Yarışmalarla İş Yapmak Bizim için Artık Bir Yaşama Biçimi

Semra Uygur ile hem katılımcı hem de jüri üyesi olarak, mimari proje yarışma tecrübelerini anlattığı bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Seyrek: Ofisinizin kuruluş öyküsü nedir?

Semra Uygur: Ofisi, Özcan (Uygur) ile birlikte, iki kişi idare ediyoruz. Bu yüzden tek değil, hep birlikte anılıyoruz. Okuldan bu yana arkadaşlığımız devam ediyor. Memur olmayı hiç düşünmedik, hep bu işi yapmayı planlamıştık. Özellikle Özcan’ın bu konudaki katkısı büyüktü. Bir süre bürolarda çalıştık. O arada, evde hep yarışmaları kovaladık. Çünkü bir iş kurabilmek için öncelikle kendini kanıtlamak gerekiyor. Yeni mezunlara iş verilmesi mümkün değil. Bunun için hep yarışmaların peşinde koştuk. Hatta bizim büyük oğlumuz Ekin masaların üzerinde büyüdü. Masaların üzerinde ayaklarıyla tepinirken kağıtlar buruşuyordu, böyle büyüdü. Biz 1980 mezunuyuz. 1982’den beri özellikle evlendikten sonra, hep yarışmalarla haşır neşir olduk. Yarışmaların yoğun olduğu 1983-1986 döneminin en son yarışmasında, Giresun Hükümet Konağı’nda, birinci olduk. O yarışmada birinci olunca artık kurulu bir düzen gerekmeye başladı. Onun projelerini hazırlamak için artık ev mekanı ve iki kişi çok yeterli değildi. Bir büro tuttuk. Hatta sıkıntıya düşmeyelim diye de kazandığımız ilk parayla küçük bir büro aldık. Sonra da işlerin arkası geldi. Ancak bu hep yarışmalarla oldu.

PS: Bir başlangıç yaptıktan sonra terketmek yerine yine yarışmalarla devam etmeniz ilgi çekici.

SU: Yarışmayı aslında bir gençlik heyecanı olarak değil, kendini geliştirmenin, yenilemenin, daha kendine güvenli iş yapmanın ortamı olarak gördük. Yarışmayla kazanılarak yapılmış bir işte, müellif mimarın, pozisyon olarak, işverenle olan ilişkilerde hep daha güçlü olduğunu hissettik. Çünkü hep arkanın dik olmasına ve bileğinle elde edilmiş bir iş olmasına olanak sağlıyor. Belki de deneyimlerimiz yüzünden böyledir. Yaptığımız işlerin %70’i yarışma projeleri. O günden bugüne hep bu şekilde devam ediyoruz. Yani yarışmalarla işin yapılması bizim için artık bir yaşama biçimi. Tabii iki kişi, aynı işi aynı mekanda 24 saat yapıyor olmak da bunu beraberinde getirdi.

PS: Peki çocuklarınız?

SU: Oğlumuz bilgisayar mühendisi olmaya karar verdi, onu okuyor. Ama kızımız mimar olmak için uğraşıyor.

PS: Arkitera’nın “Kamu Yapıları Yarışmayla Yapılsın” diye bir kampanyası var, biliyorsunuz. Şu anda açılan yarışmaların genelde çok büyük ölçekli olduğunu da göz önüne alarak tecrübesizliğe dayanacak aksaklıklar ile genç mimarlara şans verilmesi arasındaki ikilemi değerlendirir misiniz?

