“Farklı Kimliklerden İnsanların Karşılaşmalarını Sağlayacak Mekanların Çoğaltılması İçin Mücadele Etmeli”

Sosyolog Deniz Yonucu ile geçmişten bugüne İstanbul'da mekansal politikaları ve Alevi mahallelerinde devletin var olma biçimlerini konuştuk.

Deniz Yonucu, kent çalışmalarına yeni bir soluk getiren sosyal bilimcilerden. Uzun süredir işçi sınıfı mahalleleri, yoksulluk, suçlulaşma konularında çalışmalar yürüten Yonucu, son dönemde kentsel dönüşüm sürecinde varlığından haberdar olduğumuz Alevi mahallelerinde suçlulaşma ve devletin var olma biçimleri üzerine araştırmalarını sürdürüyor. Kent çalışmalarında çoğunlukla kapalı site-gecekondu karşıtlığı üzerinden okumaya alışık olduğumuz mekânsal ayrışma süreçlerinin aslında çok eski tarihlerden beri devletlerin kullandığı bir strateji olduğunu belirten Yonucu, kent çalışmalarında da kenti idealleştirilmiş, orta-sınıf mekanlarını ve değerlerini merkeze koyup, kentin yoksullarının yaşadığı yerleri, bu mekanlara olan benzerlikleri veya bu mekanlardan farklılıkları üzerinden anlamaya çalışan bakışa karşı çıkarak kente “marjinden” bakmayı öneriyor.

Geçtiğimiz dönem Alevi mahalleleri üzerine hazırladığı doktora çalışmasıyla SALT Araştırma Bursu’na hak kazanan Yonucu’yu araştırma fonlarının sunumunda tanıma fırsatı bulmuştum. Yeni İstanbul Çalışmaları kitabında da mekana farklı bir okuma getiren makalesiyle katkıda bulunan Deniz Yonucu ile sohbetimizi merak edenleri aşağıya doğru buyur edelim. “Bu söyleşi kesmedi” diyenler için de araştırmacının çalışmalarına göz atabilecekleri şu adresi vermeden geçmeyelim.

Bahar Bayhan: Kendinden bahseder misin biraz?

Deniz Yonucu: Tabii. Uzun süredir işçi sınıfı mahalleleri, gençlik, yoksulluk, suçlulaşma konularında çalışıyorum. Bir süredir de Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahalleler üzerine çalışıyorum. 2014 yılında, Cornell Üniversitesi antropoloji bölümünde doktoramı bitirdim. Doktora tezimde bir Alevi mahallesi üzerinden Alevi mahallelerinde devletin var olma biçimi ve onun üretmiş olduğu öznellikler üzerine çalıştım. Bu mahallelerdeki suçlulaştırma/kriminalizasyon süreçlerini inceledim ve 1990’larda yaygın olan yasa-dışı devlet şiddetinin nasıl, terörle mücadele kanunundaki değişikliklerle birlikte yasallaştırılmış bir şiddete dönüştüğüne baktım. Bir süredir, İstanbul’da Boğaziçi, Sabancı, Özyeğin, Beykent gibi çeşitli üniversitelerde devlet, yasa, şiddet, kent ve genel olarak toplumsal yapılar ve kültür üzerine dersler veriyorum. Nisan ayından itibaren 5 aylığına London School of Economics and Political Science’da misafir araştırmacı olarak bulunacağım ve Londra’daki Müslüman ve Alevi gençler üzerine bir araştırma yapacağım.

SALT’ta “Bir İdeal Olarak İstanbul: Kentin Alevi Mahalleri ve Marjinden Kente Bakmak” başlıklı araştırma projeni dinleme fırsatı bulmuştum. Öncelikle şunu merak ediyorum, neden “bir ideal olarak İstanbul” ve “marjinden kente bakmak” derken neyi kastediyorsun?

