“İndirimden Aldığımız Sekizinci Tişört ile 3. Köprü Arasında Dümdüz Bir Bağ Var”

Taraf Gazetesi yazarı Defne Koryürek ile şehrin tüketim kültüründen mega projelerine kadar pek çok konuyu konuştuk.

Taraf gazetesi yazarı Defne Koryürek aynı zamanda “İstanbullu” sivil toplum kuruluşu “Fikir Sahibi Damaklar”ın da lideri. Kendilerini eriyen Kuzey Ormanları’ndan “İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın” kampanyalarına ve tarihi bostanların korunmasına kadar çok geniş ölçekteki şehir hareketlerinde görmek mümkün. Biz de Koryürek’e şehri, şehirde yaşananları sorduk. 3. Köprü’nün de Kanal İstanbul’un da alıcısı biziz diyen Koryürek: “Hatırlanması gereken en önemli nokta şu: İndirimde diye aldığımız sekizinci tişört ile 3.Köprü, Kanal İstanbul arasında dümdüz bir bağ var. Kaynağını sorgulamadan yaptığımız her tüketim, ihtiyacı belirlemeden yaptığımız her yanlış, yeterli olana değil alınabilir olana yaptığımız her vurgu 3. Köprü’yü, Gezi’de bir AVM’yi, Emek’in yıkılmasını makul kılıyor” dedi. Söz Koryürek’te!

“Türkiye’de Sivil Hareket Tarihi Sınırlı”

Serkan Ayazoğlu: Türkiye’de STK’ların geniş kitlelere ulaşmakta yaşadığı problemler var mı?

Defne Koryürek: Fikir Sahibi Damaklar olarak herkese ulaşmak gibi bir iddiamız hiç olmadı. Biz yerelden hareket etmeyi seçtik, İstanbulluyuz dedik. Parametrelerimizi İstanbul üzerinden kurduk. İstanbullular’ın birer üretici değil, tüketici olduğundan yola çıktık. Gıdayı odağımıza aldık. Gıda siyasidir. Asıl siyaset gıda üzerinden yapılabilir. Gıdaya adil ulaşımın şartlarını, şehirli tüketici noktasından konuşmayı seçtik. Çok genç bir STK’yız. 2008’den beri aktifiz. Fikir Sahibi Damaklar olarak şehir hareketleri içerisinde İstanbullu olduğunu tarif etmiş, yerelini, bölgesini tarif edebilmiş olmak gibi avantajlarımız var. Bununla beraber Türkiye’nin sivil hareket tarihinin de çok sınırlı olduğunu düşünüyorum. Özellikle endişeli bir devlet tarafından sürekli denetlenen sivil hareketlerin temsil ettikleri çok renkliliği yansıtma kabiliyetini henüz yakalayamadıklarını düşünüyorum.

“Sorumluluğu Sadece İktidara Atamayız”

Kuzey Ormanları’nın erimesi ve kuruyan dereler gibi çevre konularıyla yolunuz nasıl kesişiyor?

Bizi çevreci bir hareket olarak tarif etmek güç. Ama elbette İstanbullu bir grup olarak şehirleşmenin getirdiği sorunlarla muhatap olduk. Şehrin bir coğrafyası var. O coğrafya asıl hayat kaynağımızdır. Akan dereleri, memba suları, ağaç örtüsü, iklimi… Bu bağlamda Kuzey Ormanları’nın 3. bir köprü ya da 3. bir havalimanı ile değiş tokuşunu konuştuğumuz zaman biz gayet çıkarcı bir usulde kaybedeceğimiz suya bakıyoruz. Belgrad Ormanı’ndan akıp Haliç’te buluşan derelerin bereketine bakıyoruz. Kuzey Ormanları’ndaki eksilmenin balık bereketine etkisini konuşmak istiyoruz. Kuzey Ormanları’nda bir daha mantar, kestane ya da koca yemiş toplayamayacağımızın yaşamımıza etkisini; eksilecek su havzalarının coğrafyamıza ve dolayısıyla bizim varoluşumuza etkisini; İstanbul gibi bir megapolün ormansız, deresiz, sazlıksız, şahinsiz, leyleksiz, arısız ve balıksız bir yaşamının ruh halimize, varlığımıza etkisini konuşmak istiyoruz. Bütün bu konuşmayı saf bir muhalefet duruşuyla değil, sistemi destekleyen tüketici noktasından yapmak, iğneyi dönüp kendimize de batırarak konuşmak istiyoruz. Bu nedenle Kuzey Ormanları’nın yok edilmesine karşı çıkarken biz sorumluluğu sadece iktidara atamıyoruz; kendi tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamadan geçemeyiz cümlesini hep çok net ifade ettik.

