayısı da bölünecektir. Bir yarışmaya çok proje gelmesi de her zaman kalitenin yüksek olduğu anlamına gelmiyor çoğu zaman üzerine emek harcanmamış birçok proje gelebiliyor.

GA: Yarışmalara daha çok hangi yaş grubundan projeler geliyor?

HÖ: Son zamanlarda gençler daha başarılı denebilir. Genellikle mezuniyetle 30 yaş arasındaki mimarlar yarışmalara katılıyorlar. Onların bir kısmı da bir süre sonra ortadan kayboluyorlar. Nedeni de, ya derece alamayıp vazgeçmeleri ya da derece alıp, başarılı olunca bürolarına iş gelmeye başlaması. Bu yüzden de sürekli bir yenilenme var.

GA: Davetli yarışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

HÖ: Yeni Yarışma Yönetmeliği ve Kamu İhale Kanunu’na göre davetli yarışma diye bir şey yok, yarışma açık yöntemlerle olmak zorunda. Aslında Türkiye’de olanlar yarışma değil, bunlar teklif alma yöntemi. Çünkü yarışmanın bir hukuku vardır. Bu hukukta tarafların hakları belirlenir. Ama teklif almalarda böyle bir düzen yok. Teklif alma yöntemini yarışmayla karıştırmamak lazım. İdarelerin 4-5 tane mimardan proje isteyerek bunun karşılığında bir para da vermesi emniyetli bir yöntem. Bu yöntemin ihaleye göre daha iyi olduğu düşünülebilir, çünkü fiyat değil de nitelik ön planda. Ama bu bir yarışma yöntemi değil. Adalet Bakanlığı’nın yapmış olduğu bir takım büyük adliyelerde de bu yöntemi kullandığı görülüyor.

GA: Hazır siz de belirtmişken geçtiğimiz günlerde tartışmalara da yol açan Adliye Sarayları hakkında ne düşünüyorsunuz?

HÖ: Küçük illerdeki adliye binaları için pek bir şey düşünmüyorum. Onlar zaten mimarlık dışında şeyler. İstanbul’da ve Ankara’da yapılan adliye sarayları, bahsettiğim davetli yarışmalarla elde edildi. Çağlayan’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yarışması’nın yapıldığı yerde bir adliye sarayı yapılıyor. Adliye hizmetlerini bu kadar toplamak doğru mu, yoksa onu ilçesinde mi halletmek lazım? Avukatlar, “tek merkezde olması daha iyi, biz ilçe ilçe dolaşmaktan kurtulduk, işimizi tek binada hallediyoruz” diyorlar. Fakat Sarıyer’de veya Küçükçekmece’de oturan bir insanın da kalkıp duruşma salonu için Çağlayan’a gelmesi ulaşım ve yapı ekonomisi açısından ne kadar mantıklıdır, bunu tartışmak lazım. Giresun’da ya da Ordu’da oturan vatandaş merkezde işini görür ama ölçek bu değil ki. Ölçek Giresun’daki insanın Trabzon’a gitmesi gibi. Mesafeler de bu civarda nerdeyse. Bunun tek mantığı adliye teşkilatının kendi işini kolaylaştırması. Vatandaşın işi kolaylaşsın diye düşünülmüyor. Bu kadar tek yapmak yerine adliye binalarını dağıtmak ve doğru ölçeklerde yapmak daha sağlıklı olur diye düşünüyorum. Ama mimari dilleri konusunda pek bir şey söylemeye gerek yok. İstanbul’daki iki bina da kötü binalar değiller.

Hep adliyelerden konuştuk ama örneğin Erzurum, 2011 Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları’na hazırlanıyor. Ama biz nerede ne yapılıyor, bilmiyoruz. Çin’de bile bir yarışma açtılar ve olimpiyatı mimari bir olay haline getirmeyi başardılar. Bizdeyse bu gibi şeyler hep özel ilişkilerle kendi içinde projelendiriliyor.

Türkiye şu anda 2010 yılında Şangay’da düzenlenecek olan EXPO’ya katılmayı planlıyor. Ben 1992’de Sevilla’da düzenlenen EXPO’dan itibaren hepsini gezdim. 1992’deki pavyon için ulusal yarışma açılmıştı daha sonra Ragıp Buluç’a yaptırdılar. Ondan sonra bir tanesini Murat Tabanlıoğlu yaptı. Sonra Japonya’da hükümete yakınlığı ile bilinen Hassa Mimarlık’a yaptırıldı, o tam bir fiyasko bence. Şimdi kime yaptırdılar bilmiyoruz. Bence her tasarımcının bu sürece katılma hakkı var ve bunu kullanmak gerekiyor. Çin bunu becerdi. Kuş Yuvası denilen stadyum, bal peteği şeklindeki su kübü, bunlar mimarlık ortamını canlandırdı ve konuşulur şeyler olmaya başladı. Türkiye bunu beceremiyor ne yazık ki.

GA: İzmir EXPO 2015 için hazırlanırken bile projeleri kimin yaptığı pek bilinmiyordu. Bir konsept proje açıklamışlardı ama…

HÖ: İzmir’de EXPO için hazırlanan konsept projeyi Alman bir grup olan Albert Speer yaptı. Kötü bir grup değil ama bence projelerinde ciddi hatalar vardı. Deniz kıyısında olan bir yere iç göl yapmanın ne mantığı var, zaten deniz kıyısındasın. Böyle bir şeyi öğrenci yapsa biz çaktırırız. Hani bu havuzun kenarında oturup, sonra şişme bot yapıp içini su doldurup içine girmeye benzeyen bir durum. Ondan sonra da kaybettik diye üzüldüler. Bence şanstı Türkiye için kaybetmek.

GA: Bu keyifli söyleşi için teşekkür ediyorum.

HÖ: Ben teşekkür ediyorum.

Konuyla İlgili Linkler
Arkiv’de Hasan Özbay
Arkiv’de Tamer Başbuğ
Arkiv’de Baran İdil
Arkiv’de TH & İDİL Mimarlık Şehircilik Ltd. Şti.
Arkitera Yarışma Projeleri’nde İBB Şehir Tiyatroları Beyoğlu Sahnesi Mimari Proje Yarışması
Arkitera Yarışma Projeleri’nde Kartal ve Küçükçekmece Kentsel Dönüşüm Projeleri
Arkitera Yarışma Projeleri’nde Yozgat Belediye Başkanlığı Ticaret, Kültür ve Sanat Merkezi Ulusal Mimari Proje Yarışması
Arkitera Yarışma Projeleri’nde Kahramanmaraş Kültür Parkı Ulusal Mimari Proje Yarışması

Etiketler

Bir yanıt yazın