Gezi İslamcı ve Muhafazakâr Kesimde Zihin Konforlarını Sarstı

Cihan Aktaş ile mimariden sosyal yaşama pek çok konuyu konuştuk.

Daha çok yazıları, kitaplarıyla bildiğimiz Cihan Aktaş’ın bir de mimar yönü var. Biz de kendisini bulmuşken cami mimarisinden şehirleşmeye, Gezi olaylarından kadının kamusal alandaki konumuna kadar pek çok soruyu yönelttik. Kentsel dönüşüm ile ortadan kalkan mahallelerin sosyal sorunlar doğuracağını söyleyen Aktaş Gezi olayları ile birlikte kalkınma ve yeşil alan sevgisinin bir arada götürülebileceğini düşünenlerin sarsıldığını belirtti. Söz Aktaş’ta!

Serkan Ayazoğlu: Yazılarınız, kitaplarınız ile daha çok tanınıyorsunuz. Bir de mimar yönünüz var. Mimar olmaya nasıl karar verdiniz?

Cihan Aktaş: Bir süreç içinde gerçekleşti bu kararı almam. Resim yapmayı çok seviyordum. Resme en yakın ama aynı zamanda somut bir meslek olarak görünen, ailemin de sıcak bakacağı mimarlığı seçebileceğimi düşündüm. Mekanlara dönük bir ilgim vardı, evlerin bölümlerinin farklı özellikleri üzerine de kafa yoruyor ve kendi hayalimde geliştirerek resme döküyordum. Çocukluğum Erzincan’ın bir kasabası olan Refahiye’de geçti. 1939 Erzincan depreminde anneannem beş çocuğunu yitirmiş, onun ağıtları ve deprem sırasında asıl ölümlerin binalardan kaynaklandığına dair genel kabulün mimarlığa dönük ilgimi beslediğini söyleyebilirim. DGSA MYO’da öğrenciyken Yeni Devir gazetesinin bir yarışmasına katıldım. “İslam Mimarisi” bağlamında ve derece aldım. Öğrencilik yıllarımda arkadaşlarımla gecekondu mahallelerine gider, ailelerle içinde bulundukları güçlükler üzerine konuşurduk. Aynı yıllarda kafamı kurcalayan sorular ve izlenimlerden beslenen öyküler yazdım daha sonra. İslam mimarisinin donmuş bir kalıp olmadığı, olmaması gerektiği konusunda bir tespitim vardı ve bu konuda okumalar yapıyordum.

İslam mimarisi deyince akla önce camiler geliyor. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in şöyle bir açıklaması var: “Üniversitelerimiz, üniversitelerimizin mimarlık fakülteleri, mimarlarımız 80 sene camiye küstü. Cumhuriyet dönemine özgü bir tane cami mimarisi ihdas edemediler.” Katılıyor musunuz?

Bu alandaki kusurların iki sebebi var. Birincisi klasik mimarinin görkemi yeni denemeler yapmak konusunda mimarları her zaman cesaretsiz kılmıştır. Mimar Sinan’ın ortaya koyduğu o form ve üslup o kadar güçlü ve başarılı ki onu aşmak ve yeni bir deneme yapmak konusunda mimarlar kendilerini tutuk hissediyorlar. Sözgelimi minare formu Sinan’ın eserleri örneğinde aşılmaz hatta değişmez görünür. Oysa mesela Fas’ta minareler dikdörtgen şeklindedir. Marakeş’teki 12. Yüzyıl eseri Kutubiyye Camii’nin dikdörtgen minaresi bir sanat şaheseri. Rabat’taki yarım kalmış Hasan Camii’nin minaresi de öyle. Yine Endülüs mimarisine baktığınızda da farklı örnekler bulursunuz. İran mimarisinde minareler biraz daha kısa ve küt ama yeni yapılanlar bile çok iyi işleniyor. Bizde bu tarz bir mimari Anadolu Selçuklu döneminde etkisini sürdürse de Sinan’ın ustalık eserleriyle birlikte daha bir uzuyor minareler. Bunun sebebi de kuşkusuz buna izin veren uzam. Bursa’nın yerleşik dokusuna kıyamamış Sinan ama İstanbul’u görkemli camilerle donatmış. Cami mimarisi konusundaki ikinci problem, mimarların büyük çoğunluğunun ve akademinin de cumhuriyetten sonraki kültür politikaları nedeniyle cami mimarisini konu almanın uzağında durmaları. Modernist elitin yaklaşımı ise “o kadar cami var zaten, cami yerine okul yapılsın” şeklinde olmuş. Oysa cami yapımında mahalledeki insanlar toplanıp dernek kuruyor, bu göçen insanın yeniden yurtlanmasının önemli bir safhasıdır adeta. Cami yapımı işleri yerleşiklik açısından kendini kanıtlamamış mahalleye bırakıldığı ve cami yaptırma dernekleri de bu konuda yalnız kaldıkları için ortaya Sinan mimarisi geleneği adına övünç duyulabilecek camiler çıkmıyor. Gerçi bu konuda da bir genelleme yapmaktan kaçınmak gerek. Turgut Cansever’in bir söyleşisinde altını çizdiği gibi ilk dönem gecekondu mahallelerine yapılan camiler, mahallenin çatı dokusuyla uyumlu, sade bir üsluba sahip küçük mescitler olarak belirdiler. Gecekondulaşma çarpık bir şekilde karışarak sürerken, köyünde ahşap payeli camide namaz kılan insanlar, beton yığını manzarası sunan hantal betonarme camilerin yapımına destek sunmaya mecbur kaldılar.