Haftanın bir günü tüketmemek gibi ilginç bir girişiminiz var. Biraz bahsedebilir misiniz?

Haftanın bir günü tüketmiyor olmak neyi değiştirecek biraz şüpheli tabii. Bu bir pratik, “acaba yapabilir miyiz?” sorusuna cevap arıyoruz. Şehir, hele İstanbul gibi bir turbo şehirde ihtiyacınız olsun olmasın her türlü hizmet para karşılığı size sağlanırken hiç tüketmemek, hiç ama hiçbir şey satın almamak kolay değil. Ama deneyelim istedik, zira hepimizin yüreğini sıkıştıran sistem, bu alışveriş sistemi. Git çalış çalış çalış, kazanacağın üç kuruşu da hemen harca sistemi bu içinde yaşadığımız. Gerçekliği yok. Makinemsi. Para öncelikli. Tüketme kabiliyeti öncelikli. Dedik ki, deneyelim mi? Bunu da sosyal medya takipçilerimize sorduk. Büyük talep geldi. Yılda bir mi olsun, ayda bir mi yoksa haftada bir mi dedik, haftada bir dendi. Günü de birlikte seçtik. Oylayanlar hafta sonu ve pazartesi arasında zorlandılar ama sonuçta pazartesi oldu. Dedik ki seçimlerimiz sadece oy sandığında yapılmıyor. Her gün aslında onlarca defa oy veriyoruz, tüketimlerimizle seçimlerde bulunuyoruz. Eğer her gün kola içiyorsanız o firmanın ayakta kalmasını sağlıyorsunuz. Alışverişiniz süper marketten gerçekleşiyorsa süper marketin ayakta kalmasını sağlıyorsunuz. Özel arabanızla bir yerden bir yere gidiyorsanız petrol fiyatları hiçbir şekilde değişmeyecektir. O halde baksak kendi halimize, haftanın bir günü tüketmeyecek olsak tüketim biçimlerimize uyanır mıyız acaba dedik. Şehir hayatında hiç tüketmemek zor ama neye para harcadığımıza uyanabiliriz belki, diye hayal ettik. Hiç şeker kullanmayacağım dediğimiz anda nelere şeker koyduğumuzu fark etmemiz gibi. Tüketmeyerek neyi tükettiğimize uyanabilir miyiz acaba diyoruz. Beraber deneyeceğiz.

“Alınabilir Olana Yaptığımız Her Vurgu 3. Köprü’yü, Gezi’de Bir AVM’yi, Emek’in Yıkılmasını Makul Kılıyor”