“Bir ideal olarak İstanbul” diyorum çünkü İstanbul’un cumhuriyet sonrası, özellikle 1940’lardan itibaren, tarihine baktığımızda, hep şöyle bir şey görüyoruz, sanki bir tane “gerçek İstanbul” var, ama o “gerçek İstanbul”  bir türlü gerçekleşemiyor, çünkü İstanbul’un gerçekliğini bozan, engelleyen bir takım insanlar veya mekanlar var. En başta yoksullar, gecekondularda yaşayanlar, 90’lardan itibaren Kürt yoksullar, şimdi belki bir de Suriyeliler eklenecek buna. Yani, vurgulamak istediğim “asıl İstanbul”, “gerçek İstanbul” söylemleri aslında bir fantezi, bir ideoloji. İstanbul’un hakikatini reddeden ve ırkçılık ve düşmanlık üreten bir fantezi. Bakıyorsunuz nüfusa, mesela 50’ler, 60’larda nüfusun yarısından fazlası, gecekonduda yaşıyor. Yani, kentin yarısı, belki daha fazlası gecekondulu, ama bu hakikat, İstanbul’u içinde yoksulların da, gecekonduluların da olduğu bir kent yapmıyor da, sanki onlar İstanbul’un bir parçası değil, başka mekana, hatta başka zamana ait insanlarmış ve yerlermiş gibi gözüküyor. Yani, İstanbul’un gerçekliğini bozan yerler ve insanlarmış gibi gözüküyor. Gecekondulular olmasa, “köylüler” olmasa, Kürt yoksullar olmasa, yani orta sınıf Türk kültürüne ait olmayanlar olmasa, İstanbul İstanbul olacak… Dolayısıyla, bu “gerçek İstanbul” fantezisi yoksullara ve ezilenlere yönelik ırkçılığın, ayrımcılığın ve şiddetin kapısını açan bir fantezi. Bu fanteziye göre İstanbul hep bir ideal, uzakta olan, henüz olmamış olan bir yer. Bu da tabii ırkçılığın, ayrımcılığın en temel meşruiyet zemini. Irkçılık bu tarz idealleştirmelerden beslenir. İdealleştirmenin ideoloji etkisi vardır, yani hakikati görünmez kılarak, hakikati gerçeklik olarak kabul etmeyerek var olan egemenlik ilişkilerinin devam ettirilmesini sağlar.

“Marjinden kente bakmak” derken de aslında şuna vurgu yapmak istedim; gecekondu mahalleleri, yoksulların mekanları o kadar farklı yerlermiş ki, oralarda o kadar farklı insanlar yaşıyormuş ki biz oralara bakarak sadece oraları, orada yaşayan insanların farklılıklarını anlayabilirmişiz gibi yaklaşılıyor çoğu zaman. Oysa, bu marjinal veya çevre mekanlar olarak görülen mekanlar, bu kente, bu kentin hakikatine dair mekanlar. Dolayısıyla, bu mekanlar bize İstanbul’u anlatıyor. Yani, benim SALT projesini önerirken amacım, kentin idealleştirilmiş, orta-sınıf mekanlarını ve değerlerini merkeze koyup, kentin yoksullarının yaşadığı yerleri, bu mekanlara olan benzerlikleri veya bu mekanlardan farklılıkları üzerinden anlamaya çalışan bakışa bir karşı çıkıştı. Bu tarz yaklaşım, yani “farklı” olarak görülenin, sadece kendini açıklayabileceği düşüncesi, aslında sömürgeciliğe içkin bir düşünme biçimi. Hala egemen olan bu düşünce biçimine göre, biz İngiltere’ye bakarak dünyanın durumunu anlayabiliriz, ama Hindistan’a bakarak en fazla Hindistan’ı ve ona benzeyen bir kaç ülkeyi anlayabiliriz. Oysaki sömürge ülke entelektüelleri bize gösterir ki, biz Hindistan’a bakarak, İngiltere’yi de anlarız, kapitalizm, patriarka, ırkçılık gibi bir dolu yapısal ilişkiyi de anlarız.

“Kapitalist sömürü ilişkilerinin devam ettirilebilmesi için mekanın insanları birbirine yabancı hale getirecek şekilde planlanması gerekir.”

Çalışmanda devletin kentte ayrıştırma, farklılaştırma söylemine vurgu yapıyorsun. Bugüne kadar kentsel ayrışma meselesini genellikle kapalı site ve gecekondu karşıtlığı üzerinden okuduk. Ama sen mekansal ayrışmayı aynı zamanda bir devlet yönetim tekniği olarak da ele alıyorsun. Bunu biraz açar mısın?