Mimarlar cami mimarisi ile pek de ilgilenmediler derken Vedat Dalakoy’ın Kral Faysal Camii için ne düşünüyorsunuz? Muhafazakâr çevrelerin tepkisi üzerine Pakistan’a yapıldı.

Kesinlikle haklısınız ama başta belirttiğim sebeple açıklanabilir bu. Klasik formun aşılabilmesini mümkün kılan denemelerin yoğun ve ikna edici şekilde gerçekleştiği söylenemez. Bu nedenle de risk almamak adına tekrar ve taklitle yetiniliyor. Mimar Sinan’ın geliştirdiği formu daha kalitesiz bir malzemeyle tekrarlamak veya taklide çalışmak bu büyük ustaya haksızlıktır oysa. Aslında “taklit” demek daha doğru, bir tekrardan söz edemeyiz. Çünkü bağlam değişti ve malzeme de tamamen aynısı değil.


II. Hasan Camii

Çamlıca Camisi için endişeliyim

Günümüz yapılarında estetiğin büyüklük olarak algılandığı eleştirisine nasıl yaklaşıyorsunuz?

Bu çok haklı bir eleştiri. Kaldı ki Mimar Sinan’ın form ve üslubunun aşılamazlığı üzerinden bakacak olursak, onun hem çok görkemli hem de ufak şirin çok hoş camileri var. Bir de cami planlanırken bağlamlar, çevre şartları elbet hesaba katılmalı. O bölgede cami ihtiyacı göze alınmalı. Geçen ay Fas şehirlerini dolaştım biraz. Kazablanka’da II. Hasan Camii’ni gördüğümde Çamlıca Camii projesini çağrıştırdı bana, endişelendim doğrusu.

Nasıl bir benzerlik var?

II. Hasan Camii Atlas Okyanusu’nun hemen kıyısına inşa edilmiş. İzlerken okyanusa nispet eder gibi hantal, korkutucu bir büyüklükte göründü bana. Çamlıca Camii projesi de bütün İstanbul’dan görülebilmesi gibi bir özellikle konuşuldu. Ancak sonuçta mimari açıdan taklit bir cami olacak, oysa Başbakan Erdoğan önemli bir siyaset adamı ve Türkiye için çok çalıştı, İstanbul için de önemli işler yaptı. Adına daha özgün, silueti boğmayan, çevresiyle uyumlu ve mütevazı ölçülere sahip özellikli bir cami yapılabilirdi Çamlıca’ya.

İran’da cami mimarisi nasıl?