Tüketmeyerek demokratik açıdan yönetime katılma hakkı…

Hepimiz biliyoruz ki sistem aslında ekonomi. O kadar net ki iktidar partisinin kazandığı yüzde 45’lik onay bile ekonomik değerlerle tarif edilebiliyor. Ekonomik büyüme, enflasyon vs bir denkleme oturtulunca böl çarp hop iktidara verilen yüzde 45 oyu hesaplayabiliyorsunuz. Bu bir matematik. Endişenin ve rehavetin matematiği ve ekonomi dengedeyse denklem de iktidar lehine işliyor. Ekonomi dediğimizse bir al ver ilişkisi, yani paranın takası üzerine kurulu ve o para ki hepimiz kazanmak için sabahın kör karanlığında evlerimizden çıkıyoruz. Çok azımız arzu ettiğimiz işleri yapıyoruz. Çoğumuz arzu etmediğimiz bir hiyerarşide, kalben onaylamadığımız işleri yapıyoruz. Neticesinde ise üç kuruş para kazanıyoruz. Önemli olan şu: O üç kuruşu kime, nereye harcadığımız ekonominin hızını, yönünü belirliyor. Yastığımızın altına koyarsak, altına yatırırsak ekonomi duruyor. Aldığınız simit, bir demet çiçek, vasat bir çiklet, ucuz bir tişört ise ciddi bir ekonomi yaratıyor. Demek ki sıradan bir tüketici olarak istersen bu ekonominin yönünü değiştirebilirsin. Örneğin süpermarkete değil de Adapazarı’nda bir üreticiye harcarsan bu zor bela kazandığın üç kuruşu, sistem Adapazarı’ndaki üretici lehine şekillenir. Bu değişim bir anda olmayacak elbette. Bir kuşaktan diğerine devredilen, yükselen bir değişim olacak. Kendimden örnek vereyim. Ben uyanalı bir sekiz, bilemediniz on yıl oldu. Tam manasıyla her dediğimi uyguladığımı söylemem zor. Zaaflarımla yüzleşmeyi tamamladığımdan bile emin değilim. Sıkı bir şehirliyim ve vasat tasalarım, ihtiraslarım var. Ama benden bu sorgulamayı duyarak büyüyen kızım beni mahcup edecek kadar daha ileri taşıdı duruşunu. Aynı koşullar altında, aynı şehirde o şimdiden çok daha az tüketiyor. Hatırlanması gereken en önemli nokta şu: İndirimde diye aldığımız sekizinci tişört ile 3.Köprü, Kanal İstanbul arasında dümdüz bir bağ var. Kaynağını sorgulamadan yaptığımız her tüketim, ihtiyacı belirlemeden yaptığımız her yanlış, yeterli olana değil, alınabilir olana yaptığımız her vurgu 3. köprü’yü, Gezi’de bir AVM’yi, Emek’in yıkılmasını makul kılıyor.

“3. Köprü’nün de Kanal İstanbul’un da Alıcısı Biziz”

Tabiatla ilişkisi nasıl bu tüketimin?

Kapınızın önünde duran araba ya da bugün almayı kafaya taktığınız o çanta tezgahta satılan çinekoptan daha önemliyse zaten tabiatla ilişkinizi bitirmişsinizdir demektir. Böyle bir durumda üçüncü, beşinci köprü de olur zaten İstanbul’un üzerinde. Ne zaman ki kırdaki kuşun, ağacın varlığından kendimizi sorumlu tutarız, o zaman bir şeyler değişir. Dört yıldır lüfer kampanyası yapıyoruz hala tezgahta çinakoplar, defne yaprakları satılabiliyor. Bunun suçlusu da devlet değil. Satılıyor ki tezgahtalar. Kim alıyor bu balığı? Siz, ben, biz yok olduğunu bile bile satın alıyorsak bu balığı, zaten müstahakız başımıza geleceklere. Yakından bakın, 3. köprünün de, Kanal İstanbul’un da alıcısı bizzat biziz. Başbakan’ın Gezi’yi anlamamasının sebebi de bu. Sahiden anlayamıyor. Bu halk ki kredi kartlarıyla, her günkü tüketimleriyle, doldurdukları AVM’lerle bu sistemi şuursuzca desteklerken topu topu 800 m² park alanı üzerinden neyin kavgasını yapıyorlar, diye düşünüyor. Anlamlandıramıyor. Haksız mı? Ama bizler de Gezi’de bir toprak parçası üzerinde bir araya gelerek bambaşka bir aydınlanma yaşadık. Yeryüzü İftarları’nı hiç unutmayacağım, bostan kuranları, kurdukları o bostanı gece vakti ayağa dolanır diye bozan dostlarımı hiç unutmayacağım. Forumlara bir değer biçmek mümkün değil. Bak, bugün Moda’da da bir bostan açılıyor. Başbakan Gezi’yi anlamadı. Ama bu bostanlar arttıkça anlama ihtimali de artacak.