Lefebvre bize uzun uzun, güzel güzel bir şehri planlamanın iktidar ilişkileriyle ne kadar alakalı olduğunu anlatır. Lefebvre’e göre devlet ve egemenlik kendisini mekanda var eder. Yani, devlet ya da yönetici elitler kendi egemen güçlerini var edebilmek ve devam ettirebilmek için mekana sürekli müdahale ederler. Var olan kapitalist sömürü ilişkilerinin ve tahakküm ilişkilerinin devam ettirilebilmesi için, mekanın farklı sınıflardan, farklı etnik kimliklerden insanları birbirine yabancı hale getirecek şekilde planlanması elzemdir. Tahakküm ilişkilerinin devam ettirilebilmesi için ayrıca ırkçı, ayrımcı ideolojiye ihtiyaç vardır. Ve bence ırkçılığın, yani insanlar arasında biyolojik, yani bir nevi Allah vergisi bir fark olduğunu iddia eden, insanlar arasındaki aşılmaz farklılıklar olduğunu vurgulayan ırkçı ideolojinin beslendiği en temel kaynaklardan biri mekânsal ayrıştırmadır. Çünkü mekânsal ayrıştırma insanların birbiriyle gündelik hayatta karşılaşmalarını, dolayısıyla dostluk, arkadaşlık geliştirmelerini engellediğinden, farklı etnik kimliklerden, farklı sınıflardan insanların arasında büyük farklılıklar olduğu fikrini besler. Bu inancı beslediği yetmezmiş gibi ayrıca bunu bir gerçeklik de haline getirir; aşılması güç farklılıklar yaratır. Şöyle anlatmaya çalışayım: Mekan insanların gündelik deneyimlerinin alanıdır, insanlar birbirlerinden uzaklaştıkça, birbirleriyle karşılaşmadıkça, birbirlerinden farklılaşır, birbirine yabancı hale gelir. Irkçı ideoloji de bu farklılıkların anlamlandırılma biçimine müdahale eder. Yani, bu farklılaşmanın sosyal ve mekânsal deneyim farklılıkları yüzünden değil de, doğuştan gelen farklılıklar yüzünden olduğunu iddia ederek, bu farklılıkların anlamlandırılması için bir zemin sunar. Bu anlamlandırma manevrası yoksulların tembel oldukları için yoksul oldukları, Kürtlerin asi oldukları için isyan ettikleri, Arapların yeterince zeki olmadıkları için Fransa’nın banliyölerinde kötü koşullarda yaşadıkları gibi hakikatle hiç ilgisi olmayan, fantastik (yani fantezi/ideoloji ürünü) fikirlerin geniş kitlelerce gerçek olarak kabul edilmesini kolaylaştırır.

Sen bir de çalışmalarında sömürgeci şehircilik biçiminden bahsediyorsun, bunu biraz açar mısın?

Tabii. Aslında, mekan ve egemenlik ilişkisini sömürgeci iktidar biçimlerini eleştiren sosyal bilimciler ve düşünürler sıklıkla vurgular. Sömürgeciliğin, yani Fanon’un deyimiyle safi şiddete dayalı yönetim biçiminin devam ettirilebilmesinde çok önemli rol oynar mekânsal ayrıştırma. Fanon mesela sömürge şehri ikiye bölünmüş bir şehirdir der. Cezayir şehrinin, bir yarısı beyaz Fransızlar’ın yaşadığı, sömürgeci Fransa’yı ve onun beyaz ve burjuva kültürünü hatırlatan bir mekandır. Diğer yarısı ise, polis barikatlarının, askeri arama noktalarının ardında, bakımsız, pis bırakılmış, pisletilmiş, kanlanmış bir mekandır. Bu barikatlar sayesinde, beyaz Fransızlar hem safi bir şiddet rejimi altında yaşayan Cezayirlilerin yaşam koşullarından haberdar olmazlar, hem de kan ve pisliği Araplıkla, yerlilikle bağdaştıran resmi Fransız söylemlerine inanırlar. Arapların mekanları kan ve pislikle dolu mekanlarken, bu mekanlardaki kanın ve pisliğin Fransız sömürgeci rejiminin bulaştırdığı kan ve yarattığı pislik olduğunu göremezler. Aksine Fransa’nın müthiş demokratik bir rejimi olduğuna inanırlar. Fransız demokrasisi, güzel kafelerde oturmuş, güzel giyimli, güzel güzel konuşan insan görüntüsüyle birlikte gelir akla. Arap toplumu ise toz, toprak, kanla ve pislikle gelir…

