Mimarlık Tarihi Söyleşileri: Lorans Tanatar Baruh

Mimarlık Tarihi Söyleşileri serimize tarihçi Lorans Tanatar Baruh ile devam ediyoruz.

Betül Atasoy: Bu söyleşi serisine başlamak istememin sebebi mimarlık tarihçilerinin, çalışmalarını genellikle salt fiziksel çevre çerçevesinde ele alıyor olmasıydı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Lorans Tanatar Baruh: Ben 19. yüzyıl İstanbul’u üzerine çalışmamı gerçekleştirdim. Bir mimarlık tarihçisi değilim, ekonomi okudum. Dolayısıyla araştırmalarımda ekonomik bakışım her zaman var ama kent tarihini çalıştım. Çalışmamın bir bölümü mülkiyet üzerineydi. Tapulara baktığınızda Beyoğlu, Galata ve Eminönü’ndeki mülkiyetin vakıf olduğu çok belirgin. Bu vakıf mülkiyetinin pratikte nasıl işlediğini aslında kenti çalışanların çoğu bilmiyor. Vakıflar konusunda araştırma yapanların alanına giriyor, bu konuda farklı çalışmalar var ancak şehir tarihi ile ilgilenenler çoğu zaman konunun bu kısmı ile ilgilenmiyor. Halbuki fiziksel yapının arkasındaki mekanizmaları bilmenin şehrin dönüşümünün farklı yönlerini ve aktörlerini görmemizi sağlıyor. Yani farklı noktalardan bakmanın ve farklı bilgi alanlarını biraraya getirmenin bir araştırmacı için önemli olduğunu düşünüyorum.

BA: Boğaziçi İktisat bölümünden mezun oldunuz, sonrasında nasıl tarih alanına kaydınız?

LTB: 3. sınıftaydım iktisat tarihi derslerini almaya başladığımda bu konuyla ilgilendiğimi gördüm. O zamanki hocam Murat Çizakça’ydı. Bu alanda nasıl devam edebilirim, ilerleyebilirim diye kendisine danıştım. Beni tarih bölümüne yönlendirdi. O zaman Edhem Eldem yeni gelmişti ve kendisinden ekonomik ve sosyal tarih dersleri alabileceğimi söyledi. Böylece tarih bölümünden seçmeli ders almaya başladım. Edhem Eldem’den sosyal ve ekonomik tarih, onun dışında ise Abdullah Kuran’dan sanat tarihi dersleri almaya başladım. Alanımın çok dışında olmasına rağmen sanat tarihini ekonomik ve sosyal olaylarla açıklaması çok önemliydi ve aslında bakış açımı da şekillendirdi. Mezun olduktan sonra yüksek lisans yapmak istedim. Ekonomi çok ekonometri üzerinden gidiyordu. Ekonometrinin bana çok uygun olmadığını, ekonominin yalnızca matematiksel değil sosyal bir alan olduğunu da düşündüğümden tarih bölümünde yüksek lisans eğitimime başladım.

BA: Sonrasında Tarih Vakfı dönemi geliyor zannedersem.

LTB: Sadece sevdiğim için tarih bölümünde yüksek lisansa başlamıştım. Bitirdiğimde ise bu konuda nasıl ilerleyeceğim çok net değildi. Iki sene özel sektörde çalıştım ama mezun olduğumda sosyoloji bölümünden bir hocam bana sormuştu “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye. “Benim aslında idealim bir kültür merkezinde çalışmak olacaktır” demiştim. Ancak o dönemde sadece Eczacıbaşı ve İKSV vardı. Bu firmalar da benim alanım dahilinde çalışmadıkları için özel sektörde bir mümessillik firmasında çalıştım. Sonra oğlum doğdu ve bir sene ara verdim. Sonrasında Osmanlı Bankası projesiyle Tarih Vakfı’nda çalışmaya başladım. Ama mekan olarak hep Osmanlı Bankası’nda çalıştım, Tarih Vakfı’nda değildim kısacası. Bankanın arşivleriyle bu işe başladım. Arşivlerin bir ön kataloglaması vardı, benim sorumluluğum onun detaylandırılması ve araştırmaya açık hale gelmesiydiBunları yaparken de bir yandan sergi, yayın gibi projelerde görev almaya başladım. Osmanlı Bankası hikayem böyle başladı.

