Katışıksız Olmayan Her Şey Zamana ve Süreçlere Yenik Düşüyor

Kitlelerin kullanımına açık önemli yapılarıyla dünya kentlerinin kimliğinde imzası olan, dünya çapındaki yarışmalarda 200 birincilik ödülüne sahip Meinhard von Gerkan, 15 Nisan 2008'de ARKIMEET'in konuğuydu.

Von Gerkan, yaptığımız söyleşide duyuların ve sadeliğin şekillendirdiği mimarlığını insan eğilimleri, sosyal yaşam ve modaya uzanan geniş bir bakış açısıyla anlattı.

Burcu Karabaş: Mimarlık felsefenizi anlatırken sürekli dile getirdiğiniz bir kavram var: “Algılanabilirlik.” Mimarlıkta algılanabilirliği hangi kriterlerle bağdaştırıyorsunuz? Fonksiyonellik ve sadelik mi bir mekanı algılanabilir yapar?

Meinhard von Gerkan: Mimarlık, sanatsal ifadeler içerebilse de, resim ya da müzik gibi serbest bir sanat dalı olmaktan çok uzak. Mimarlık, bir amaca ulaşmaya çalışır, bu amaç da ihtiyaçtan doğar. İhtiyaca yönelik bu amaçla oluşan mekan, akla hitap etmeli ve algılanabilir olmalı. Bir konutun sahip olması gereken ilk nitelik, içindekileri korumak ve barındırmak. Korunma ihtiyacı duvarları, ışık ihtiyacı pencereleri gerekli kılıyor. Sadece göze hitap etmesi için veya sadece estetik kaygılarla yapılan tasarımları yaşam için mantıklı bulmuyorum. Söylemek istediğim kesinlikle estetik algılar yok sayılarak sadece fonksiyona yönelik tasarımlar yapılması gerektiği değil. Fiziksel ve psikolojik algıların harekete geçmesi gerekiyor.

BK: Bu fikirlerinizi dile getirirken fonksiyonellik adı altında tüm estetik bileşenlerinden arındırılmış tasarımlardan kaçındığınızı sürekli vurguluyorsunuz…

MG: Evet, biraz önce söylediklerim de bu fikrimle örtüşüyor. Ulaşmak istediğim sadelik, estetik anlamda kaliteyi de içinde barındırmalı. İnsanlar, güzel giyinmek ve makyaj yapmak zorunda değiller, ama pratik anlamda bir fonksiyonu olmasa da bunu yapıyorlar. Çünkü bu, insana kendini iyi hissettiriyor, yaşamımızın bir parçası ve duygulara hitap ediyor. Aynı durum mimarlık için de geçerli. “Çıplak bir fonksiyonellik” hiçbir zaman yeterli değildir. Tasarımlar, ruha hitap edecek kaliteye sahip olmalı.

BK: Yani görsellikle dikkat çekmek ve insanların şaşkınlıkla dönüp bakmasını sağlamak, mimarlığın birincil görevi değil.

MG: Benim düşüncem bu, ama günümüzde bu bakış açısıyla yapılan tasarımlar çok yaygın. “İkon” ve “landmark”, mimarlığın peşinde koştuğu kavramlar. Bu sanki bir reklam gibi. Reklamlar sadece dikkat çekmeyi amaçlar ve bunu başarabilmek için de abartılı yollar seçer. Alışılmış olan kimsenin dikkatini çekmediği için eğilim, alışılmamışı yapmak yönünde. Her ne kadar alışılmamış dikkat çekiyor gibi görünse de, aslında günümüzde bu durumun tam tersi de yaşanmakta. Çevremizde o kadar çok abartılmış öğe var ki, sade ve az olana doğru bir eğilim de oluştu. Kısaca diyebiliriz ki, mimarlık reklam mantığıyla yapılmamalı. Çünkü mimarlık ne şaşkın bakışlar yaratmak ne de satış yapmak için var. Mimarlık, yaşam mekanı yaratır, bu nedenle de moda olma lüksü yoktur. Bugün ilgimi çeken bir şeyden yarın vazgeçebilirim. Mimarlığın diğer tüketim sektörleriyle arasındaki büyük fark da bu. Sadece o an için “popüler” olan binalar, yaşam mekanı olmayı ne kadar sürdürebiliyor? Mekanların farklı kuşaklar için yaşanabilir olmasını sağlamak mimarlığın görevlerinden biri.