Mekânsal ayrıştırma her zaman, sömürgecilik için tehditkar olan, yani isyan etme potansiyeli olan nüfusa dair yapılan tanımlamalarla birlikte gider. Mesela Fransız medyası ve Fransız entelektüellerinin ve sosyal bilimcilerinin önemli bir kısmı, uzunca bir süre, Cezayirliler’i “gelişmemiş”, “geri kalmış”, “saldırgan”, “cahil”, “hayvansı” olarak resmederler.  Biz bu sayede, pislik ve kanın kaynağının, sömürgeci, şiddetli, işgalci Fransız idaresi değil de, Arapların “vahşi”liği olduğunu düşünüyoruz. Tabii, Fransa sömürgeciliğini anmışken, Türkiye’yi de unutmamak gerek. Bu söylediklerim bize Türkiye bağlamından da oldukça tanıdık. Kürt illerinin Türkiye’nin geri kalanından militarist yöntemlerle ayrıştırılması, Kürtlere karşı ırkçılığın ve şiddetin devam edebilmesinin ve şiddetin Türk Devletiyle değil de Kürtlükle bağdaştırılmasının, başta orta ve üst sınıf Türkler olmak üzere, Türkler’in büyük çoğunluğunun Kürtleri saldırgan ve “geri kalmış” insanlar olarak tahayyül etmesinin önemli araçlarından biri. Bu tahayyüle sebep olan temsillerin gerçeklikle bir ilgisi yoktur; bir fantezi ürünüdür. Ama bu fantezi Kürtlere yönelik vahşi şiddetin gerçekleşmesini mümkün ve meşru kılan bir fantezidir.

Sömürgeci fantezi, vahşi şiddetin bizatihi uygulayıcısını, demokratik, insancıl ve “medeni” olarak görmemizi sağlar. Bu fanteziye göre, medeni Fransız’ın, kibar medeni İngiliz’in, kibarlığını bozan onu öldürmeye sevk eden, vahşi Arap’tır. Demokrasinin yılmaz savunucuları “vahşi Arap” yüzünden kılış kuşanmak zorunda kalırlar, istisnai yöntemler uygularlar. Şiddet, batı demokrasinin hem istisnasıdır hem de batı demokrasisini mümkün kılan şeydir. İstisnai uygulamalara sebep olduğu iddia edilen insanlar, istisnai mekanlarda, olağanüstü mekanlarında yaşamaya zorlanır. Bugün ve uzun yıllardır, Türkiye’de birçok insan Türkiye’de demokrasinin resmini Kürtlerin bozduğunu düşünüyor, buna büyük bir cahillikle inanıyor. Bu kadar cehalet, tam da biraz önce söylediklerim sayesinde mümkün oluyor.

Özellikle bunun kültürel farklılaşmayı da pekiştiren bir şey olduğunu da söylüyorsun. Bunu nasıl işletiyor burada devlet?

Mekânsal ayrıştırma ve ırkçılık sarmalının en uç örneklerinden biri olan, Güney Afrika’daki apartheid sistemini düşünebiliriz burada. Mekânsal ayrıştırmaya dayalı apartheid uygulaması, çok derin bir ayrıştırma uygulamasıdır. Sadece Afrikalı nüfus ve beyaz nüfusun mekanlarını ayrıştırmaz apartheid rejimi. Aynı zamanda, Güney Afrikalı yerleşik nüfusu da böler ve kendi içinde ayrı ayrı mekanlarda yaşamasını sağlar. Antropolog Mahmood Mamdani, İngilizler’in Güney Afrika’da uyguladıkları bu rejimin bir “farklılaştırma rejimi” olduğunu söyler.  Bu farklılaştırma rejimi, mekânsal ayrıştırma sayesinde var olan farklılıkların abartılması ile işlerlik kazanır. Böylece, hali hazırda var olan farlılıklar, gündelik hayatın mekânsal deneyimlenmesinin getirdiği farklılaşmayla “abartılı” bir hal alır, ya da öyleymiş gibi yaşanır. Birbirleriyle ortak alan paylaşamayan insanlar, bilinmezliğin getirdiği korku ve tereddütle, birbirlerine karşı daha mesafeli olurlar. Bu durum, dikkatleri beyaz, ayrıcalıklı ve baskıcı İngiliz yönetiminin üzerinden uzaklaştırıp Afrikalılar arasındaki farklılıklara çektiğinden toplumsal çatışmanın eksenini kaydırır; toplumsal çatışma kültürel bir çatışmaymış gibi yaşanır.

