Osmanlı Topraklarına Fotoğraf Üzerinden Bakmak: Camera Ottomana

Dün açılışı yapılan serginin küratörlerinden Zeynep Çelik ve Edhem Eldem ile Osmanlı topraklarında fotoğrafı ele aldıkları çalışmalarının süreci ve içeriğinin yanı sıra Türkiye'deki fotoğraf tarihçiliği üzerine konuştuk.

Fotoğraf Osmanlı topraklarında kimler tarafından, nasıl kullanıldı? Yeni gelişen bir teknoloji olarak fotoğrafçılığın devlet yönetimi kadar, kurumların ve kişilerin temsilindeki yeri neydi? Zeynep Çelik, Edhem Eldem ve Bahattin Öztuncay’ın küratörlüğünde hazırlanan “Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite, 1840-1914” sergisi, modernleşen İmparatorluğun fotoğraf aracılığıyla basın, eğitim, kriminoloji ve tıp gibi alanlardaki çeşitli temsillerine odaklanırken ayrıca sıradan insanların fotoğrafı nasıl kullanıp, algıladıkları üzerine de ipuçları veriyor. Sergi ile birlikte yayınlanan kitapta küratörlerin yanı sıra Peter Louis Bonfitto ve Frances Terpak de katkıda bulunuyor. Camera Ottomana aynı dönemde fotoğrafçılıkta dünyada yaşanan teknolojik gelişmeler ve değişen temsil temalarını da ele alarak bizlere farklı bakış açıları sunmayı başarıyor.

Serginin küratörlerinden Zeynep Çelik ve Edhem Eldem ile Osmanlı topraklarında fotoğrafı ele aldıkları çalışmalarının sürecinin ve içeriğinin yanı sıra Türkiye’deki fotoğraf tarihçiliği üzerine konuştuk.

Betül Atasoy: Öncelikle projenin gelişim sürecinden bahsedelim. Sergi ve kitabı içeren Camera Ottomana: Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğraf ve Modernite projesi nasıl başladı? Küratörler ve yazarlar nasıl bir araya geldiler? Projenin gelişiminde nasıl bir yöntem izlendi?

Zeynep Çelik-Edhem Eldem: Hepimiz bir arada bir ekip olarak çalışmamış olsak bile işbirliklerimiz mevcuttu. Birbirimize yabancı olmamanın getirdiği rahatlıkla çalıştık. Kısacası beklentilerimizi ve hangi sorunlarla karşılaşabileceğimizi iyi biliyorduk. Ancak en büyük zorluğu, sergiyle beraber bir katalog çıkması yönündeki beklenti olarak tanımlayabiliriz. Oysa bu bir katalog değil, sergi eşliğinde çıkan bir kitap olduğundan bilimsel bir yönü olduğunu kabul ettirmek o kadar kolay bir iş değil. Yine de sergi ve kitap birleşiminin birçok avantajları var. Öncelikle kitabı okumayacak bir sürü insan sergiyi görebiliyor. Ayrıca bu bir serginin kitabı olduğundan daha ‘özgür’ diyebileceğimiz bir tarafı var; ‘bilimsel’ konulara esneklikle yaklaşmayı mümkün kılıyor. Bu nedenlerle bir taraftan serginin “hafifliğini” yaşadık, yani bu proje “fotoğraf konusunda söylenmiş, söylenecek her şeyin sunumudur” diye bir iddia öne sürmedik; diğer taraftan ise bir sürü meseleyi deşebildik ve dolayısıyla biraz öncülük etmeye, paradigmayı biraz itiştirmeye çalıştık.

Türkiye’deki fotoğraf tarihçiliği hakkında neler düşünüyorsunuz?