İranlılar cami mimarisinde malzeme ve ölçek konusunda kılı kırk yarıyorlar, çok titizler. Her şehirde bir merkez camisi vardır ve “Mescid-i Cami” olarak adlandırılır. Şehir halkı Cuma namazı için oraya toplanır. Geriye kalan irili ufaklı ama Mescid-i Cami” kadar büyük olmaması gereken camilere mescit denilir. Mimari üsluplar bölgelerin kendi yapı özelliklerine ve iklime göre epeyce değişiklik gösteriyor. Erdebil, Tebriz gibi soğuk şehirlerde iç avlu küçük tutulduğu için merkez sahın daha geniş planlanıyor. Yezd ve İsfahan, Şiraz gibi yumuşak iklime sahip şehirlerde camilerin avluları genellikle büyük planlanıyor, namaz genellikle avluda kılınır çünkü. Güney bölgelerinde kubbe değil muhteşem taç kapılarla değişiklik gösteriyor cami mimarisi. Mahalle mescitleri o kadar küçük ki nerdeyse yanına yaklaştığınızda fark ediyorsunuz. Çok güzel, çinilerle işlenmiş cepheleri, iç tezyin ve kubbeleri dikkati çekiyor.

İnsan mekan içinmiş zihniyeti terk edilmeli 

Camiler ve kadın konusunda ne düşünüyorsunuz? Ülkemiz camilerinde kadınlara ibadet için gerekli ortam sağlanıyor mu?

Elbet kadınlar için camilerde daha ferah, rahat bölümler olması gerekiyor. Ancak sorunuz, mütedeyyin kadınların verili kamusal alan ve sokakla ilişkisinde meydana gelen kopuklukların sebeplerini açmayı gerektiriyor. Hangi alan daha ferahtı, nerede daha bir güzel kabul vardı? Geleneksel bağlamın bastırılması, modernliğin bir tür temsille “ulus kadın modeli” üzerinden tanımlanması… Öteki kadınlar nerelerdeydiler bu zaman zarfında? Mahallelerinde, eşik önlerinde birer sığınak bulabiliyorlardı, ama bu da bazen ideal vatandaş profili adına bazen de rant hesabına ellerinden alınmakta. Ulus devletin kamusal alanının filtreleri var, ideal olarak tanımladığı bir tür vatandaş dışında diğerleri için orada tutunmak aşırı bir çaba, mücadele istiyor. Diğerleri Deleuze’un ifadesi ile “görünür görünmez” oluyor. Ayça Örer bir yazısında parklara yerleştirilmiş aletlerle jimnastik yapmaya çalışan uzun pardösülü kadınlardan söz ediyordu. Onlar için niye daha rahat spor yapabilecekleri açık alan hayal edilemiyor? Bu soru elbet Roman vatandaşlarımızın neden kendi bağlamlarından kopartılıp asla mutlu olamayacakları beton bloklara yerleştirildikleri şeklinde uzayıp giden sorulara da açılıyor. Şehir insan için değil de insan şehir içinmiş, mekan insan için değil de insan mekan içinmiş gibi bir zihniyeti terk etmemiz ve projelerde insan varlığını soyut bir şekilde değil de somut olarak öne çıkarmamız gerek.

Kabe’de ibadet edenler gökdelenleri değil gökyüzünü görmeli 

Kabe’nin çevresindeki rezidanslar, oteller, gökdelenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kâbe’nin talihsizliği her şeyi dar bir açıdan gören, kültürel mirasın ve çevre dokusunun korunması umurunda olmayan bir rejim tarafından yönetiliyor ve bu konudaki rahatlığın da türlü sebeplerle İslam Âlemi tarafından büyük ölçüde paylaşılıyor olması. Bu büyük bir sorumluluk ve daha evrensel ölçekte, sistemli bir koruma konusunda özenli davranmak gerektiği açık. İslam Konferansı Teşkilatı bu konuda bir şeyler yapabilirdi, hâlâ da yapabilir. Kâbe’de ibadet eden hacıların gökdelenleri değil gökyüzünü görebilmesi gerek.

Mahalleler ortadan kalkarsa sosyal sorunlar ortaya çıkar 

Kentsel dönüşümle alakalı olarak neler söyleyebilirsiniz?