“90’larda gecekonduluların kentli olamayacağına kanaat getirilince ‘bize benzemesi gereken Öteki’den, ‘mutlak Öteki’ye doğru bir kayma yaşandı”

Türkiye’ye dönecek olursak tekrar,  ötekileştirme söyleminin sen 90’larda medya üzerinden güzel bir okumasını yapıyorsun. 90’lar sonrasında o kültürel farklılaşma nasıl sunuluyor?

90’larda, batıdaki şehirlerinde gecekondu mahallelerinin temsilinde bir kırılma var. Kent tarihine bakacak olursak, daha önce de dediğim gibi, ilk gecekondularla birlikte kentin yoksulları hep öteki olarak gözüküyorlar. Ve gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlar da öteki olarak görüldüklerinin, yani İstanbul’u bozan insanlar olarak görüldüklerinin çok farkındalar. O yüzden bunu bir şiddet olarak yaşıyorlar. Aynı, sömürgeci yönetim biçiminin yerli halka yaklaşımında olduğu gibi gecekondu mahallerinde yaşayan insanlara da “yeterince medenileşmemiş”, “yeterince şehirleşmemiş” ama kendi kültürlerinden yani kendilerinden vazgeçerlerse medenileşecek insanla olarak görülüyor. Yani, medenileşmenin önünde kendileri, kendi varlıkları var. Kent yoksulları bunu böyle duyuyor, tam da duyulması gerektiği gibi. Bu, Fransızlar’ın Cezayirliler’e yaptığına benzer bir şey. “Sen kendi Arap geçmişinden, dilinden, kültüründen vazgeçersen bir Fransız olabilirsin, kapım sana açık; ama sen kendinden vazgeçtiğin müddetçe.”  “Kendinden, nefret eden ve kendinden kurtulmak isteyen bir kendilik yaratabildiğin sürece benim kapım açık.” Yine Türklük ve Kürtlük ilişkisi üzerinden de düşünebiliriz bunu. 90’lara kadar Türkiye’deki gecekondu nüfusuna da böyle bakıyor Kemalist elitler ve onların sağ ve sol takipçileri. “Bu “cahil” insanların, ehlîleştirilmesi lazım, eğitilmesi lazım, topluma entegre edilmeleri lazım, bize benzemeleri lazım.” Ancak, o zaman İstanbullu olabilirler. Bunun kendisi oldukça şiddetli bir dil ve gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlar da bu şiddetli dilin oldukça farkındalar, bununla birlikte yaşıyorlar. 90’larda ise şöyle bir değişim oluyor; bu insanlar hiç bir zaman kentli olamayacak diye kanaat getiriyor, Kemalist ve elitist elitler ve medya mensupları.  Tabii, bu neoliberal dönüşümle de doğrudan alakalı. Dolasıyla, “bize benzemesi gereken Öteki”den, “mutlak Öteki”ye doğru bir kayma yaşanıyor. Asu Aksoy’un mesela bununla ilgili güzel bir makalesi vardır, orada kent yoksullarının yaşadığı mahallelerin nasıl “bomba” metaforu üzerinden temsil edildiğini gösterir. Şöyle manşetlerle haberler çıkıyor o dönemler: “Gazi patladı”, “Varoş Patladı” gibi. Bomba metaforunun kullanılması çok önemli bir şeye işaret ediyor aslında; “Bunlar o kadar zararlı ki bomba gibi tahrip gücü yüksek insanlar veya mekanlar. Bunlar bir patlarlarsa bütün İstanbul’u patlatırlar.” Buradan da tabii şuraya gidebiliriz: “Onlar patlamadan biz bombayı imha edelim.” Birçok orta-sınıf solcu, eleştirel gazeteci bile, o dönemler kentte bir kültür çatışması olduğuna dair yazılar yazıyorlar. Bugün, “kültür çatışması” ne demek, neye hizmet eder, daha iyi biliyoruz tabii. Ya da öyle olduğunu umut ediyorum…

Bence, AKP’nin uzun süredir kent yoksullarından bu kadar çok oy almasında, bu sağ ve sol Kemalist, elitist bakış açısının da önemli payı var. AKP kent yoksullarına biz de sizin gibi dışlandık, beğenilmedik, küçümsendik dedi… Hala makarnacılar, kömürcüler diye aşağılayıcı bir dil kullanarak, sömürgeci misyoner edasıyla halkı eğitmek çabasında olan bazı solcular bu dilde ısrar ediyorlar ne yazık ki…

“Alevi veya Kürt mahallelerindeki kriminalleşme devleti çok ilgilendirmiyor çünkü oralarda yaşayan nüfus zaten onun kendine yabancı gördüğü nüfus.”