BA: Sonrasında bağlantılı olarak devam ettiniz.

LTB: Evet. Tabii ki Türkiye’deki her kesimde olduğu gibi kurumumuzda da bir çok değişim oldu. 1997’de başladık, 1998’de banka elemanı oldum. 2001’de Osmanlı Bankası, Garanti Bankası’yla birleştirildi. Dolayısıyla bazı şeyler değişmeye başladı. 2001’de kurumlar birleşti ve bütün o yapı küçüldü. 2001’den sonra Osmanlı Bankası’nın müzesinin kurulması gündeme geldi. Bu proje Osmanlı Bankası döneminden vardı aslında. Bankacılıktaki ismi yok edildi ama kültürel mirası korunuyor mesajı vardı burada. Ve müze kuruldu. 2010’a kadar müze araştırma merkezi birlikte devam etti. Ondan sonra da Garanti’nin diğer kültür alanındaki merkezleriyle biraraya gelerek SALT oluştu. 2011’den itibaren de SALT üç ayrı binada çalışmalarına devam ediyor.

BA: Mimarlık ve sanat tarihi ürünleri için elle tutulabilen, görüp inceleyebileceğimiz bir takım somut objeler diyebiliriz aslında. Peki mimarlık ve sanat tarihi alanında çalışan bir araştırmacı arşivden ne ölçüde faydalanabilir? Daha doğrusu elinde bu kadar somut veriler varken arşiv ne kadar güvenilirdir? Nerede durması gerekir? Nasıl bir yöntem izlemelidir?

LTB: Bu soruya birkaç noktadan yaklaşayım. Öncelikle buradaki arşiv, Osmanlı Bankası belgeleriyle başladı ama onun ötesinde birtakım haritalar, fotoğraflar, kartpostallar ve farklı mimarlık ve güncel sanat arşivlerini de dahil ederek aslında Osmanlı ve Türkiye tarihine dair bir bellek oluşturdu. Mimarlık somut bir dünya üzerinden, somut bir yapı üzerinden gidiyor ama onun arka planını okuyabilmek lazım. Yapının mimarının kendisinden, mülkiyetindeki durumundan onun arkasındaki pazarlıklara, şehrin yapılanmasındaki hukuksal kısıtlamalara kadar her şey önemli aslında o bina yapılırken. Bunu da bina üzerinden okuyamazsınız. Arka planda mutlaka arşiv belgelerine ihtiyacınız var. Bu arşiv belgelerini de kullanırken her zaman farklı noktalardan okuyabilmek lazım yani herhangi bir belgenin yüzde yüz güvenilir olduğunu varsaymak hiçbir zaman mümkün değil. Devlet de olsa kişisel de olsa bir bakışı yansıtıyor. Dolayısıyla farklı kontrol noktalarıyla o bilginin sağlamasını yapmak lazım.

BA: Toplumsal Tarih Dergisi’ndeki “Karaköy Borsa Hanı, Taksim Kışlası ve Talimhane” başlıklı yazınızda bir binanın öyküsünü arşivden izliyoruz diyebiliriz. Elimizde iki harita var, ikincisinde binanın kesilmiş olduğunu görüyoruz… Durumun sebebini de arşivden bulmak durumundayız.

LTB: Mimar olmadığım için harita gibi bir malzameyi kullanırken tersten gittim. Çalışmalarımda da çokça harita kullandım zaten. Taksim-Sirkeci yolu üzerindeki binaların bütün özelliklerini not ettim, yüksekliklerini metrekaresini ölçtüm. Böylelikle aslında en çok yatırım yapan aileleri haritadan tespit ettim ama dediğim gibi hikayelerini belgelerden okudum. Karaköy Borsa Hanı’nın kesilmesinin arkasında tabii ki şehre dair gerçekleştirilmek istenen değişiklikler var. Oradaki durum, elektrikli tramvayın geçebilmesi için yolun genişletilmesiydi.

BA: Peki, sizce bunu, mimarlık ve sanat tarihi üzerine yoğunlaşmış insanların ne ölçüde yapabildiğini düşünüyorsunuz? Yani iki alana da dahil olarak çalışma yürütmek ne kadar mümkün?