BK: Tam da bu nedenle tasarımda “azaltma” (reduction) sizin için önemli bir kavram?

MG: Evet. Bir mekanın sağlaması gereken fiziksel ve ruhsal gereklilikler dışında kalan her eklemenin öyle ya da böyle geçici olduğuna inanıyorum. Tarih boyunca yaşanan değişimin de sebeplerinden biri bu. Romantik, Gotik, Barok ve Rokoko, aşırılığın hakim olduğu dönemlerdi.

BK: Bu aşırılık sonuçta bir yere varmadığı için kalıcı olmuyor sanırım…

MG: O etkilerden bugün arınılmış olması da bunun anlaşılmasına bağlı büyük ölçüde. Bugün kimse o dönemlerin kıyafetleri içinde olmak ve Rokoko tarzıyla döşenmiş evlerde yaşamak istemiyor. Bu boğucu ve zorlayıcı mekanlar duyuları zayıflatıyor adeta.

BK: Tasarımda “indirgemelerin” öneminden ve gerekliliğinden bahsettik hep. Peki indirgemenin sınırı nedir?

MG: Tasarımlarıma etki eden bazı objelerle bunu açıklamaya çalışıyorum. ARKIMEET konferansında da gösterdiğim japon şemsiyesi ve yumurta örneklerini de bu nedenle paylaştım. Japon şemsiyesinde tasarımdan eksiltebileceğiniz en küçük bir detay bile göremezsiniz. Bütün bileşenlerin hepsinin bir amacı vardır ve objenin fonksiyonelliğini, sağlamlığını, su geçirmezliğini bu bileşenler sağlar. Aynı durum sadece objeler için değil, mimarlık için de geçerli. Bence bir tasarım, daha iyi olması için herhangi bir eklemeye ihtiyaç duymadığında, ama aynı zamanda da hiçbir bileşeninden ayrı düşünülemediğinde en iyiye ulaşmış demektir. Bunu söylemek kolay gibi görünüyor ama tasarımı bu düzeye ulaştırmak gerçekten çok zor, çok çok zor…

BK: Mekan aynı zamanda “zamansızlığa” da ulaşmış oluyor böylece değil mi? Konferansta “Binayı yaşatan indirgenmişliğidir” şeklinde bir cümle kullandınız…

MG: Evet, bu zamansızlığa ulaşmış birçok objeyle sürdürüyoruz hayatımızı. Yüzyıllar önce de yemekler hep yuvarlak tabaklarda yenirdi. Bugün köşeli formda tabaklar da var ama diğerlerinin yerini tutabiliyorlar mı? Onlara gerek yok aslında… Akla ve duyulara hitap eden her şey her zaman en yüksek kaliteye sahip oldu.

BK: “İkonlar” yaratmayı hedefleyen mimarlar da aslında bu zamansızlığın peşinde koşuyor gibiler?

MG: Evet tabii ki, insanlığın içgüdülerinden biri bu. Herkes sonsuzluğu ve kalıcılığı hayal ediyor ve buna göre hedefler koyuyor kendine. “Bu yaptığım bir ilk ve asla tekrarlanamaz” düşüncesiyle… Ama yanlış olan bir şeyler var. Resim sanatı da bu tip eserlerle dolu. Dramatik ve şaşırtıcı şeyler yaratma isteğinin genelde her biri diğerinden daha kitsch olan çalışmalarla sonuçlandığını düşünüyorum. Ama insanların sembollere ihtiyacı olduğunu da yadsıyamayız kesinlikle. Özellikle dini yapılar buna örnek oluşturuyor. Camilerin minareleri İslam dininin bir sembolü. Ama dikkati çeken bir diğer nokta da tüm dini yapılar ve tapınakların fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için iç mekanda sadece duvarlarla çevrelenmiş odaların yeterli olduğu.

BK: İndirgemeyle bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir diğer konuya geçmek istiyorum. Konstrüksiyonu, özellikle de cam ve metalin birarada kullanımını bu denli gözle görülür kılmanız tasarımlarınızı “gereksiz” öğelerden arındırmanın bir sonucu mu? Başka nedenleri de var mı?