Sen Alevi mahalleleri üzerine çalışıyorsun. Oradaki ayrıştırma politikasının nasıl işletildiğine dair gözlemlerin neler? Mesela kriminalizasyona çok vurgu yapıyorsun, uyuşturucu kaçakçılığı da en güncel söylem şu sıralar.

Aslında yoksulluğun suçlulaştırılması, yoksulluğun kriminalize edilmesi, daha somut ifade etmek gerekirse yoksulların yaşadığı mahallelerde uyuşturucu çetelerinin olması, uyuşturucu satışlarının bir türlü kontrol edilemiyor olması, sonlandırılamıyor olması da, tıpkı mekânsal ayrıştırma gibi bir idare yöntemi. Derslerde hep ben şu örneği veririm, koskoca Fransa, dünyanın yarısını yönetmiş olan Fransa Paris’in banliyölerindeki suçu mu engelleyemiyor? Bunu engelleyememesinin ihtimali yok. Ama engellemek istemiyor çünkü artık emek piyasasının içine almak istemediği bir nüfus var. Alırsa ekonomik ilişkiler değişmek zorunda kalacak. İstemediği, gözden çıkardığı, fazlalık olarak gördüğü bir nüfus var. Üstelik bu nüfus aynı zamanda kendisine tehdit de oluşturan bir nüfus. Yani, muhalefet etme potansiyeli yüksek olan bir nüfus. Çünkü bu nüfus Fransız devletinin şiddetli tarihini bilen bir nüfus. Fransız devletinin ne olduğunu, demokrasinin limitlerinin nerede başlayıp nerede bittiğini,  Fransa’nın kimi temsil ettiğini bilen ve bunu bedeninde hisseden, bu bilgiyi bedeninde taşıyan bir nüfus. Dolayısıyla, hiçbir zaman kapitalist Fransız devletine tam olarak bağlanmayacak, kendisini onunla tam olarak bağdaştırmayacak bir nüfus. Bu yüzden kapitalist ve post-kolonyal Fransa’nın, o nüfusa dair herhangi bir yatırım yapması, o nüfusu içermeye çalışması mümkün değil, kendi çıkarlarına aykırı. Sonuçta beyaz Fransızlar’ın büyük çoğunluğu Fransız devletini kendilerinin de temsilcisi olarak görüyorlar. Var olan iktidarları eleştirebilirler ama Fransızlıkla bağları çok daha kuvvetli. Fransız demokrasisine inanıyorlar, sömürgeci geçmişin bedenlerinde ve hatırlarında izi yok. Ama eski sömürge ülkelerden gelenler için bu unutulacak bir şey değil, bilinçleri unutsa, bedenleri unutmaz. Dolayısıyla, bu nüfusu kendisinin düşmanı veya potansiyel düşmanı olarak görüyor Fransız yönetimi. O yüzden, genç Afrikalılar ve Araplar bir bok çukurunun içinde yaşamış, yaşamamış, bunun çok önemi yok. Nasılsa ırkçılık var, o pislik Fransız demokrasisine halel getirmeyecek, onu da biliyorlar…

Uzattım, ama karşılaştırmalı anlatmayı önemsediğimden. Türkiye üzerinden baktığımızda da Alevi mahalleleri için ya da Kürt mahalleri için benzer bir şeyi söyleyebiliriz. Bu ülkedeki Kürt yoksullar da, Aleviler de, aynı devlet ideolojisiyle tam olarak barışamayacak gruplar. Fransa’nın banliyölerinde yaşayan, sömürge ülkelerde doğup oraya yerleşmiş olan insanlar nasıl Fransız devletinin şiddetli tarihini biliyorlarsa, Aleviler de, Kürtler de Türkiye Cumhuriyeti devletinin şiddetli tarihini biliyorlar; gündelik hayatlarında, ruhlarında, bedenlerinde hissediyorlar. Onların bunu bildiklerini de, aslında Alevilere ve Kürtlere şiddetini unutturmamak için özen gösteren Türkiye devletinin temsilcileri de biliyor. Dolayısıyla, bu mahallelerde yaşanan kriminalleşme devleti çok ilgilendirmiyor, oralarda yaşayan nüfus zaten onun kendine yabancı, kendisinin uzlaşmaz ötekisi olarak gördüğü nüfus.