SU: Bir laf var ya “Türkiye küçük Amerika olacak, şanslar ülkesidir” diye… Şanslar ülkesi olduğu, yarışmaların ve mimarlığın bugünkü konumu için doğru. Örneğin ben kendimizden örnek vereyim. Giresun Hükümet Konağı Yarışması’nı kazandığımız zaman, daha önceden yaptığımız kümes kadar bir yapımız bile yoktu ve kazandığımız yapı alanı da 23 bin metrakare idi. Biz başta bunun altında ezildiğimizi hissettik. Çünkü ilk başlarda böyle birşeyle karşılaşmak, nasıl yapacağımızın sıkıntısını çekmek korkunç birşey aslında. Biz bunu kendimizce, o zamanki bilgi birikimimizin bulunduğu kesit içinde; ceza ödeyerek, zamanı uzatarak, araştırarak, o zamanki koşullarımız içinde daha iyisini yapmaya çalışarak, gayret ederek aşmaya çalıştık. Evet, yarışmalar çok önemli. Kamu yapıları, daha doğrusu kamuya arz edilen bütün yapılar bence yarışmayla çıkartılmalı çünkü kamuya ait. Mimarlık da kamuya hizmet eden bir kurum. Kamu çokluğun içinden en iyisini seçmeli ama bunu belki kategorize etmeli. Nasıl kategorize etmeli? İlk beş yıl şu kadar metrekarelik yarışmaya girilmeli, onu yapınca daha fazlasına girilmeli ve bazen de danışman atanabilmeli diye düşünüyorum. Sanıyorum Avrupa’da bazı ülkelerde böyle kıstaslar var. Örneğin, kendimizden örnek veriyorum, o zamanlar o yapıyı adam gibi yaptığımızı düşünmüyor olsaydık bu bizim için yıkım olabilirdi, güvensizlik nedeni olabilirdi. Elbette çok hatalar yapmışızdır ama o koşullarda bunu yapmadan atlatmaya çalıştık, bu iki taraflı bir sıkıntı gerçekten.

PS: Yani o işten belki dediğiniz şekilde sıyrılamayanlar da oluyordur.

SU: Tabii, oluyordur diye tahmin ediyorum. Bunun için de belki yapı alanlarını küçültmek bir çözüm olabilir. Çünkü öyle birşey ki yaptığımız yapılar ve mimarlık, insanların hayatlarını, yaşantı biçimlerini doğrudan etkiliyor ve üstelik yapılar bizden daha çok yaşıyor. Bu yüzden yeterli bilgiyi ve özeni hakediyorlar. Yeterli zamanı vermeyi, sabrı göstermeyi, bilgiyi yoğunlaştırmayı hakeden şeyler… Ayrıca ekonomi. Buna böyle bir çözümle yaklaşılabilir ama yarışmayla elde edilmesine daha çok katılıyorum. Şöyle de bakabiliriz, evet hata yapıyor olabiliriz. Belki bir mimar yarışmada hata yapar, danışmanı varsa atlatır ama o mimar ileriki işlerinde daha iyi yapma şansını kazanabilir.

PS: Gerçekten yarışması açılan yapıların çoğunun çok büyük binalar, çok büyük ölçekler olduğunu görüyoruz. Bunun bir alternatifi, küçük yapılar için yarışmalar çok da sunulmuyor.

SU: Evet, 15-20 bin metrekare altında yarışmaya çıkan yapı çok nadir. Bu da yeni başlayanlar için oldukça büyük bir yapı. Mesela küçük bir postane yapısı, sekiz derslikli bir ilköğretim okulu. Niye bunlar yarışmayla yapılmasın?

PS: Uluslararası yarışmalarla aranız nasıl?

SU: Hiç girmedik, daha doğrusu ona fırsatımız oluşmadı. Yarışma bizim için öncelikli ama eğer yetiştirmek zorunda olduğumuz bir iş varsa o yarışmayı tabi ki atlıyoruz. Yani işin zamanında verilmesi de bizim için ahlaki bir durum. Zamanında yapılmasına, büronun sürekliliğinin sağlanmasına önem veriyoruz.

PS: Biraz önce işverenle ilişkiden bahsettik. Geçen sene TED Ankara Koleji Yerleşkesi projeniz özel sektör kategorisinde Arkitera İşveren Ödülü’nü aldı. İşverenle nasıl ilişki kuruyorsunuz, nasıl bir yöntem izliyorsunuz?