LTB: Mimarlık tarihinde bir uzmanlığa gidilecekse öncelikle o dönemin Fransızca ve Osmanlıca dillerine vakıf olmak gerekiyor. Tarih formasyonlu biri genelde belgeleri dil üzerinden okuyabiliyor. Ama tabii onun da mekanla olan ilişkisi daha zayıf. Bunu bir yerde birleştirebilir miyiz? Mümkün tabii, insan kendisini geliştirebilir her alanda. Ancak bu daha çok farklı disiplinlerle ortak yapılacak birtakım çalışmalarla mümkün olabilir diye düşünüyorum. Öne çıkan Ahmet Ersoy ya da Zeynep Çelik gibi bir kaç kişi var. Onlar mimarlık tarihçileri, mimarlık disiplininden geliyorlar ve o dönemin dillerine vakıflar. Ama onlar gibi çok sayıda uzman yok, onun için de genelde Cumhuriyet Dönemi çalışılıyor.

BA: SALT’ın kendi arşivinden bahsedecek olursak. Malzemenin toplanması, tasnifi, sayısallaştırılması süreci nasıl işliyor? Bunu da belki tamamlanmamış olsa da Ali Saim Ülgen Arşivi özelinden inceleyebiliriz.

LTB: Dediğim gibi mimarlık arşivleri, bu arşivin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ali Saim’den önce Sedat Hakkı Eldem arşivi bir sergi için Rahmi Koç’tan alınmıştı ve buraya getirilen malzeme yalnızca sergide kullanılmadı. Kataloglandı ve araştırmacılara açıldı. Aynı şekilde Harika ve Kemali Söylemezoğlu’nun da arşivi bu şekilde kataloglandı ve o da araştırmacılara açıldı. Ali Saim Ülgen ise daha sonra aldığımız önemli bir arşiv. Bir bağış. Mimarlık Vakfı’nın ön çalışmasını yaptığı, daha sonra da bize transfer olan bir arşiv. Bunun kataloglanmasında da farklı alanlardan insanlar çalışıyor. Bir mimarlık tarihçisi çalıştığı gibi bir sanat tarihçisi ve içinde Osmanlıca belgeler olduğu için de Osmanlıca konusunda da uzman kişilerin birarada çalıştığı bir arşiv. Bu durum bir şekilde sinerji de oluşturuyor. Dediğim gibi herkes her şeyi bilemiyor, yapamıyor ama en azından kişilerin birbirlerine destek olması, birbirleriyle konuşmasıyla o arşiv kataloglanıyor. Sonrasında tabii dijitalleştiriliyor ve araştırmacılara açılıyor.

BA: Peki depolanması nasıl oluyor?

LTB: Burada neminin ve ısısının kontrol edildiği bir arşiv mekanımız var. Çok büyük değil ama şu aşamada bize yetiyor. Daha uzun vadede farklı alanlara da ihtiyaç olacaktır. Yangının gazlı söndürmeyle yapıldığı bir alan var. Yani biz erişimi djital üzerinden sağlıyoruz ama belgelerin orjinallerini de koruyoruz. Farklı sergiler ve kullanımlar için geleceğe taşıyoruz.

BA: Ali Saim arşivinin sayısallaştırılması için yaklaşık olarak ne kadar bir süre öngörüyorsunuz?

LTB: Tasnif edilmesi ve djitalleştirilmesinin tamamlanması için bir senesi daha var.

BA: Sayısallaştırmadan bahsettik. Artık çok farklı platformlarda bulabilceğimiz sayısallaştırılmış birçok kişisel veya kurumsal arşiv var. Bunun disiplinlerde nasıl bir dönüşüme sebep olabileceğini düşünüyorsunuz? Yani tek bir alana gidip orada arşive erişmek yerine aslında şu anda bambaşka bir yerden birçok arşive erişme imkanımız var. Bu disiplinlerde bir dönüşüme yol açabilir mi?

