İstanbul Sözleşmesi’nden Ortaya Bir Kent Anayasası Çıktı

Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç.Dr. Asu Aksoy ile İstanbul Sözleşmesi'nden dolgu alanlarına çeşitli kent meselelerini konuştuk.

“Kent Yapmak” temalı 5. Uluslararası Rotterdam Mimarlık Bienali’nde İstanbul küratörü olarak görev yapmış olan Asu Aksoy aynı zamanda imza sayısı 15.000’i bulan ve başka illere de sıçrayan İstanbul Sözleşmesi’nin de ilk metin yazarı. İstanbul’un kentsel dönüşümü ile ilgili de yazılar yazan Aksoy’a kent sorunlarını sorduk. İstanbul Sözleşmesi’nin bir kent anayasası niteliğinde olduğunu söyleyen ve İstanbul’daki projelere değinen Aksoy: “Yatırımlar yaydan fırlamış bir ok gibi gidecek, gidiyor. Bugünkü politikacıların 20-30 yıl sonra bu okun nereye gideceğini hesapladığını ve bundan endişelendiğini göremiyoruz. Su, enerji, çevre, nüfus açısından baktığınızda İstanbul bir kriz ile karşı karşıya” dedi. Söz Aksoy’da!

Serkan Ayazoğlu: İstanbul Sözleşmesi’nin yazım sürecinde ilk metni siz yazmışsınız. Metinde Gezi’nin ağırlıklı olarak etkisi görülüyor. Etkileşim nedir?

Asu Aksoy: Bu şehirde vatandaşların sözünün geçmediği, insanların giderek kendisini itibarsız ve ehemmiyetsiz hissettiği, kent kararlarının Ankara’dan alındığı bir durum sözkonusu. Bir sabah uyandığınızda sahil yolunuzun özelleştirildiğini, parkınızın yıkılacağını öğreniyorsunuz. Kentlilerin sözlerinin hiçe sayıldığı bir yönetim türü İstanbul’a hakim. Kentle ilgili kararlara katılım seçimden seçime oy vermeye indirgendiğinden politika alanı kentliye kapanmış vaziyette. Bunun üstüne bir de yerel politikacıların seçmenlerini aslında gerçek anlamda temsil etmediklerini de ekleyecek olursak kentin yönetiminde bir demokrasi açığı olduğu açık. Taksim Projesi de İstanbul’da yaşayageldiğimiz bu demokrasi krizinin netleşmesi açısından bir dönüm noktası oldu. Taksim sembolik bir yer, İstanbul’un en önemli kamusal alanı. Toplumun kendini gösterdiği, dillendirdiği yegane alan. Ve Taksim Projesi de bunu sona erdiren bir projeydi. Böyle olunca da vatandaşlar kamusal sahalarına sahip çıkmak istediler. Kentliler, “demokrasi sadece oy vermek demek değildir” demeye çalışıyor. Demokrasi bir süreçtir; gündelik hayat demokrasi için bir sınavdır, kent hayatını ilgilendiren kararlara nasıl katılacağımızı, kararları nasıl müzakere edeceğimizi, nasıl farklılıklarla birlikte yaşayacağımızı, nasıl birbirimizi dinleyeceğimizi bize çok somut olarak sorduruyor. Yerel politikacılardan beklediğimiz, bu sorularımızı ifade edebileceğimiz sahaları açmaları ve politik enstrümanlara tercüme edebilmeleri. Gezi’nin ortaya çıkardığı enerji tam da bu soruların sorulabiliyor olmasındandı, farklı insanların biraraya gelmesi, ortaya çıkan farklı fikirlerin konuşulması, araştırılması, arama ve düşünceye zaman ayrılması… Gezi sürecinde yerel politikacılar, bir iki istisna dışında, kentlinin demokrasi beklentisini anlamaya çalışmadılar, soruların zor olduğunu, cevapların aranması gerektiğini de göremediler.