SU: Öncelikle işvereni hep dinliyoruz. Çünkü dinlemek, onun ne istediğini anlamanın ön şartı diye bakıyoruz. Onun hikayesini ve isteklerini doğru dinlediğimizde, onun sorunlarına yanıt verecek, onun düşündüğünün dışında, bizim onayladığımız ancak onun sorunlarını çözen sonuçlara gittiğimiz çok oldu. İşveren, bence mimarlar için çok önemli aslında. Çünkü işveren olmazsa mimarlık yoktur. Siparişle yapılan bir iş çünkü bu. İşverenle ilişkiler hep güllük gülistanlık olmuyor ama öncelikle dinlemeyi ön plana alıyoruz ve düşündüklerine yorum getirmeyi gerçekleştiriyoruz. Ama öncelikle dinliyoruz. Hiç karşı çıkmıyor da değiliz. Karşı çıktığımız çok oluyor ama onun istediğine kesinlike olmaz demiyoruz, düşünelim diyoruz. Ya “olur ama başka türlü olur”, ya “olmaz şu nedenle olmaz” durumunu açıklıyoruz. Yani onun inanmasını sağlamaya çalışıyoruz ki benimsesin. Yani işveren yaptığı işi benimseyip, sahiplenmeli. İş sahiplenilmediği zaman siz sonra oranın bekçisi, jandarması olamıyorsunuz doğal olarak, o bildiğini okuyor.

PS: Bina tamamlandıktan sonra veya kullanım aşamasını mı kastediyorsunuz?

SU: Evet ve ilişkiyi hiç tüketmemeye çalışıyoruz. İlişkiyi sürekli kılmaya çalışıyoruz.

PS: Peki belli bir seviyeye gelmiş kadın mimar da çok az ülkemizde. Bunun sizin için bir avantaj ya da dezavantaj olduğunu düşündüğünüz oluyor mu?

SU: Şimdi ben kendimi tabii tek başına kadın mimar olarak görmedim, tek başıma yapmadığım için bunun sonuçları ile ilgili birşey söyleyemem. Ama ben iş yaptığımız kişiler açısından olsun, işin yapılması aşamasında şantiyelerde olsun bunun olumsuz bir tarafını görmedim. Üstelik onları ikna edici ve anlatıcı konuşuyorsanız ve projenin yapılabilirliğini anlatıyorsanız, şantiye için söylüyorum, saygı gördüğümüzü de söyleyebilirim. Hep şunu söylemek isterim ki ben tek başıma bir kadın mimar değilim. Ama kadınların bu ortamda neden olmadıklarına gelince bunu ben de çok düşündüm. Özellikle mimarlık eğitimine baktığımızda öğrencilerin yaklaşık %75’i kızlardan oluşuyor. Sanırım dışardan mimarlık kadın mesleği gibi algılatılıyor. Bunu son zamanlardaki televizyonlardaki dizilerin de katkısı var mı onu kestiremiyorum. Kolay ve kadın işi gibi gösteriliyor. Kolayları kadınlara yakıştırırlar ya, o yüzden öyle diyorum. Yoksa bizim bir statik hocamız vardı “Kızların anlayamayacağı kadar zor ve kaldıramayacağı kadar ağır” derdi, halbuki anlattığı iki tane problem. O anlamda değil ama bizim ülkemizde kadının konumlandırılışı bakımından sanki evinde rahat rahat oturup kalem kağıtla uğraşacağı bir iş gibi algılanıyor. Bir de işin görünen yüzünde erkekler olmakla birlikte mutfağında kadınların olduğunu görüyorsunuz. Mesela inşaat firmalarında patron erkektir, şantiyenin başındaki erkektir ama proje koordinatörlüğünde, malzeme tespit edilmesinde, ilişkilerin kurgulanmasında da kadınlar vardır. Adı öne çıkmış kadın belki az ama bu sektörün farklı kademelerinde çalışan kadın o kadar da az değil.