LTB: Bilgiye ulaşımın kolaylaştığını söyleyebiliriz. Belki gidemeyeceğiniz ya da oraya gitmeyi düşünmediğiniz bir araştırma merkezinden bir bilgiyi daha kolay internet üzerinden ya da dijital erişimle -yine hala çok çok kolay değil ama- ulaşabiliyosunuz. Ancak onun analizi başka bir şey. Yani analizi ancak sizin bilgi birikiminizle olabilecek bir şey. Şu anda Osmanlı Başbakanlık Arşivleri’ndeki belgelerin erişimi çok daha kolay, o belgeleri alabilirsiniz, Türkçe anahtar kelimeler yazarsınız önünüze çıkar. Sonra o belgenin okunmasına ihtiyaç var. O belgenin doğru olarak okunması, okunduktan sonra o belgenin anlamlandırılması gerekir. Belgenin doğru anlamlandırılması da ancak o bağlamı iyi bilmenize bağlıdır. O da bilgi birikimiyle oluyor. Çünkü o dönemin terminolojisi, kültürü farklı. Bunları bilmediğiniz zaman anlamlandırmakta zorluk çekersiniz. Onun için bilgiye erişimle onu kullanmak arasında ciddi bir fark var. Bu da dediğim gibi kişinin kendi donanımı ve birikimiyle doğru orantılıdır.

BA: Ancak daha öncesinde çok daha az bilgiyi alabilirken şu anda çok daha kısa sürede çok daha fazla veriyi elimizde tutabiliyoruz.

LTB: Tabii ancak bilgiyi değerlendirmenin süreci yine de aynı. Değerlendirmek için belki daha fazla zamanımız var çünkü bilgiyi daha kolay alıyorsunuz ama daha çok bilgiyi değerlendirmek durumundasınız.

BA: David Armitage bir söyleşisinde diyor ki “Tüm akademisyenler evrensel tarih yapmıyor ancak tüm tarihçilerin küresel bir okuyucu kitlesi var. Uluslararası ve evrensel bir proje yapmıyorsanız neden yapmadığınızı artık açıklamak durumundasınız. Ulusal tarihçiliğin egemenliği sona erdi.” Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

LTB: Bence de ulusal tarihçiliğin egemenliğinin sona erdiğini ve eleştirel/alternatif tezlerinin ortaya çıktığını söylebiliriz. Türkiye’de 80’lerden sonra bir kırılma yaşandı. Belki bazı fakülteler ulusal tarih tezlerini savunmaya devam ediyor ama bence ibre mikro tarihçiliğe çevrildi. Bu daha çok yereli anlamak, mikroyu anlamak üzerine ilerliyor. Farklılıkları görebilmek için genellemelerden daha özel anlatımlara doğru gidildi. Örneğin İstanbul’daki bir takım yapılanmayla ilgili uygulamalarla Selanik’tekinin ya da Beyrut’takinin farklı olduğunu ve bu durumun da yerel dinamiklerle ilgili.olduğunu düşünüyorum Yani bu dinamikleri ortaya çıkarmak bugünün tarihçiliğini şekillendiriyor. Bu evrensel midir? Şu anlamda evrensel olabiliyor. Bu farklılıkları görmek için ulusal tarihçiliği aşan eleştirel anlatımlara ihtiyacınız var.

BA: Ulusal tarihçilik yaparak şu anda var olabilmek mümkün değil o halde?

LTB: Değil. En azından dünya çapında mümkün değil. Ulusal tarih zaten ulus devletlerin kendisini var etmek için oluşturduğu bir tarihti. Günümüzde ulus devletler kendilerini var etme noktasını aştılar. Ayrıca farklılıkların ortaya çıktığı, bir zenginlik olarak algılandığı bir dönemdeyiz ve onları anlatmak şu anda daha önemli.

BA: Selçuklu ve Osmanlı tasarımlarına öykünen binalar mantar gibi türemeye başladı. Adalet sarayları gibi kamu yapılarından çok ufak ölçekli objelere kadar bu tipte tasarımları her kentte görmek mümkün. Bu ‘Yeni Osmanlıcılık’ olarak tabir edilen yeni akımı bir tarihçi bakış açısıyla değerlendirebilir misiniz? Motivasyonu nedir?