MG: Bunu anlamak için geçmişe bakmak gerekiyor. Trenin icat edilip kullanılmaya başlandığı zamanlarda inşa edilen ilk istasyonlar klasik ve neo-barok özellikler gösteriyordu. Çelik çatılar da dahil tüm konstrüksiyon hep gizlendi. Çıplak metaller, makineler çirkin bulunuyordu, mimarlık “taş”la bütünleşmişti, “görkemli” olmalıydı. Konstrüksiyon utanılacak bir şeydi. Bunun nedeni ise, insanların malzemelerin birbirleriyle nasıl birleştiklerini görmek istememeleri, bunu değersiz bulmalarıydı. Halbuki bu bir sanat, insanın aklının bir eseri. Malzemeleri sağlam ve fonksiyonel şekilde biraraya getirmek, bunu yaparken maliyeti de düşünerek gereksiz kullanımlardan kaçınmak… Anlayışların değiştiği ve Bauhaus’un ortaya çıktığı dönemde bunun önemi anlaşıldı ve fonksiyonun kendi içinde estetik bir değere sahip olduğu farkedildi. Ve bu estetik değerin süslemeye ve “giysiye” ihtiyacı yok. Belli materyallere yüksek, bazılarına da düşük değer biçilmesi geçmişten gelen bir bakış açısı. Ama günümüzde öne çıkan farklı değerler var, hatta değer biçme olgusu tam tersine dönmüş durumda. Bugün bir malzeme üretilirken fazla insan gücüne ihtiyaç duyuluyorsa veya fazla masraf ediliyorsa farklı çözümler aranıyor. Makineler insanların hoşuna gidiyor. Araçların, fabrikaların nasıl çalıştığını herkes merak ediyor ve inceliyor. İnsanlık için yeni bir bilinç bu. İşte bu yüzden önceleri makineleri “giydirmek ve güzelleştirmek” olarak görülen tasarım anlayışı da değişti. Sadece fonksiyonunu yerine getirebilmesi için yeterli öğelere sahip bir fotoğraf makinesi benim için çok daha estetik, en azından ben böyle düşünüyorum. Taş ustalarının ve odalarda süren hayatların değil, teknolojinin hakim olduğu bir çağda yaşadığımızın göstergesi bunlar.

Sorunuzda değindiğiniz cam ve çeliğin birarada kullanılmasına gelirsek, bahsettiklerimin yanında bu aynı zamanda konstrüksiyonun da gerekliliklerinden biri. Hem ışığı geçiren, hem de kötü hava koşullarından koruyan bir çatı oluşturulması gerektiğini düşünelim, tabii maliyet de gözetilerek. Bütün bu amaçlarla yola çıktığımda kendine has bir estetiğin zaten oluştuğunu görüyorum. Ve tabii ki “zamansız” tasarımların… Katışıksız olmayan her şey zamana ve süreçlere yenik düşüyor.

BK: Ama endüstriyel olanın saklanma çabası hala sürüyor sanırım, gözlemlerime dayanarak bunu Türkiye için söyleyebilirim en azından, özellikle de peyzaj mimarlığında. “Kullanılmayan” alanlar, endüstriyel faaliyetin sona erdiği tesis arazileri ve buna benzer insan etkilerinin gözle görülür olduğu kent mekanları, üzerinde düşünülmeden “yeşille örtülüyor.” Sadece binaları değil de kentin diğer bileşenlerini de hesaba katarsak, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

MG: Genel olarak tasarım hakkında anlatmak istediğim bu. İnsanın, ne yarattığını, neler yaptığını ve nasıl yaşadığını bilerek ve görerek var olması gerektiğini düşünüyorum. Objeleri oldukları gibi göstermeliyiz. İnsanın bir şeyleri gizleme ve değiştirme içgüdüsü hep vardı, modaya baktığımızda da bunu görüyoruz. Eskiden kadınlar yürümelerine neredeyse imkan vermeyen kıyafetler içindeydi, korselerle bellerini inceltmeye, sıkı ayakkabılarla ayaklarını küçültmeye çalışıyordu. Bugün artık bu anlayışın geçerli olmaması da endüstriyel olanın saklanmadığı bir çağda yaşamamızla bağlantılı. Tabii ki kastetmek istediğim farkların tamamen ortadan kalkması ve olmaması gereken bir rahatlıkla herkesin kot pantolon giyerek yaşaması değil, Amerika’da olduğu gibi… (Gülüyor) Kültürün kaybolması olarak görüyorum bunu.