PS: Sizce neden olabilir bu?

SU: Erkek egemen toplumun etkisi var. Bir kadının adının ortada olmasını taşıyabilecek nitelikte erkekler olması lazım. İnsanların birbirini taşıyabilmesi karşılıklı bir özgüvenle ilgili birşey. Bunu özellikle meslek içi evlilikler için söylüyorum. Bir de genelde siyasette de var ya erkekler önde görünüyor ama asıl idare kadınlarda. Kadınlar tabii işi içten çözüp göstermek istemiyor olabilirler. Sektörün farklı kademelerinde var ama şu kesin ki en önde değiller. Bir de kolayı seçenler var. Evlenip, çoluğa çocuğa karışınca, sabır ve uzun süreli gayret gerektiren bu işe ara veriyorlar. Daha sonra ise bu işe dönmek diğer mesleklerdeki olduğu kadar kolay olmuyor. Birisi daha evcimen olmayı tercih ediyor, akşam evine erken gitmeyi istiyor onun için ön yüzde bulunmayı tercih etmiyor, ön yüzde bulunanların eve dönüş saatleri belli değil. Bazıları da var ki “Oku da altın bileziğin elinde olsun” diye okuyor, ondan sonra çekiliyor, hiçbirşey yapmıyor. Bunlar da olabilir, çok yoğun anketler yapılarak belirlenebilecek bir durum belki de.

PS: Ankara’da faaliyet gözteren bir mimar olarak İstanbul ve Ankara arasında farklar görüyor musunuz?

SU: Farklar olduğu kesin. İstanbul’un kendi içinde de farklar var. İstanbul’daki mimarlığa ve mimarlara baktığımızda dışarıdan algılandığı kadarıyla söyleyebilirim ki, daha medyatik olanlar var. Bu onların kendi ilişkisinden mi yoksa medyanın onlara ilgilerinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama görünen durum bu. Bir kısım daha Ankara’nın tavrına yakın, Ankara gibi. “Gibi” derken neyi kastediyorum? Reklamdan uzak, daha kendi içinde uğraşan, kamuya hizmet edenler de var. Bu İstanbul’un konumundan da kaynaklanıyor, İstanbul orada iş yapanları değiştiriyor çünkü bütün sermaye burda. Sermayenin iş elde etme yöntemleri de farklı olabilir. Herşeyden önce bir sürat konusu işin içine giriyor olabilir, buradaki mimarlar da kendilerini buna adapte ediyor olabilirler. Ama İstanbul’daki ilişkiler dışarıdan algılandığı, hissettiğim kadarıyla daha keskin ve hırpalayıcı. Bunun örneklerini veremem, bu bir his. Sanki burada insanlar birbirlerini daha fazla hırpalıyorlar ya da yaşam şartlarının onları hırpalamasından öyle algılanıyor. Şartların keskinliği belki de.

PS: Bu seneki Arkitera Genç Mimar Ödülü’nde olduğu gibi sık sık jüri üyeliği yapıyorsunuz. Yarışmalarda katılımcı olarak kazandığınız tecrübeleri jüri üyesi olarak kullanabiliyor musunuz, nasıl kullanıyorsunuz, bu durum sizi nasıl etkiliyor?