LTB: Tarih her alanda çok kullanılmaya başlandı. Reklamlarda da karşımıza çıkıyor artık. Bu hikayeler niye şu anda bu kadar önemli diye sormak lazım öncelikle. Tabii ki tarih de diğer bütün şeyler gibi bir tüketim malzemesi olarak görülmeye başlandı. Uzun zamandır çok da kullanılmayan, hatta bir kenara bırakılan Osmanlı tarihini tekrar keşfetme heyecanı motivasyonlardan biri. Selçuklu, Osmanlı, Hitit,… Hitit bir ara vardı ama ondan sonra yine o da unutuldu (gülüyor). Ülkenin tarihiyle, bu toprakların tarihiyle bir bağlantı kurma, bir kimlik oluşturma üzerinden olduğunu düşünüyorum aslında bütün bu uygulananların.

BA: Peki bilinçli olarak mı oluşturuluyor? Hitit vazosuna öykünerek tasarlanan bir yüksek katlı yapı projesi bile var.

LTB: Çok bilinçli olduğunu düşünmüyorum. Bir pazarlama tekniği olduğunu düşünüyorum. Ama bu pazarlama tekniği, aslında toplumsal olarak talep edilen bir dürtü olduğu için bunu sunuyorlar. Toplum bunu alıyor. Toplum bunun özlemini çekiyor, o bağlantıyı kurmak istiyor, o hikayeleri duymak istiyor. Örneğin Muhteşem Yüzyıl da öyle bir hikayenin anlatılmasıdır.

BA: Sizce bu durum tehlikeli midir? Öngörünüz nedir bununla ilgili?

LTB: Tabii ki tehlikelidir. Bunun içinde doğru şeyler ve çarpıtılmış şeyler birarada yer alıyor. Popüler noktada kaldığı zaman insanların hafızasında verilen bilgi kalıcı oluyor. Hatta üniversite öğretim üyelerinden biri bana ‘Kafasında birtakım bilgilerle geliyor gençler, onları değiştirmek çok zor’ demişti. Üniversite seviyesinde de böyle olduğunu düşünürseniz daha popüler alanda o bilgiler bir hikaye noktasında kalıyor. Ve o hikaye gerçek bilgiye dönüşebiliyor. Akademik bir noktada değilseniz o kişiler için gerçek bir bilgiye dönüşüyor aktarılanlar, bu anlamda tabii tehlikeli. Bunun önüne geçebilmenin tek yolu akademik bilginin popüler programlarla topluma aktarılmasıyla olabilir.

BA: Peki bu açıdan düşündüğümüzde akademisyenlerin rolü ne olacak? Popüler bilgiyi aktarabiliyorlar mı?

LTB: Akademik çalışma yavaş ilerler. Bu aynen bir sergi yapmanın hızıyla bir arşiv katalog etmenin hızı arasındaki fark gibi. Dolayısıyla hiçbir zaman öbürünün hızına erişemeyecektir. Ancak gazetelere yazı yazmak ya da sergi yapmak gibi birtakım farklı araçlarla belki bir yere kadar gerçekleştirilebilir ama bu hiçbir zaman o tüketimin hızında olmayacaktır.

BA: Bu ilgi sizce geçici mi?

LTB: Geçici diye düşünüyorum. Bir gün sıkılacaklar bundan. Başka bir şey arayacaklar. Firmalar başka bir strateji bulacaklardır.

BA: Daha önceki sorularda da biraz bahsettiniz, tarihle ilgili disiplinler yavaş yavaş özel sektör tarafından desteklenmeye başladı. Bu, tarihin popülerleşmesiyle birarada yürüyen bir şey mi? Bu durumdan özel sektörün faydası nedir?