Bu şekilde “vatandaş” kavramı da tekrar tanımlanıyor değil mi? Yani yoksul mahallelerdeki “çatışmacı vatandaş” olurken kentli, beyaz orta sınıf “makbul vatandaş” olarak kabul ediliyor.

Evet, sosyoloji literatüründe “hak eden vatandaşlar” ve “hak etmeyen vatandaşlar” diye bir ayrım vardır. Vatandaşlığı hak eden, hakkıyla vatandaş olmuş olanlar, vergisini/parasını veren, kurallara uyan ya da kuralları kapitalist ve erkek egemen sistemin yasalarını ihlal etmeyecek şekilde ihlal eden vatandaşlar. Bir de işte, emek piyasasının, tüketim ilişkilerinin başarılı üyeleri olamamış olanlar var; yani yoksullar, yoksullularıyla bu dünyada fazlalık olarak görülenler, varlıkları suç haline gelenler. Vatandaşlık sanki hak edilmiş bir şeymiş gibi tahayyül edilince; “hak etmeyenler” sadece yönetici elitler tarafından öyle görülmüyorlar aynı zamanda kendilerinin vatandaş olmayı bileklerinin hakkıyla kazanmış olduklarına inanmış olanlar tarafından da öyle görülüyor. Vatandaşlığın hak etmekle ilgisi olduğuna inananlar, yoksulları, sanki kendilerinden hak ettiklerini çalacak olan, onların sahip olduğu şeyleri eksiltecek olan ya da eksilten, orta sınıfların mutluluğunu engelleyen bir nüfus olarak da gözüküyor. Bu işte bizi faşizm ve ırkçılığa götüren şey. Bunu göçmenlere yönelik ırkçı saldırılardan, Türkiye’de Kürtlere yönelik saldırılara kadar birçok yerde görebiliriz.

Dışlaması kolay oluyor o zaman çünkü bir nedeni oluyor elinde.

Tabii, aynen. Amerika örneğinden biliyoruz, mesela Amerika’da mahalledeki suça karşı polisin yetmediği yerlerde polisi yalnız bırakmamak için oluşturulmuş “neigbourhood watch” grupları vardır. Orta sınıf, beyaz, organik yemeğini yiyen, vegan olan, vejetaryen olan, bütün bunlara dikkat eden insanların sonra eline silah alıp bir siyahı, potansiyel suçlu olarak gördüğü için, çok rahat öldürdüğünü görüyoruz.  Siyah bir insan, beyaz orta sınıf Amerikalı’da hakkıyla kazandıklarının hak etmeyenler tarafından çalınacak olması korkusunu tetikleyebiliyor. “Benim mahallemde bir siyah ancak, benden çalmak için vardır” diye düşünebiliyor.

“Çatışmayı yaşanabilir ve görünür kılan ortak mekanların oluşturulması bence elzem.”

Bu toplumsal çatışma ve ayrışma meselesinin, tıpkı onu derinleştiren mekânsal ayrıştırma yöntemi gibi, çeşitli kamusal mekan projeleriyle çözülebileceği düşünülebilir mi? Yoksa bu çok naif bir düşünce mi? 

Bence hem evet hem hayır. Bir kere, ayrışmanın hem Türkiye’de hem de dünyanın birçok yerinde çok derinleşmiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. O yüzden insanları bir araya getirelim, birlikte yaşayacakları alanlar yaratalım, bu sorun çözülsün diyemeyiz. Yani, aslında hem diyebiliriz, hem de diyemeyiz. Kesinlikle, ortak alanların, farklı sınıflardan, etnik ve cinsel kimliklerden insanların birbiriyle karşılaşmalarını sağlayacak mekanların çoğaltılması için mücadele etmeli, bu yönde çaba göstermeliyiz. Ama bu çaba bir mühendislik projesi şeklinde olursa, yapmak istediği şeyin tam tersine hizmet eder. O yüzden, içinde çatışmaların olduğu yan yana gelişlerin, çatışmayı yaşanabilir ve görünür kılan ortak mekanların oluşturulması bence elzem. Çünkü bizi politikaya ve dolayısıyla yaratıcı dönüşüme götürecek olan şeyin kendisi bence çatışma…