Sergiler ile birlikte üretilen katalog veya kitapların dışında, örnekleri sınırlı olsa da, başka türlü bir fotoğraf çalışması mevcut. Molly Nesbit’in Atget üzerine yaptığı çalışma gibi, tamamen bilimsel, sadece fotoğraflar üzerinden, ama fotoğraflara geniş çerçevede bakan araştırma türünden. Ancak bizde ve yurtdışında bu tarz fotoğrafçılık araştırmaları tam anlamıyla yerine getiriliyor diyemeyeceğiz. Bizde fotoğrafı doğrudan doğruya, kendisi üzerinden obje olarak ya da teknoloji olarak ele alan tekil odaklı bir fotoğraf tarihçiliği var. Diğer tarihçiler ise fotoğrafı arka planda bir illüstrasyon, yahut ek bir belge olarak kullanıyorlar. Dolayısıyla tarihi kapsamda kullanımı üzerine düşünmüyorlar. Bir de arada olup, birkaç adet fotoğraftan hareket ederek büyük teoriler oluşturmak eğilimi gösterenler var. Kısacası gerçekten bir tarihçi zahmetiyle fotoğrafa yönelen henüz pek yok. Bu durumun bir nedeni görsel kültürün akademik ortamda henüz yeni bir alan olması. Yani fotoğrafçılık araştırmaları daha çok yeni. Türkiye’de fotoğrafçılık tarihi ve teorisi üzerine var olan çalışmaları kendi kendilerini yetiştirmiş fotoğraf tarihçileri gerçekleştiriyorlar. Bu kişiler belki sanat tarihinden bile gelmiyorlar. Belki de amatör olarak buralara kadar gelebilmişler. Biz de fotoğraf tarihçisi olarak yetişmiş değiliz. Yöntemsel olarak kuralların dışına çıkabiliyoruz, fotoğrafa dair teknik arka planı bilmiyoruz, yani eksiğiz epeyce. Ancak bu sorunun sadece bizimle sınırlı olmadığını tekrarlamakta fayda var.

“Aşağıdan tarih yazma gibi bir iddiamız yok ama imparatorluğu her türlü insanıyla işlemeye çalıştık.”

Camera Ottomana genellemelerdense özel anlatımlara, yereli yani mikroyu anlamaya yönelik bir bakış açısı ortaya koyuyor. Geç dönem Osmanlı kültürel, sosyal ve ekonomik hayatının dinamiklerini anlamak açısından projenin katkıları nelerdir?

Genel olarak Osmanlı tarihi açısından büyük ölçekteki değerlendirmelerimiz kuvvetli ancak mikro ölçeğe dair çalışmalarımız neredeyse yok diyebiliriz. Makro ölçekte iddia edilenleri gerçekten birer doku, kural ve olgusal gerçek olarak anlamlandırabilecek mikro ölçekteki araştırmalar çok az. Onun için bunu tersine çevirmekte fayda olduğunu düşünüyoruz. Mikro tarihçiliğe yönelmeye ihtiyacımız var çünkü makro ölçekteki çalışmalar artık birbirini tekrarlamaya başladı.

Bu çalışmada imparatorluğun büyük ölçekte temsili var. Hastane ve hapishane gibi çeşitli kurumların ayrıntılı temsili var. Toplumun çeşitli kesimlerinden insan temsilini de bir parça zenginleştirdik diye düşünüyoruz. Hanedan, yüksek mevkideki politikacılar dışında işçilere, hastalara, mahpuslara dikkati çektik. Yani böylece imparatorluğun temsili sadece tepeden değil, tepeden hazırlanmış belgeler kullanılarak aşağıdan da bakılmış oldu bir parça. Aşağıdan tarih yazma gibi bir iddiamız yok ama bir şekilde imparatorluğu her türlü insanıyla işlemeye çalıştık. Ayrıca şunu da kabul etmek lazım ki malzememiz kısıtlı. Avrupa’nın kendini resmetmesiyle mukayese edilirse, halkın arasında kendi fotoğrafına sahip insan adedinin çok az olduğunu görüyoruz. İnsanların gerçekten bu teknolojiyi kendi rızaları ve amaçlarıyla kullanma oranı son derece düşük. Tabii bunda ekonomik nedenler de büyük rol oynuyor. Fotoğraf ucuz bir hobi değil. Ancak fotoğrafçılık konusunda yapılan çalışmalar o kadar cafcaflı, o kadar tepeden yapılanları tekrar ediyor ki, sanki bu her yerde yaygınmış, çok büyük bir zenginlikmiş gibi bir his uyandırıyor.