SU: Jüri üyesi olarak baktığımda öncelikle verilenin ne verdiğini ve yapanın nasıl yorumladığını anlamaya çalışıyorum. O yorumlama biçimi içerisinde özgünlüğüne ve tutarlılığına bakıyorum. Çünkü bence jüri üyesi olarak “Ben olsam şöyle yapardım” demek hiçbir zaman doğru değil. Yani kendimizden sıyrılabilmeyi başarmalıyız. Orada yarışmacının verilerini yorumlama biçimi önem kazanıyor. “Ben olsam ne yapardım” diye başladığı zaman insan, başka türlü bakamayıp kendi benzerlerini bulmaya çalışır. Halbuki mimarlıkta ya da özellikle yarışmalarda yüz tane ise yüz farklı şey çıkabiliyor. Onları kendi içlerinde anlayıp değerlendirebilmek önemli. Her juri üyesi kendi yargılarını kullanarak bir karara varıyor ve bu sonunda ortak bir fikir oluşturuyor. Yarışma jürileri, birlikte düşünerek bir konsensusa varma ortamı aslında. Bazen sizin çok istediğiniz birşey en önde olmayabiliyor çünkü tek başınıza seçmiyorsunuz. Kendi değer yargılarınızla değerlendiriyorsunuz ama bazen diğer jüri arkadaşınızın bakış açısı sizinkinin tam tersi yönde olup, sizin daha farklı düşünmenizi gerektirebiliyor. Birlikte çalışma ahlakı da veriyor aslında.

PS: Arkitera Ödülleri’ni önemli buluyor musunuz? Türkiye’deki mimarlık ortamına bir katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

SU: Arkitera’nın daha fazla kesimin mimarlıkla ilişkilenmesinde katkısı olduğunu düşünüyorum. Öğrencileri, öğrenciliklerinden itibaren bu işe takip etmeye yönlendirdiği, haberdar ettiği için, işvereniyle, genç mimarıyla, bugüne kadar yapılmamışları öne çıkardığı için bir kamuoyu yarattığını düşünüyorum. Ayrıca diğer kaynaklara kıyasla ortamdan daha kolay haberdar oluyorsunuz. Sitedeki yayınlama yöntemini de mimarca buluyorum. Okunması bakılması, ziyaret edilmesi kolay. Diğerleri daha kolay bakılır gelmiyor.

PS: Nasıl takip ediyorsunuz?

SU: Ben günaşırı bakıyorum. Herkes kendine yönelik şeylere bakıyor, herşeyi okumuyorum. Örneğin forumların çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum çünkü hep birileri yazıyor ve bazen de deşarj olmak için yazıldığını düşünüyorum. Ama o da bir yöntem, onların da dertlerini anlatabilecekleri, karşılıklı konuşabilecekleri bir yer var. Kamuoyu yaratma anlamında olumlu buluyorum.

PS: Ödül verilmesi de kamuoyu oluşturulması bakımından önemli mi?

SU: Evet. Çünkü mimarlık bir kültür işi, mimarlık satın alınan bir hizmet. Daha iyi olabilmesi için, satın alanların hizmet isteme düzeylerinin arttırılması için bilgi sahibi olmaları gerekli. Ödüllere, bilginin oluşturulmasında bir kaynak olarak bakıyorum aynı zamanda.

PS: Fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

SU: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

2 yorum

  • kadri-atabas says:

    Gülsev meslektaşım,
    Bizler okuyor ama pek yazmıyoruz. Yazdığın ve ayrıca güzel yazdığın için teşekkür ederim.
    Ama Oda dan beklersen iş zor, ben 45 yıla yaklaştı uğraşıyorum. Zor dönemlerden geçtik, geçeceğiz. Her mesleğin zorlukları var. Bence bu duyarlılıkla Odayı fazla düşünmeden başka mesleki kuruluşlarda yer alıp uğraş, bakarsın yeni ufuklar açılmasına sen de katkıda bulunmuşsun.Sivilleşmek,sadece “istemek” olmamalı. İsteği yaşamda var etmek için bizzat çaba göstermek olmalı diye düşünüyorum. Yaşamak enerji ile ilgili gibi geliyor bana.
    sevgilerimle

  • ayhan-coskun says:

    ciddi bir örgütlenme isteği bence herşeyi anlatıyor,
    yazın için teşekkürler.

Bir yanıt yazın