Etiketler

3 yorum

  • ibrahim-alp says:

    Keyifli bir yazı olmuş, yayınlanırsa 68’i de inceleyip tekrar okumak gerek…

  • hakan-tuzun-sengun says:

    bir de şu var : 12 Angry Men
    http://rktr.co/1PlZRSI
    “it’s possible !” 🙂

  • burak-fehmi says:

    Öncelikle ben de yarışmada emeği geçen herkesi kutluyorum. Özellikle yarışmayı açan kurum olan Beylikdüzü Belediyesi’ni ve bu konu üzerinde düşünülmeye hatta görünen o ki fazlaca tartışmaya/ fikir yürütmeye sebep ve açık olmalarından dolayı jüriyi tebrik ediyorum.

    İlk olarak Mehmet Polatkan Bey’in bazı eleştirilerine katıldığımı belirtmekle beraber bazılarına projeleri incelediğim kadarıyla cevap vermek istiyorum. Anladığım kadarıyla Mehmet Bey ve daha birçok kişi projeleri derinlemesine incelemişler ve bu yarışmanın başarısını da göz önüne seriyor.

    Mehmet Beye katılmadığım noktalara gelirsek de, şartnamelere sıkı sıkıya bağlanmayan projelerin ödül alması hatta 1. olması hiçbirimiz için süpriz olmasa gerek. Ayrıca, ayakkabılık gibi tasarımın ana elemanlarından olmayan şeyler üzerinden,bu tasarımların sorunlu olduğunu ileri sürmek ne kadar doğrudur bilemiyorum .( Nitekim, Sinan Camiilerinde son cemaat mahalinde ayakkabıları çıkarıp mihraba doğru yürürken en az 30 m. çapındaki bir kubbeyi geçtiğimizi düşünürsek 2.ödüle yaptığınız fazla uzak yorumunun ve 3.ödülde de ön avlu ile giriş holü arasındaki duvara dayalı tefrişlerin büyük ihtimalle ayakkabılık olması sebebiyle doğru olmadığını düşünüyorum.) Keza kurban kesim ve aşevi ile yaptığınız eleştiriler için de kimi itirazlar gelebilir. (1.ödül için yaptığınız yemek yerken kurban kesimi izlenecek eleştirisi de pek gerçekçi durmuyor, kesim işlemi niyazcı ve yardımcılar tarafından yemeğe oturmadan çoktan biter.) Projelerin çoğunda ise çok amaçlı salonların 2.plana atıldığı aşikar. Teker teker her maddeye cevap vermeden, lafı fazla da uzatmadan sadete gelirsek, o veya bu şekilde elenen elenmeyen projelerde bir çok eksik gedik bulunabilir.

    Ancak, benim değinmek istediğim nokta ise gerek Ömer Selçuk Bey’in gerek Hüseyin Yanar Bey’in yazısından bize aktarılan kadarıyla ödül alan projeler, Mehmet Bey’in okuması gibi teker teker mekan ilişkileri bazında değil ,daha çok mahalle- park- spor alanına açılmış mı açılmamış mı ekseninde değerlendirilmiş. Cemevi veya cem yapılan mekanın tarihsel sürecinden gelen gizli olma-saklanma- kendini faş etmeme gibi duruşları göz önüne alınırsa, bu tarz bir değerlendirme ne derece doğru gözüküyor? Bir cemevi kendini bu kadar dışarı açmalı mı? gibi sorular akla geliyor. Bu sebeple yine yazılarda aktarılan kadarıyla 20 ve 68 yarışına 3.ödül alan projenin giremediğini anlıyor ve biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum.(ki sembolizm konusunda diğer projelerden çok ayrı ve derin bir noktada bulunduğunu belirtmek gerek) Nitekim, ödül grubuna giren veya giremeyen bu tarz bir tavır takınan diğer projelere için de aynı düşünceyi paylaştığımı söylemek mümkün.

    Ama bu bir seçim işi olduğundan ve seçilen projelerin yarattığı tartışmalar ve fikir yürütmelerden dolayı juriyi çok da eleştirmemek gerektiğine inanıyorum. Neticede bugün bunları konuşabilmemize olanak tanıdılar. Emeği geçen herkese teşekkürler.

Bir yanıt yazın