Bu noktada İstanbul Sözleşmesi devreye giriyor sanırım…

İstanbul’un demokratik yönetimini gerçekten nasıl sağlayacağız, biz kentlilere düşen sorumluluk nedir, bizi temsil ettiğini düşündüğümüz yerel politikacıları alınan kararlara bizi de katmaları için nasıl bir çağrıda bulunabiliriz? Bu sorulardan yola çıkarak kentlilerin nasıl bir yönetim beklediklerini öncelikle birbirlerine anlatmaya çalıştıkları bir metin hazırladık. Tüm kentliler olarak, hepimiz olarak, İstanbul’la birlikte toplu varlığımızın geleceğini düşünüyorsak, hepimizin İstanbul’a sahip çıkmasının elzem olduğunu ve politikaya katılım kanallarının açılması gerektiğini söyledik. Nihai metin çok sayıda insanla, derneklerle, sivil toplum kuruluşlarıyla konuşularak, tartışılarak, gide gele, neredeyse beş ay süren uzun bir arama süreci sonucu oluştu. Ve ortaya kent anayasası gibi bir İstanbul Sözleşmesi çıktı. Bunun başka bir örneği var mı bilmiyorum ama ülke anayasaları metinlerinde olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi’nin de temelinde iyi bir İstanbul şehrinin nasıl olacağına dair normatif ilkeler var. Aynı zamanda kentlerimizin ihtiyacı olan yeni yönetim anlayışının temel ilkeleri ve kentin tüm canlıları ve cansızlarının haklarının tanımları yer alıyor.

Göçün Önlenmesi Bir Yana Teşvik Edilmesi Söz Konusu

Daha önce bir söyleşimizde yakın zamanda İstanbul’un su ithal eder hale gelebileceğini söylemiştiniz. Kuraklık şimdilerde konuşuluyor. Kuzeydeki su havzalarının yer aldığı alanlardaki dev projeleri düşününce ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?

İstanbul Çevre Düzeni Planı 2009 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kabul edilmişti. 3. Köprü İstanbul’un Çevre Düzeni Planı’nda yer almıyordu. 3. Havalimanı Karadeniz kıyısında değildi. Kanal İstanbul yoktu. Bizim sorunlarımızdan birisi bu. Master plana rağmen en az üç tane mega ölçekli proje tepeden inme bir şekilde gelebiliyor. Bu projelerin bu şekilde dikte edilmelerinin sebebi sadece o bölgelerde yeni yaratılacak rant alanları, inşaat kazançları meselesi değil. Bu aslında İstanbul’a AKP yönetimin nasıl baktığıyla alakalı. 2000’li yıllardan sonra iktidarın neoliberal politikaları ile bağlantılı olarak İstanbul Türkiye’nin motoru gibi görülüyor. Türkiye’nin büyümesi İstanbul üzerinden oluyor, İstanbul Türkiye’deki vergilerin önemli bölümünü ödüyor, ihracat, ithalatın büyük kısmını gerçekleştiriyor. Avrupa’nın hududunda yer alan İstanbul’u yükseltmek Avrupa’ya karşı da bir güç odağı oluşturmak gibi algılanıyor. “İstanbul Avrupa’da olmayan bir ölçeğe, kentsel ekonomiye, çarpan ekonomiye sahip bir küresel şehir, Avrupa ile boy ölçüşecek bir güce sahip” şeklinde bir yansıtma söz konusu. Büyüme politikası beraberinde altyapı yatırımlarını, üstelik dünyanın en büyüklerini getiriyor. Kente göçün önlenmesi bir yana teşvik edilmesi söz konusu. Çevre Düzeni Planı İstanbul için eşik olarak 16 milyon nüfus derken, hükümetin 2023 vizyonunda kentin nüfusu 23 milyon civarında. Bu şehir su kaynaklarıyla, ormanı, havasıyla bunu kaldırabilir mi?

Politikacıların 20-30 Yıl Sonrası İçin Endişelendiklerini Göremiyoruz

Twitter’da bir kişi “Evinizde suyunuz akmıyor ama üç tane havalimanınız var” diye ironik bir şey yazmıştı. Bu global kent iddiasında su kaynakları, altyapı sorunları nasıl çözülecek?

Rotterdam Mimarlık Bienali ile çalışma yaptığımız zaman bir manifesto yayınladık, tüm küratörler imzaladı. Bu manifesto halen daha bienalin sayfasında duruyor. Orada dedik ki; İstanbul bir dönüm noktasında. İstanbul, kentsel mekanın üretilmesi üzerinden Türkiye kapitalizminin birikiminin ana sahası. Bu yatırımlar yaydan fırlamış bir ok gibi gidecek, gidiyor. Bugünkü politikacıların 20-30 yıl sonra bu okun nereye gideceğini hesapladığını ve bundan endişelendiğini göremiyoruz. Su, enerji, çevre, nüfus açısından baktığınızda İstanbul bir kriz ile karşı karşıya. Bu hızla giderse İstanbul’a su kaynaklarının yetmeyeceğini söyledik. Bugün İstanbul için yapılan büyüme tercihi çok açık ki ekolojik ve hatta sosyal eşikle karşı karşıya. İstanbullu bugün seçimini yapmak zorunda dedik. Ya bunu görecek ya da İstanbul duvara toslayacak. Mimarlar Odası da bu eşik noktasına gelindiğini söylemişti.