BK: Fonksiyonellik bu değil tabii…

MG: Kesinlikle değil.

BK: Neden endüstriyel olandan utanılıyor sizce?

MG: Geleneklerle ilgisi olduğunu düşünüyorum. Farklı bir örneği ele alalım. Günümüzdeki mutfaklarda tamamen teknoloji hakim. Ama yönelimler iki zıt yönde. Son teknoloji ürünleri kullanılmasına rağmen modern cihazları gizleyip çiftlik mutfağı görünümü kazandırılan mutfaklar var. Ama diğer taraftan da ev eşyası olmaktan tamamen uzak fonksiyonel görünümünü koruyan mutfaklar da söz konusu. İnsanlarda geçmişten geleni bugüne adapte etme güdüsü var. Çocukluktan veya anne-babadan hatırlanan sahneleri “bugün”de görme beklentisi var. Eskiyi muhafaza etme isteğiyle yeni, “dün”ün kılığı içinde sunuluyor.

Şu anda içinde bulunduğumuz süreç ise çok farklı. Artık mekanik ve endüstriyel de çözünüyor, sanallığın öne çıktığı bir zamandayız. Tabii ki insanın ruhsal gereksinimleri ve sembollere olan ihtiyacı göz ardı edilmemeli, ikonlar ve landmarklar da bu gereksinimlerden doğuyor. Tasarımda aşırılığa, süslemeye ve geçmişi tekrarlamaya yönelinmesi, sanal çağda gözle görülemeyen ve kültürel değer taşımayan objelere bir tepki. Ancak hala gereksiz eklemelerden arındırılmış tasarım, estetik değeri en yüksek olan bence.

Demek istediğim kesinlikle insanların benim gibi yapması gerektiği değil tabii ki. Ama benim içinde yetiştiğim ve bağlı olduğum çağı göz önüne aldığımda ben bunu doğru buluyorum.

BK: Şeffaflık hakkındaki düşünceleriniz neler? Ulaşım yapılarınızı incelediğimde aklımda kalan bir özellik olduğu için de soruyorum bunu aslında.

MG: Bir şeyin gerçekte ne olduğunu görmek onun kalitesini ortaya koyar. (Tabii ki bu durum bir konut söz konusu olduğunda değişiyor, çünkü orada mahremiyet yaratmak zorundasınız.) Ulaşım yapılarında ve diğer ortak kullanıma açık yapılarda cam kullanmamın diğer önemli nedeni ise malzemenin niteliği. Eskiden yapılarda cama çok az rastlanırdı, küçük pencerelerde kullanılırdı, ışığı geçirirdi ama yine de kolay kolay dışarıyı izleyemezdiniz. Ama bugün cam olmadan mimarlığı düşünmek mümkün değil. Hatta gerekli olmadığı halde cam kullanımına çok sık rastlıyoruz. Bugün cam sadece geçirgenliği için kullanılmıyor, bir aksesuar niteliğinde. Aynı zamanda hesaplı, dayanıklı ve kolay temizlenebiliyor. Mekan anlayışına da değişiklikler getiriyor. Neden bir tren istasyonu veya benzer kullanıma sahip büyük bir salon tamamen camdan oluşmasın? Orada mahremiyete ve karanlık odalara ihtiyaç yok, sadece hava koşullarından korunmaya ihtiyaç var. Işık ne kadar fazla olursa vandalizm de o derece engellenmiş oluyor ayrıca. Tabii yapının bulunduğu ülkenin konumuna ve ne kadar güneş aldığına bağlı. Kuzey ülkelerinde güneş Türkiye’deki gibi rahatsızlık verici hale hiç gelmediği için mekanlarda şeffaflık daha çok görülüyor. Bu ve buna benzer farklı sebepleri var, ama şeffaflığa bugünkü yaklaşım, bence mimarlığın geçirdiği en temel değişimlerden biri.

BK: Konferansta, sadece bir öğenin tasarıma vazgeçilemez şekilde karakter katabileceğinden bahsettiniz. Burada vazgeçilemezlik tasarımın o öğe olmadan düşünülemeyeceği anlamına mı geliyor? Bir tasarıma ne karakter katabilir? Bir sembol mü?