“İstemezükçüler”in ötesine geçmek için neler yapılabilir?

Alternatif yaratacağız. Başbakan’ın ben ve benim gibilerden bahsederken “onlar” diyor olmasından fevkalade rencide oluyorum. Ama bakıyorum, aynı dili biz de kullanıyoruz. Bu da bizi Başbakan ile aynı kefeye koyuyor. Onlar demeyi bırakmak ya hep beraber ya hiçbirimiz demek gerekiyor diye düşünüyorum. Yarına giden yolda durup birilerini indirecek halimiz yok. Bu gidişi beğenmiyor muyuz? O halde alternatif yaratacağız. Örneğin her şey satın mı alınıyor, paylaşmayı yücelteceğiz. Ya da her yer AVM oldu diye dertliysek, her boşluğu bostana çevireceğiz. Alternatif yaratacağız ki “istemezükçü” olmayalım. Ne istediğimizi gösterebilelim.

“Parçası Olduğumuz Doğa Monokültüre İllet Oluyor”

Bir yazınızda Taksim’i 45 yıldır tanıdığınız mahalleniz olarak yazmışsınız. Genel olarak hem mahallenizde hem İstanbul’da nasıl bir değişim var?

Harbiye’nin ortasında çok daha fazla ağacın olduğu zamanı da hatırlıyorum. 1980’de göbeğinden otobüs yolunun yapılırken ağaçların kesildiğini de hatırlıyorum. Tüneller için çınarların kesildiğini de, aynı zamanda oraya manolyalar dikildiğini de gördüm. Meseleyi sadece Taksim üzerinden, ağaç üzerinden konuşmak istemiyorum. Mahallemde o kadar çok şey kayboldu ki… Emirgan’da oturuyordum. Balık akardı deniz. Harbiye’de babamın ofisi vardı. Her köşesinde kaymak hatırlıyorum. Mandıralar vardı. Her iki mahallemde de çok daha fazla Ermeni ve Rum komşum vardı. Sokakta meyve sebze satan manav, aynı zamanda sucuk tarifi de verirdi. Ben bütün bunların yok olduğu bir İstanbul’da yaşıyorum. Sadece Harbiye, Emirgan değil benim bu bağlamda mahallem. Emirgan’la Harbiye’nin mi sadece? İstanbul ile Trabzon’un, Ankara’nın, Dubai’nin, Bakü’nün farklılıklarını yok eden, hepsini aynı hale getiren, onları yeknesaklığa zorlayan bir düzen var. Ekonominin sürdürülebilirliği bunu gerektiriyor belki. Her şey aynıysa insanlar da aynı şeyleri tüketir. Tıkır tıkır işleyen bir al ver düzeni için yeknesaklık gerek belki! Oysa parçası olduğumuz doğa monokültüre illet oluyor. Boşuna değil yürek sıkıntımız, biz de yeknesaklığı sevmiyoruz. Başka olandan besleniyoruz.

“Metropoldü, Megapoldü Derken “Turbopol”e Doğru Gidiyoruz”

İstanbul’da bu çeşitliliğin azalmasının etkilerini görmeye başladık mı?