Kentsel dönüşüm geçiren bir mahallede yaşıyorum. Bir siteye çekilmemek için direniyorum doğrusu. Camisi bakkalı olan, gelip geçen insanların birbirini tanıdığı, sokaklarında aşina kedilerin köpeklerin gezindiği, ağaçları ve duvarlarında yılların izlerini okuyabildiğimiz mahalleler bana çok değerli geliyor. Bu güzelliklerin rant mantığıyla ve rastgele üst üste yağılan binalarla yok edilmesi de kaygılandırıyor tabii. Bir mahalle kolay biriktirmiyor ki kendini! Stefanos Yerasimos’un “Müslüman Uzamında Sınır Çizgisi ve Geçit” adında bir denemesi var. Orada Yerasimos Müslüman uzamında petek dokunun ve mahallenin ne anlama geldiğini tartışıyor. Mahalle bir bakıma devletle iktidar güçleri arasında kademeli bir geçiş alanı sağlayarak özel alana bir özgürlük, korunma ortamı sunuyor. Arabuluculuk rollerini de güçlü tutuyor. Geniş aile ve mahalle, eşik oturmaları kaybolurken arabuluculuk imkânlarını da yanı sıra götürüyor. Arabuluculuk olgusu başlı başına şiddeti engelleyen bir iç dökmeye de imkân tanır. Şimdi ne olacak? Bir kadın şiddete maruz kaldığında, bir erkek işsiz kaldığında kime, nereye sığınacak? Şiddete maruz kalıp da yasal yollara başvuran kadının ertesi gün uğradığı şiddeti yansıtan fotoğrafını çok satan gazetenin birinci sayfasında görmemesinin garantisi var mı? Kurumlardan neyi, nereye kadar umabiliriz? Semtimizde geniş bir park var, orman misali, tepe üzerinde kurulduğu için kendini koruyor. Bu parkın eteklerindeki bir sokak üstünde ise bir huzurevi var. O park benim sürekli gelip geçtiğim yer. Huzurevindeki yaşlıların bir kez olsun o parkta dolaştırıldığını görmedim. Bunlar önemsiz konular değil. İmar inşa işleri kervan yolda düzülür mantığıyla değil üstad Sezai Karakoç’un bir sohbetimizde dile getirdiği gibi hiç olmazsa 50 yıllık planlar yapılarak sürdürülmeli.

Kuzey ormanlarına gelecek kuşakarın ihtiyacı var 

Göç bir sorunken 3. Havalimanı, 3. Köprü gibi göçü tetikleyecek projelere nasıl yaklaşıyorsunuz?

Orman imhası ile mümkün bir projeye sempati duymam mümkün değil. O ormanlara hepimizin, özellikle de gelecek kuşakların ihtiyacı var. Bence Asya ve Avrupa’nın kendi yağıyla kavrulabileceği, iş eğitim gibi konularda karşı tarafa muhtaçlığın asgariye indirilebildiği projeler tasarlanmalı, politikalar üretilmeli. Şehirle ve oturduğu zeminle bu kadar oynanmamalı, yeni bir köprü bir süreliğine sunduğu ferahlığın ardından yeni göçlere, yeni plansızlıklara ve tabiatın tahribine bir eşik olmaya başlıyor. Kısır döngü içinde plansızlık devam ediyor. Her konuda “Batı”daki örnekleri öne sürüyoruz ama bu konuda Batı’nın kötü tecrübelerini incelemekten uzak duruyoruz. Otoyollar mahallelere dokunulmadan tasarlanamaz mı? Kentsel dönüşüm yaşamış Harlem’i gidip gördüm. Bana yenilenmiş, “kirden arındırılmış” haliyle, süngerimsi, solgun, sinirleri alınmış gibi göründü. Matt Tauber’in 2006 yapımı The Architect isimli filmi benzeri bir meseleyi kurcalıyor: Suç ürettiği düşünülen mahalleleri yok etmek için inşa edilen sosyal konutlar hangi şartlar altında ve nereye kadar masumiyetin güvencesi olabilir? Oturacak insanların ihtiyaç ve alışkanlıkları hesaba katılmadığında, sonuçta o konutlar birer suç yuvasına dönüşüyor. Ya da birçok insan dayatılmış taşınmaya rıza göstermeyerek terk ettiği için konutlar suç yuvası haline geliyor.