MG: Aslında bu her şey olabilir. Malzeme, renk, ışık, en önemlisi de konstrüksiyon… Mekanın atmosferini oluşturan, birçok bileşenin birarada verdiği etkidir aslında. Bu da tabii ki malzemeye bağlı, ama tek bir öğeye değil. “Vazgeçilemezliğe” gelince, bunlardan hepsi ile sağlanabilir. Ancak önemli bir nokta var: Bileşenler konusunda seçici davranmak. Mekanda bir şeyi çıkarıp yerine başka bir şey koyduğunuzda ya da yerlerini değiştirdiğinizde farketmiyorsa öğelerin vazgeçilebilirliği söz konusudur ve bence o mekanın karakteri yoktur. Buna karşılık bir merdiveni ele alalım -sadece bir örnek olarak söylüyorum- sadeliğiyle ona bakan herkesi düşündürsün. Akıllara ilk gelen “Mimar neden böyle yapmış, parası mı yoktu acaba?” da olsa, sonuçta insanları düşünmeye yöneltir ve aslında sadece bir merdiven değildir. Bir plastik sanat eseridir. Her zaman “fazlalığın” yapabileceğinden daha fazla duyuyu harekete geçirir.

BK: Çin’deki projelerinizin sayısı oldukça fazla, aralarında yeni bir kent düzenlemesi dahi var. Çin için tasarım yaparken oradaki süslemeler ve mekan karakterine de bu bakış açısıyla mı yaklaşıyorsunuz?

MG: Elbette kültürün mekan karakteriyle ve çevreye yaklaşımla doğrudan ilgisi var. Çin’in geçmişten ve inanışlardan kaynaklanan mitolojik eğilimleri, mekanları çok yoğun bir şekilde etkiliyor. Çin’de neredeyse her şey, her obje çift anlam taşıyor, maddi ve metafiziksel. Semboller ya iyiliği, ya kötülüğü, ama mutlaka bu ikisinden sadece birini temsil ediyor. Ejderha iyidir, kaplan kötüdür; güney iyidir, kuzey kötüdür. Uç noktalarda bir ikilik söz konusu. Örneğin 8, rakamlar içinde en iyisi, uğur getiriyor. İçinde 888 geçen bir plakayı satın almak için servet gerekli. 4’ten ise korkuluyor. Hiçbir otomobilin plakasında tek bir 4’e rastlayamazsınız. Bu durum, hayatın her alanında geçerli, yemekte, insan ilişkilerinde… Tabii yaşam mekanlarına da kayda değer biçimde yansıyor. Gökdelenlerde genellikle 4. kat, “4. kat” olarak adlandırılmıyor. Asansöre bindiğinizde kat numaraları 1, 2, 3, 3A, 5 şeklinde. (Gülüyoruz)

Evet, insanlar bu derece batıl inanışlı. Bu durumun geçirilen onca kültürel değişim sürecine rağmen muhafaza edilmesi de çok ilginç. Kültürün bu denli sembollere bağlı olması, dilden kaynaklanıyor aslında. Çin dili, harflerden değil sembollerden oluşuyor, anlatılmak istenenler de biraraya getirilen sembollerle zihinde görsel olarak oluşuyor. Çin’de mimarlık, sembolleri kente taşımak gibi. Yeni kurulacak Lingang New City için yaptığım kent düzenlemesi, bir su damlasından doğuyor. Eğer bir kentin doğuşunu su damlasının sembolize ettiğini Almanya’da söyleseydim herkes bana gülerdi. Çin’de ise bu gayet normal ve olumlu. Başlarda bu konuda bilgim yoktu ama sonradan tasarımların yarattığı olumlu etkiyi gözlemledim. Çıkış noktası olarak belirlediğim o su damlası, kentin bütün reklamlarında kullanıldı.

BK: Globalleşmeye karşı duruyorlar sanki…

MG: Evet evet, yeni sisteme karşı bağışıklıkları var adeta. Bu bir tepki. Karakteri olanın korunmasını hem doğru, hem de sempatik buluyorum. Sadece bir yere özgü lokal bir kültürün korunması, globalleşmeden ve yozlaşmadan kalması çok güzel. Oysa ki birçok dünya kentinde bütün sosyal gelenekler parçalanmış durumda.

Etiketler

Bir yanıt yazın