Devasa projeleri düşündüğünüzde o eşik hala aşılmadı mı?

3. Havalimanı, 3.Köprü, Kanal İstanbul aslında birbirine bağlanan projeler. Su havzalarımız, ormanlarımız, tarım alanlarımızı ve dolayısıyla İstanbul’u tehdit eden projeler. Suyumuzu nerden alacağız, ekolojik dengeyi nasıl sağlayacağız bunların cevaplarını bilmiyoruz. Su konusunda Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu “Melen’den suyu getiriyoruz. Bir de bizim B planımız var. Şimdi o planı tartışmak istemiyorum” dedi. Acaba bu B planı denizden su alıp tuzdan arındırmak mı? Bunlar çok pahalı projeler. İstanbul büyüklüğü itibarıyla aslında sadece Türkiye’nin değil dünyanın karşı karşıya olduğu ekolojik krizde pay sahibi, tüm azman şehirlerin durumunda olduğu gibi. Çözüm de aslında bu azman şehirlerden çıkmak zorunda. İstanbul’un dönüm noktasında olması İstanbullular kadar dünyalılar için de sorun. İstanbul ile ilgili sürdürebilir bir modeli aramaya karar versek dünyaya hizmet edeceğiz. Ve bu kararı hala verebiliriz. Şehirliler kullandıkları suyun nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmiyor. Kullandıklarımızın kaynağını bilirsek o zaman tüketim biçimimiz değişir. Suyu halihazırda kirletip sonra arıtmadan geçirip denize bırakıyoruz; su toprağa dönebilecekken ve üretkenleşebilecekken, tüketilip atılıyor. Oysa arıtıp kentsel tarıma vermemiz mümkün. Su havzaları içindeki kentsel tarım alanlarımızı sulayıp, koruyabilirsek o su havzalarımızı da korumuş, oradaki su miktarını da arttırmış oluruz. Bizim önerdiğimiz modelde suyu kullanıldıktan sonra arıtıp tarıma veriyoruz, tarıma verdiğimiz su da su havzalarını besleyerek kente tekrar su olarak dönüyor. Su, kent, tarım, şeklinde daire tamamlanıyor. Bu daireyi kent ölçeğinde tamamladığımız zaman, ki İstanbul’un topoğrafyası bunun için çok uygun çanaklardan oluşuyor, o zaman su ithal etmeniz gerekmiyor ve kente çok değerli yeşil alan peyzajı kazandırmış oluyorsunuz.

Kentsel Dönüşüm: Yıkım, Yer Değiştirme, Şiddet

Kentsel dönüşüm ile ilgili yazılar yazıyorsunuz. Fransız sosyolog Henri Lefebvre’in “Her bir değer diğer değerlerle ve fikirlerle meydanda karşılaşması sonunda bir özellik edinir ya da özelliğini yitirir” diye bir sözü var. Türkiye’de özellikle kentsel dönüşüm sonucunda farklı değerlerin karşılaşması nasıl sonuçlanıyor?

Yıkım, yer değiştirme, zorla yerinden etme ve şiddet içeren bir modernleştirme şeklinde oluyor kentsel dönüşüm. Sulukule’yi düşündüğünüzde bu mahalledeki insanların yaşam tarzları, mekanı kullanmaları çok farklı. Onlara deniyor ki pılını pırtını topla Taşoluk’ta sıcak suyu olan dairelerde yaşa. Bu gerçekten bir çeşit şiddet içeren yaşamsal-kültürel kopuş beklentisi. Sulukule’de insanların yakın zamanlara kadar atları vardı. Avlulu evler, ortak alanlar, dışarıda yaşama kültürü… Farklı olan yeni kentsel düzende tahammül görmüyor artık.

Yerinden Etmenin Yanısıra Kentsel Parçalanma Görüyoruz

Bu durum hep böyle miydi?