 

Peki ya bu bağlamda TOKİ’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

TOKİ’nin elinde imkânlar var ve çok da çalışıyor. Ama keşke bu incelikler hesaplanarak, insan unsuru önemsenerek bu işler yapılsa. Le Corbusier’ci “konut makinesi” mantığı terk edilmeli. Önümüzde Bursa Doğanbey Konutları gibi korkunç örnekler var. Kişi başına daha fazla betona değil daha fazla yeşile ihtiyaç duyuyoruz. Köşe başı veya sokak ağzında karşılaşmalarla birbirimizden öğrenme imkânını ve bununla gelişecek bir anlayış yeteneğini nasıl koruyacağız? Sitelerin getirdiği, alarm ve koruyucu sistemlerle güvence altına aldığı türdeş hayat tarzı da ayrıca çok korkutucu. Güvenlik sadece can güvenliği değildir ki. Ruh sağlığı güvenliğini nasıl sağlayacağımızı da düşünmemiz gerekiyor.

Kendi adıma Gezi’den çıkarılacaklar konusunda düşünmeye devam ediyorum

Gezi olaylarına nasıl bakıyorsunuz?

Gezi’den çıkarılması gereken dersler olduğu çok açık. Ben kendi adıma düşünmeye devam ediyorum. Her şeyden önce bir şehrin yaşayacağı değişim konusunda karar verecek olan kimlerdir, bu soru üzerine döne döne düşünmeliyiz. Gezi sırasında bir zamanlar egemen çevrelerin bizlere yönelttiği “sizi kullanıyorlar” şeklindeki suçlamaları duymak çok sarsıcıydı. Hükümet ve Belediye en başından eylemcileri muhatap alsaydı, Gezi zaten söylemleri yıpranmış fırsatçıların eklemlenmesiyle çığırından çıkmazdı. Çevre ilgisi ve sorumluluğu tabii, masum ve haklı, dolayısıyla bir komploya mal edilmemesi gereken bir duyarlıkla olası. AVM, rezidans merkezli inşaat salgınının uygulamadaki sorgulanmazlığı, alternatifsiz olduğu söylemi tartışmaya açıldı. Sonra apolitik ve benmerkezci sayılarak eleştirilen hatta küçümsenen bir gençliğin sorularının ciddiye alınmasının gereği de gündeme ve yetişkinlere kendini hatırlattı. Bu gençlerin AK Parti döneminde yetişen gençler olduğu tespiti de çok önemli. Gezi İslamcı ve muhafazakâr kesimde zihin konforlarını sarstı. Yeşil alan ve ağaç sevgisiyle betonlaşmaya sebep olan türde bir kalkınmanın bir arada götürülebileceğinden şüphe duymayan kesimler, bu konuda yeniden düşünme gereği duyuyorlar.

Muhafazakarlar eski yaşanmış kabusların geri geleceği endişesini duydu

Yine darbe, hükümeti devirme gibi eleştiriler de yapıldı. Sizin böyle endişeleriniz oldu mu?

Önce Gezi’ye eklemlenmelerle öne çıkan bazı söylemler, ardından Mısır Darbesi, muhafazakâr ve İslami kesimlerde çeşitli endişelere sebep oldu doğrusu. Arkadaşlarım arasında yakın geçmişe kadar kısıtlamaları hissedilen laikçi baskının geri geleceği endişesini samimiyetle dile getirenler hiç az değil. Kimi sloganlar ve eylemler yaşanmış kâbusun geri geleceği endişesini duyurdu. 1990’larda ihbarlarla, fişlemelerle, medya teşhirleriyle, ikna odaları süreciyle kitleler üzerinde nasıl bir baskı oluşturulduğu hatırlandı. Sokaklarda tacize uğrayan başörtülüler, hastaneden geri çevrilen çarşaflı kadınlar, dersliklerden atılan öğrenciler bu kâbusların geri geleceği korkusuna kapıldılar. Seçilmişlerin meşruiyetini sorgulamaya başlayan slogan ve eylemler, Gezi’nin ilk sorularını bastırır hale geldi. Ancak bir eylemin sonrasında çığrından çıkarılması başlangıçtaki sebeplerin haklı olduğu gerçeğini göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Mazlumiyetin sonsuz rövanşıyla yetinmek yerine, üstüne hakikat adına sarsıcı, anlamlı bir şeyler koyarak statükoyu dönüştürebileceğimizi düşünüyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın