Osmanlı Mimarisiyle İçli Dışlı Olan Birinin Kendi Evini Tasarlarken Modernist Çizgiye Gelmesi İlginçtir…

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü bugünlerde çok özel bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Baha Tanman küratörlüğündeki sergi mimar, restoratör ve koleksiyoner Ekrem Hakkı Ayverdi'yi ağırlıyor.

İlk gelişimde aklımda kalanlar vardı. İAE’de, Baha Tanman ile söyleşimiz için buluşmadan önce tekrar ilk kattaki sergiye göz attım. Bir “Mimarlık Tarihi” sergisi mi bu, nasıl göz atılıp geçilir diye soru işaretleri oluşmasın… Osmanlı sanatı araştırmaları ve mimarlık tarihi içinde farklı bir yeri olan Ekrem Hakkı Ayverdi’nin özel koleksiyonundan parçaların da bulunduğu sergi sadece 2 boyutlu çizimlerden, bir mimar biyografisinden ibaret değil. Hele ki söz konusu Ekrem Hakkı Ayverdi gibi kendini Osmanlı sanatının her alanıyla beslemiş, sorgulamış ve onu hayatının içine koymuş biri olduğunda zaten pek mümkün de değil… Bu nedenle Ekrem Hakkı’nın çok yönlülüğünün sergiye başarılı bir şekilde yansıtılmış oluşu ve sergide her disiplinden insanın dikkatini çekebilecek başarılı bir kurgunun varlığı bu sergiyi dikkat çekici kılan.

Baha Tanman ile yaptığımız söyleşide Ekrem Hakkı Ayverdi ile ilgili güzel detayları yakalayabileceğinizi umuyor, 28 Mart’a kadar devam eden sergiyi kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz. Keyifli okumalar;

Derya Gürsel: Sergi sürecinden bahsedebilir misiniz?

Baha Tanman: Yakın dönemde yapılan Ekrem Hakkı Ayverdi Sempozyumu ile eşzamanlı yapılması hedeflendi serginin.

Sergiyi hazırlamada şöyle bir kolaylık vardı, koleksiyonun ve arşivin tamamı tek bir elde bulunduğu için birçok yere başvurma, yazışma gibi bürokratik yükün altına girmedik. Sadece Kubbealtı Vakfı ile muhattaptık. Teklif onlardan geldiği için her konuda son derece işbirliğine açık ve olumluydular. Tek sıkıntımız: “Seçim yapmaktı”. Yani pek çok güzel şey olduğu zaman onların içerisinden 3 tane 10 tane seçmek çok zordur. Burada mimarlık arşivi çok geniş, yani sergide olanların çok daha fazlası var. Koleksiyonda da tahmin edemeyeceğiniz kadar el yazması vardı. Ama keyifli bir sıkıntıydı bu…

Kitap için Uğur Derman ve Mimar Sinan Üniversitesi’nden Aydın Yüksel Bey’den yazı rica ettik. Kendi ailesinden Sinan Uluant ve ben daha çok anı ağırlıklı yazılar yazdık.

Sergide Ekrem Hakkı’nın koleksiyonerliği ve mimarlık yönünü yansıtırken nasıl bir denge kurdunuz?

Sadece mimarları ve mimarlık tarihçilerini ilgilendiren bir sergi olmasın daha geniş bir kitleye hitap etsin istedik. Koleksiyonun zenginliği ve cazibesi de gözümüzü kamaştırdı ve mekanın az bir kısmını onun restoratör yönüne ayırdık. Zaten mimarlık tarihçisi yönünü sergiye yansıtmak çok zordu. Yani bir vitrinin içerisine yan yana o kitapları koyacaksınız… Bunu ancak katalogdaki makalelerden izlemek mümkün.

Özellikle Topkapı Sarayı’nın restorasyon çalışmaları, çok geniş kapsamlı ve uzun sürmüş. Yani sadece Topkapı’ya ait arşivden bir zemin katı doldurabilirdik. Sergilerde bir de şu var: üç boyutlu obje görmek istiyor insanlar. Belki bir mimar ya da belirli bir meslek grubu için iki boyutlu görsel malzeme bir sergiyi ilginç kılmaya yeterli olabilir. Fakat yeni bir şeyler vermek istediğimiz kitlenin büyük bir kısmı vitrinde de birşeyler görmek istiyor. Ekrem Bey’in koleksiyonu da bu konuda muazzam bir malzemeye sahip zaten.