Türkiye 50’lerden 80’lere çok ilginç bir kentleşme modeli yaşadı. Orhan Esen buna “self servis şehir” diyerek güzel bir isim buldu. Anadolu Yakası’nda düşük yoğunluklu yazlık evler, konaklar self servis şeklinde müteahhitlere verildi. Konaklar apartmanlara döndü. Kent toprakları gecekondularla doldu. O dönem kentin mekanının sosyal olarak ayrışması söz konusu değil, kesimler yanyana, bazen içiçe. Yerleşime ilişkin esnek ve duruma ve koşullara uygun yaratıcı çözüm yöntemleri ortaya çıktı. Bir ayrışma olmadığı gibi kentin küçük ölçekli müteahhit üzerinden dönüşümü ortak bir pratik olarak sınıfları birleştirdi. Şimdi gördüğümüz kentsel dönüşüm süreci o kadar büyük ölçekte ve o kadar büyük sermaye grupları tarafından yapılıyor ki artık bunun karşısında “self servis” kullanım mümkün değil. Kentsel dönüşümle birlikte yerinden etmenin yanı sıra kentsel parçalanma görüyoruz. Fakirlerin kentin çeperine, sosyal konut addedilen toplu konut alanlarına gitmek durumunda kalmaları, kentin orta sınıfının ultra korunaklı, kimliği itibarı ile hemen kendini ayrıştıran mekanlara kaçmaları, kentin nasıl ayrıştığını gösteriyor.

Bu ayrışmanın sonuçları kendini nasıl gösterir?

Bu ayrışmanın ölçeğine bakmak lazım. Fransa’da yaşanan Banliyö hareketi çok büyük ölçekli projelerden sonra ortaya çıktı. İstanbul daha farklı. Ne kadar Taşoluk Sulukule’ye 45 km uzaklıkta ise de yeni gelişen Arnavutköy’ün de merkezinde. İstanbul’da neyin merkezde, neyin çevrede olduğu değişebiliyor. Her yer Beyoğlu’na çok uzak, ama diğer taraftan kentte birçok alt merkezler oluşuyor. Bakırköy bir merkez, Esenler de bir merkez. Böyle olunca merkez çevre dinamikleri farklılaşıyor. Paris’teki ölçekte bir kopma, parçalanma burada görür müyüz? İzlemek lazım. Kentsel ayrışma var ama İstanbul o kadar dinamik ki bu ayrışma kendisini bambaşka bir merkez içinde bulabiliyor.

Yerinden etmekten ziyade yerinde iyileştirme için hala daha imkan var mı?

Bu soruyu Sulukule’de sürecin başından itibaren sorduk. Sulukule bitti. Ama İstanbul hala daha bir dönüm noktasında diyorum. Kuştepe orada durdukça hala bir umut var. Beş sene sonra Sulukule mantığı ile gidilirse ortada Kuştepe de kalmaz. Kuştepe’yi ve Kuştepeli’yi yerinde tutacak, sorunlarını çözecek, iyileştirme sağlayacak alternatif yaklaşımlar tabii mümkün. Bu da politik bir seçim. Böyle bir politika izlenirse, dönüm noktasındaki İstanbul için doğru yol seçilmiş olur.

Literatüre Yeni Bir Siluet Kavramı: Google Siluet

Yenikapı Dolgu Alanı ile ilgili görüşünüz nedir?

Bir kere şehrin coğrafyası değiştirilmez. Yavaş Şehir kavramına yenisini ekleyebiliriz: Yavaş coğrafya. Hele de söz konusu olan koruma altındaki Tarihi Yarımada olunca, coğrafya demek siluet demek, kültürel ve fiziki peyzaj demek. Siluet diyoruz, silueti göz hizası olarak düşünüyorduk, şimdi yeni bir siluet kavramını dünya literatürüne kazandırabiliriz: Google siluet. Ben o fotoğrafı gördüğümde inanamadım. Böyle bir şey yapmaya kimsenin hakkı yok. Bütün İstanbul halkı yapalım diye oy verse bile yanlış olur. Tarihi Yarımada dün oluşmuş bir yer değil, bazı şeylere insanların dokunmaması lazım.

TOKİ projelerinin mahalle dokusunu bozduğuna yönelik eleştirilere katılıyor musunuz?