LTB: Baktığınızda bu kurumların çoğunun bugün güncel sanat üzerinden yürüdüğünü görüyorsunuz. Dolayısıyla bugün şirketler için daha öncelikli görülen sanat, güncel sanat gibi alanlarda ilerlemektir. Bu durumu güncel sanatın tüketimle olan ilişkisiyle de bağdaştırabiliriz. Farklı alanlarda hizmet veren birtakım enstitüler var ama onlar kadar popüler değil. Biraz daha geri planda duruyorlar. İstanbul Araştırmaları Merkezi, ANAMED bunlardan birkaçı. Bu tür kurumlar esasen birer araştırma kurumu olarak yapılandıklarından, çalışmalarına biraz daha geri planda devam ediyor. Ayrıca özel sektörün birtakım sosyal sorumluluk projeleri var. Osmanlı Bankası Araştırma ve Arşiv Merkezi’nin kuruluş nedeni oydu. Osmanlı Bankası Doğuş Grubu’na satıldıktan sonra Aclan Acar bankanın başına gelmişti -o zaman genel müdür- ve “Osmanlı Bankası hangi yanıyla ortaya çıkabilir?” diye sormuştu. Dolayısıyla ‘tarihi’ydi bunun cevabı. Böylelikle bankanın önemini tarihi aracılığıyla ortaya koyacak olan bir arşiv ve araştırma merkezi kuruldu. İnsanlara daha çok yaklaşabilmenin bir yolu da aslında bu tür merkezler oluşturmak ama dediğim gibi bu da varolan taleplerle ilişkili. Türkiye’de devlet eliyle bu tip kurumlar aktif olamadı günümüze kadar. Dolayısıyla bu konuda bir boşluk olması da desteklenme sebeplerinden biri oldu. Yani o boşluğu doldurucak birilerine ihtiyaç vardı. Bunu da özel şirketler yaptı. Kendilerinin de aslında toplumla birleştiği nokta, görünen yüzü oldu bütün bu kurumlar.

BA: Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Kağıthane’ye taşınması hakkında ne düşünüyorsunuz?

LTB: Muhakkak ki altyapı olarak daha iyi, birtakım hizmetlerin birarada olacağı -öncesinde çok parçalıydı arşivler- bir yere taşındı. Ancak Kağıthane eskiden beri mekansal olarak su taşmalarıyla ünlü bir yer. Bunun önüne geçilmesi düşünülerek o binaların yapılmış olması gerekir. Öyle olduğuna inanmak istiyorum en azından.

BA: Herkes ona inanmak istiyor zaten.

LTB: Kağıthane’nin seçimi muhtemelen orada boş arazinin bulunması. Çok hesaplanarak yapılan bir şey olduğunu düşünmüyorum. Orada boş bir alan vardı o alana taşınabilme imkanı vardı. Bildiğim kadarı ile derenin islahı yapılmıştı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin inşaatını yapan firmanın da dediğim gibi su taşmalarıyla ilgili sorunlarını çözmüş ve gerekli önemleri almış olması gerektiğini düşünüyorum.

BA: “Tarihi Yarımada’da olması gerekiyordu bu arşiv, neden taşınıyor?” gibi bir eleştiri de var.

LTB: Kuşkusuz öyle. Tarihi Yarımada’da olması önemliydi. Erişimi çok kolaydı. Bir de belki İstanbul’u hissederek o belgelere bakıyordunuz. Hele bu arşivin yurtdışından birçok araştırmacı çağırdığını düşünecek olursanız. Kağıthane öyle bir alan değil. Kağıthane’ye otobüsle erişim olabilir ama hiçbir şekilde Sultanahmet gibi bir nokta değil. Kağıthane her ne kadar birtakım kültür merkezi vs. gibi yapılanmalar olsa da kültürel açıdan da zayıf bir nokta. Hiçbir şekilde Sultanahmet ile karşılaştırılamaz. Ama diğer yandan şehir merkezinde böyle bir yeri yapılandırmak da maalesef mümkün olmuyor.

BA: İnşaatı yapan firmanın arşiv binaları açısından herhangi bir uzmanlık alanı da görünmüyor. Bu da aslında ilginç bir nokta. Bir arşiv kompleksi yapılıyorsa ve elde bu kadar değerli belgeler varsa bunun için bir şekilde bir uzmanlığı olan ya da bir danışmanları olan bir firmayı seçmeleri gerekmiyor muydu?

LTB: Dediğinizde haklısınız. O konuda Prag arşivlerini gezdiklerini biliyorum. Türkiye’de arşiv bölümleri dışında, arşiv binası inşaası anlamında bir uzmanlık alanı var mı bilemiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum ki arşiv bölümlerinin öğrencilerine bir arşiv mekanıyla ilgili bilgiler pek verilmiyor. Dolayısıyla Türkiye’de bu tip donanımı olan kişiler az. Belki kısmen yurtdışından danışmanlıklar alınabilirdi. Prag’a gittiler ama yalnızca ziyaret mi onun ötesinde birtakım ilişkiler kuruldu mu bilemiyorum. Önemli bir arşiv Başbakanlık Osmanlı Arşivi.

Etiketler

Bir yanıt yazın