Bu denge, kataloğun kapak seçiminde bile bir kriter oldu. Çünkü Ekrem Hakkı’nın sergide restoratör yönünü biraz arka planda tutuyorduk bunun yanında koleksiyonu ön plana çıkardık. Dolayısıyla kapağa bunun yansımasını istedik. Epey bir tartışmadan sonra Ali Üsküdari’nin Lale Devri’ndeki inanılmaz cildini kullandık. Ben başta karşı çıkmıştım; hem mimarlıkla hem de koleksiyonla ilgili bir şey olsun istiyordum ama denemelerin ardından bu önerinin çok eklektik olacağını gördük.

Koleksiyonun bir kısmı da kendi evinden değil mi?

Evet hepsi kendi evinden. Onların içinde yaşardı. Ekrem Hakkı Bey’in evi Tanpınar’ın sözündeki gibi; “Gümrükten geçmiş Müslüman olmuş her şeye sahipti”. İlginçtir bu kadar Osmanlı Mimarisi ile içli dışlı olan birisi kendi evini tasarlarken tamamen modernist çizgiye gelmesi. Sedirli bir koltuk yoktu yada yerde yemek yemiyordu ve etrafta özenle seçtiği parçalar vardı.

Sadece el yazmaları bir dolabın içinde dururdu. Ama çini, hat, tablo, mobilya hepsi mekanın içerisindeydi. Zaten en büyük keyfi evinde ağırladığı insanlara koleksiyonunu gezidikmek, onlarla fikir alışverişinde bulunmak. Ayrıca topladığı şeyin ne olduğuna vakıf yada öğrenme hevesinde biri.

“16.yy’ın üretimini çok daha kolektif bir üretim olarak görürdü Ekrem Bey”

O zaman bu ilişkiyi konuşalım. Sizce Ekrem Hakkı’nın koleksiyonerliğinin mimarlığına olan etkisi nedir?

Ekrem Hakkı, Uğur Derman ve diğer yakın arkadaşlarına bu konu ile ilgili şöyle der; “Eğer ben bu koleksiyonu yapmasaydım, Osmanlı Sanatı’nın içine nüfus edemezdim ve mimarlık ile ilgili bu kitapları yazamadım.” Restorasyonla uğraşan bir kişi olarak, sanat tarihi ile uğraşanlardan farklı olarak tamamen yapının strüktürüne odaklanırdı. Sağında çiçek var, solunda böcek vardan çok daha farklı bir bakış açısına sahipti. Ayrıca malzemenin gerektirdiği detayları okuyabilirdi. Yani bezemenin eksikliğini sadece bezeme olduğu için değil, orda olması gerektiği için olduğunu bilirdi.

Süsleme ile tasarımın ilişkisini çok iyi bilen bir insandı. Yani erken Osmanlı’da ve daha sonra bugün bizim klasik dediğimiz dönemde, süsleme ile binanın tasarımı arasında denge nasıl kuruldu yada binanın bazı alanlarında bu denge nasıl bozuldu gibi soruların cevaplarını bilirdi. Dolayısıyla bir yerde neden o malzemenin seçildiğini ya da o tarz bir kemerin kullanıldığını hemen açıklayabilirdi. Bunların çoğu makalelerine girmemiştir… Mesela kaş kemer kırılma noktalarında çok zayıftır bu nedenle kubbesiz ve tonozsuz revaklarda kullanılır derdi. Üzerinde ahşap sakıf olan revaklarda.. Mesela hakkikaten Atik Valide Külliyesi’nde kaş kemerler vardır ve revakların üstü ahşap çatı ile örtülüdür. Mesela başka bir örnek üstüste iki tane tuğla kemer, üç tane tuğla kemer yapmanın konstrüksiyon açısından hiçbir anlamı olmadığı, Geç Roma’da ve Bizans’ta bunun olduğu bazı Osmanlı binalarında Bizans etkisi olarak bunun görüldüğü, fakat rasyonel olmayan bu detayın Osmanlı döneminde terkeldiliği gibi… Sonra kapı ve pencere sövelerinde gönye burnun ahşap malzeme ile makul bir detay olduğu fakat mermer yada taş söz konusu olduğunda o incelen yerlerin kırılmaya meyilli olduğu gibi onlarca şey kendisi ile yaptığımız sohbetlerden aklımda kalanlar…

Peki kendi kuşağı içerisinde Ekrem Hakkı’yı değerlendirirsek?