Çok ilgimi çeken bir konu. İnsanlar gerçekten bir taraftan modernleşmek istiyorlar. Türkiye insanının hararetle yapmak istediği şey modernleşmek. İnsanların yaşadıkları yerle kurdukları ilişki çok modernist bir ilişki. Gelenek, görenek, o yerin tarihinin, kendi dinamiklerinin, kimliğinin falan hiç önemi yok. Onları silip atıp üzerine yeni, yepyeni bir şey getirme yaklaşımı ve hevesi var. İleriye, daha da ileriye, diyenler, İtalyan fütüristlerin o zamanki manifestosu gibi, yer ile ve yerin tarihiyle, kimliğiyle, benliğiyle ilgili olanı silip atan bir modernleşme güdüsünün boyunduruğundalar.

Kentin Özünde Kontrol Edilemezlik Vardır

Muhafazakarlık ve modernleşme ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

İlginç bir şekilde Türkiye’de modernleşme muhafaza etmek anlamındaki muhafazakarlık ile değil düzen ve kontrol meraklısı, farklı olandan korkan bir muhafazakarlık ile yan yana duruyor. Çok düzenli parklar, yürüyüş yolları, milimetrik hesaplanmış çitler, parklardaki egzersiz makineleri gibi son derecede rijid planlanmış, tasarlanmış mekanlar, kamusal alanlar ile çevrili insanlar. Bütün kentsel tasarımlara, yeni parklara bakınca hepsinde ortak olan şey bir düzen arayışı içinde olmaları. Farklılığa, birden ortaya çıkabilecek başkalığa, aykırılığa tahammülsüzlük emaresi bu. Neden böyle oluyor, çünkü kalabalıklar, anarşik olabilir, korkutucu olabilir. Kontrol edilmeyen bir araya gelişler endişe verici. Bu yüzden bol ışıklar, steril mekanlar planlanıyor. Muhafazakarlık gündelik hayatın her veçhesinde tekrar eden bu kontrol mekanizmasında ortaya çıkıyor. Ben bunu bir kontrol kültürü olarak görüyorum. Oysa kentin özünde kontrol edilemezlik vardır, en azından, yirminci yüzyıl başı kent yazarları kenti tam da bu özellikleri dolayısıyla, o küçük kasaba topluluklarının içine dönük, ruh karaltan birbiri ile içiçeliklerinden kurtulmanın imkanı olarak kutlarlar. Kent, kendini bulmanın ve kaybetmenin mekanıdır. Modern kent çeşitlilik, çokluk fikri ile özdeştir. Bugün TOKİ modernleşmesi ise çok farklı bir yaşam rejimi getiriyor önümüze. Kalabalıklardan korkan, onu kontrol etmek isteyen düzen manyağı bir bakış açısı var.

Belli Bir Kentsel Tasarımı Elbise Gibi Üzerimize Giymemiz İsteniyor

Okmeydanı Projesi’nde de aynı bakış açısı mı var?

Projede rezidansları, ofisleri ile yepyeni bir gayrimenkul piyasası ortaya çıkmış. Tipik bir tepeden gelmiş peyzaj oraya oturtulmuş. Promenatları, yürüme alanları onlara açılan yan sokaklarıyla çok tepeden oraya oturan bir misyon var. Bir kere kentler tepeden bu tür müdahalelerle geliştiği zaman ben bunu dikte edilen bir kontrol aracı olarak görüyorum. Bu bizim hayatımızı nasıl yaşayacağımızı dikte etmeye dair bir anlayış. Ben şehirlerin organik büyümesi, kendi haline bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Kentliler, gündelik hayatları içinde birbirleriye alış veriş ve müzakere ederek ortak çıkarlarını tarif edebilmeliler. Okmeydanı Projesi’nde belirli bir kentsel tasarımı elbise gibi giymemiz isteniyor. Bu benim diktirdiğim, kumaşını arayıp bulduğum, kendime uydurduğum, tamir ettirdiğim, cep açtırıp, daralttırdığım, kıyafet değil, olamaz. Mesela bir rezidansta size her şey, perdesine kadar, hazır geliyor. Bavulunuzu alıp giriyorsunuz, kitaplıkta kitaplar bile var. Çıkarken de bavulunuz alıp otelden çıkar gibi çıkıyorsunuz. Yer ile bağlantısı tamamen kopuk, yer yapmak fiilinin yer almadığı bir şehirleşme Okmeydanı Projesi. Mükemmel bir kontrol ve düzen tasarımı. Böyle bir tasarım yaklaşımının demokratik bir kültür ile ilgisi olmadığı çok açık.

Etiketler

Bir yanıt yazın