Stadyumların bile arazi olarak değerlendirildiği ve el değiştirmeye zorlandığı ciddi bir rant alanında yaşıyoruz. Metropoldü, megapoldü derken “turbopol”e doğru gidiyoruz. Yaşanır olmaktan çıktı maalesef. Bakın… Bitki çeşitliliği yaşamın önemli belirtisidir. Arılar, kelebekler çeşitliliğe gelir, onlar yoksa var olamazlar. İnsan da arı gibidir. Bakmayın 6., 8. katlarda kurduğumuz hijyenik ortamlara. Bitki var mı, yok mu etrafınızda önemlidir. Bir bölgenin bitki çeşitliliğinin olup olmadığının test etmenin en güzel yöntemi de bir arı kovanı koyup sonuca bakmaktır. Arılar bal yapabilecekleri bir ortam bulamazlarsa ya hastalanır ya da orayı terk ederler. Onların yerine böcekler gelir. İstanbul’un sokaklarda rengarenk çiçekler var ama o çiçekler aslında süpermarketteki Şubat domatesinden farklı değil. Seralardan getiriliyorlar, çoğunun polen saçma ihtimali de ya yok ya da çok sınırlı. Doğanın ihtiyaç duyduğu üretkenliğe katkısı olan yeşillikler değil bunlar. Ekonomiye katkısı olan al ver hareketinden ibaretler. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan talep etmek gerek. Dördüncü döneminde ve pek müftehir diktiği ağaçlar ve lalelerle. Derhal test edelim. Mesela Beyoğlu’nda belediye binasının çatısına iki tane arı kovanı koyalım, Harbiye Ordu Evi’nin çatısına da. İki taneyi de Saraçhane’deki binanın çatısına kuralım. Bakalım, arılar duracak mı yoksa böceklere mi terk edecekler orayı?

Atilla Dorsay Rejans, Hacıbaba, Hacı Salih, Ağa Restoran, İnci Pastanesi hatta daha eski bir dönemde o efsanevi Abdullah Efendi lokantası gibi kapanan mekanların tarihi belleğimizdeki yerinden bahsetti. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bunu tüketmemiz gereken şeylerin çeşidindeki artış ile bağlantılı görüyorum. Dördüncü ayakkabınızı almaya çalışırken bütçeniz haliyle sıkışıyor. Bir yerden kesmeniz gerek. Haliyle en çok tükettiğiniz kaleme bakıyorsunuz ve daha ucuz gıda almaya yöneliyorsunuz. Türkiye rakamlarını bilmiyorum malesef, ama İtalya’da 70’ler ile 90’lar arasındaki rakam farkı çok enteresan. Bir İtalyan ailesinin 1970’lerde gıdaya ayırdığı bütçe % 34. Aynı rakam 1990’larda % 17’ye düşüyor. Kaybedilen % 17 nerede peki? Elektronikte! Biz yeni bir cep telefonu için gıdamızdan kısacaksak, Hacı Salih gibi işletmelerin yaşama şansı zaten olmayacak!

Adalar için son İstanbul demişsiniz. Neden?

İstanbul yeni ilçeler eklenecek kadar genişledi. İstanbul çok büyüdü ama çok da kan kaybetti. Çok çeşitli etnik grupları vardı bu şehrin. Bunların birbirleriyle ilişkilerinin getirdiği onlarca renk vardı. Bugün İstanbul genelinde bir monotonluk hakim. Ama Adalar’da renklilik hala bir miktar devam ediyor. Burgaz ile Kınalı’yı, Heybeli ile Büyükada’yı birbirinden ayıran özellikler, farklılıkların birbirleriyle muhabbeti, ada vapurunun ritmi, her iskelenin yarattığı diyaloglar… Bu anlamda Adalar 50 yıl öncesinin İstanbulu’nu hala biraz taşıyor. Kimisi bunu manasız nostalji olarak değerlendirebilir ama ben İstanbul’un çeşitliliğini özleyenlerdenim. Adalar’da hala denk geldiğim izlerde geçmişi olduğu kadar geleceği de hayal etmeyi isteyenlerdenim.

Etiketler

Bir yanıt yazın