Bence Ekrem Hakkı Bey’in kendi dönemi içerisinde çok ileri görüşleri vardı. Bizdeki Mimar Sinan kültü vardır ya: “Ondan önce hiçbirşey yoktu, gökten mimari indirdi, sonra da karanlıklara saplandık,” gibi… Tabiki Sinan önemli bir mimar ve çok önemli bir ekibi var. Fakat 16.yy’ın bizim klasik dediğimiz üretimini çok daha kolektif bir üretim olarak görürdü Ekrem Bey. Sadece modern cümleler ile ifade etmezdi. “Mimar Sinan muhakkak büyük adam, ama asıl büyük mimar milletin kendisidir,” gibi daha duygusal şekillerde ifade ederdi. Bu söylemler tabiki Uğur Tanyeli’nin söylemlerine göre daha farklı ama düşünce net; “bir kişinin arkasında toplamayın tüm bu kültürü”. Yani “50 yıllık bir mimari üretimi tek bir mimari dehanın arkasında örmek sakıncalı, daha geniş tabanlı düşünmek lazım,”. Tabi bu düşünceler o zaman bana tuhaf gelmişti ancak aradan 10 yıllar geçtikten sonra o çizgiye geldim.

Ama çoğu mimar arkadaşımda bunu görüyorum. Özellikle saf mimar kökenli olupta mimarlık tarihi hakkında söz edenlerde. Bir yerde enteresan bir detay görüyorlar, fakat önün öncesinden haberleri olmadığı için “Sinan Usta’nın işi” oluyor o detay. Halbuki 13. yy’dan beri var o detaylar…

“Cepheye çivi yapıştırmakla ve sivri kemer yapmakla milli olunmuyor”

Söyleşi buraya ilerlemişken, Ayverdi’nin “batı karşıtlığı” adı altında eleştirilmesini de konuşalım…

Onu yeniliklere düşman, Batı’dan gelen her şeye karşı görmek isteyenler olabilir, ama değildi… Kendi giyim kuşamında da öyleydi. Yani şalvarla dolaşan bir adam değildi. Ben bir gün onu kravatsız ve ipek mendilsiz görmedim. Ekrem Hakkı Bey’in mensup olduğu kuşakta, Türk mimarisinin, Türk sanatının olmadığını iddia eden bir Batı’ya karşı savunma halindeler. Etki tepki ilişkisinden doğan da bir takım aşırılıklar var. Şöyle açıklayayım. Ayasofya’yı Ekrem Bey çok önemserdi. “Ama Ayasofya gecikmiş bir Roma binasıdır. Bizans mimarisi benim için asıl ‘limon gibi kükürt kubbeler, uzun kasnakların üzerinde'” derdi ve onlara da çok bayıdığını söyleyemem.

Batı karşıtlığı demek bu nedenle doğru değil bence, Batı mimarlığını da çok iyi bilirdi. Bana bir keresinde şöyle demişti: “O kıvrımlı hatlarıyla ve her tarafından fışkıran yapraklarıyla rococo bizim zevkimize çok uymadı ama ampir üslübün dikey ve yatay hatları bizim zevkimize uymuştur,”. Yani zaten körü körüne bir gelenekperest olsaydı Ulusal Mimarlığı metheden birisi olurdu ki ben çok ciddi eleştirdiğine tanık oldum. Heybeliada ve Boyacı Köy Camii projeleri vardır Ulusal Üslüp’ta. Onlardan hiç hoşlanmazdı mesela… Birgün Heybeli’de yürüyüş yaparken “İşte” dedi “hiç hoşlanmadığım bir eserim” Heybeliada Camii için, bir günahını itiraf eder gibiydi… Cepheye çivi yapıştırmakla ve sivri kemer yapmakla milli olunmuyor. Mimarinin aslına ve özüne inmeden, hicvine takılıp kaldılar Vedat Bey ve Kemalleddin Bey. İyi niyetli olsalar da geçmiş zamanın biçimlerine saplanmak ve canlandırmacılık yoluna girmek bu mimari üslubu kısırlaştırdı ve arkası da gelmedi nitekim.

Çok teşekkür ederim

Ben teşekkür ederim

Etiketler

Bir yanıt yazın