Kitabın sonunda yer alan ‘albüm’ bölümünde mikrodan hareket ederek büyük ölçekle ilgili sorular sormaya çalıştık. Böyle bir kitapta çetrefilli pek çok konuyu ele almak mümkün değildi. Bazı önemli ve çarpıcı konuları makalelerde dile getirmek de daha uzun zaman gerektiren bir araştırma süresi gerektirirdi; oysa biz bu projeyi oldukça kısa bir zamanda tamamladık. Camera Ottomana’daki albüme benzer bir yöntemi “Geçmişe Hücum/Scramble for the Past” projesi için de bölümlerin aralarına ‘ara nağme/interlude’ adını verdiğimiz kısa bölümler ekleyerek uygulamıştık. Eksiğimizi bir miktar kapamak üzere, madem fotoğraf üzerine bir proje yapıyoruz, kitabın arkasına albüm mantığı üzerinden ikişer sayfalık bölümler ekleyelim, her biri kendi ayakları üzerinde dursun ve ayrı bir soru sorsun veya ayrı bir konuyu ortaya koysun diye düşündük. Bir sayfası resim, diğeriyse açıklama şeklinde olsun dedik. Bu tür bir yönteme başvurmamızın başlıca sebebi, ayrıntılı bir şekilde ya da hiç inceleyemediğimiz konular hakkında bir ipucu vermek, bir açılım sağlamak ve alanı açmaktı.

Bu albüm eldeki malzeme üzerinden, malzemeyi nasıl değerlendirsek gibi bir soru işaretiyle mi ortaya çıktı?

Daha çok taşan malzemeyi işleme üzerine gelişti, ancak öncelikli olarak kafamızdaki bazı soru işaretlerinden yola çıktık. Konular uçsuz bucaksız ve ne kadar çalışsanız da bazı şeyleri tamamlayamıyor, hatta ele bile alamıyorsunuz. Bunları bir kitabın oldukça etraflı ve ayrıntılı dipnotları gibi düşünmek lazım. Örneğin Abdülhamid’in yurtdışına yolladığı ilk albüm sanıldığı gibi Library of Congress’e ve British Library’ye yollanmış olan büyük albümler türünden bir albüm değil. Çocuk yaştaki şehzadelerin fotoğraflarından oluşan bir aile albümü…. İngiliz Kraliyet Koleksiyonlarında albüm kayıptı, ancak arşivlerinde yazışmalara ulaştık ve bunların üzerinden hikayeyi canlandırarak bir anlam kazandırdık. Metinlerin birinde bu meseleye yer açmak zordu; ya metinler uzayacaktı, ya da bu öykü bir dipnota dönüşecekti. İki sayfalık bir albüm bölümü yapınca hakkını vermek mümkün oldu. Bu iki sayfalık bölümlerin her birine bakan biraz meraklı birinin “Hakikaten burada üzerine gidilebilecek bazı mevzular var” diyeceğiniz düşünüyoruz. Kısacası böyle bir açılım görevini üstleniyor bu çalışma. En büyük sıkıntımız şimdiye kadar yazılanlarda, fotoğrafın hep bir obje olarak değerlendirilmesi. Ne zaman yapıldığı, ne kadar basıldığı, kime ulaştığı, ne kadar dolaşıma girdiği hiç sorgulanmadan, her şey sanki dümdüz, üretim ile tüketim arasında hiçbir filtre, hiçbir aksilik yokmuş gibi ele alınmasından fevkalade rahatsızız. Tabii bu soruların cevaplarını bulmak kolay değil, bazen mümkün bile değil. Yine de, düşünülmeleri gerekiyor. Tarihte soru sormak cevap bulmaktan daha önemli bir hal alabiliyor.

“Bir imajın bir yerden bir yere nasıl yayıldığını ve nasıl tepkiler yarattığını inceleyince hikaye biraz ortaya çıkmaya başlıyor”

Oryantalist diskurun dışına çıkarak, Osmanlı’nın ve Osmanlıların fotoğrafın objesi/tüketim malzemesi olmadığı bir betimleme sunuyorsunuz. Ancak modernleşen Osmanlı’nın tasvir edildiği ürünlerin tüketicisi ve hedef kitlesi kimlerdi? Bu iç içe geçmiş anlam ve kavramları çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz?

Bu çalışmada tüketici kitlesinin illaki ve sadece Batı olmadığını dile getiriyoruz. Yine albümde yer alan bir kartpostal örneğine bakacak olursak, her ne kadar Fransızca başlıkla ve dolayısıyla ‘turistler’ için yapılmış olsa da, bunu bir Osmanlı kadını başka bir Osmanlı kadınına yollamak için kullanmış. Aynı şekilde oryantalist bir kartpostalı biri yerli biri yabancı iki farklı kişi farklı bağlamlarda kullanmışlar. Bunun nasıl olabildiğini sorgulamak ve alışık olduğumuz kalıpların hiç de o kadar katı olmadığını anlamak gerekiyor. Dolayısıyla bu çalışmada meselenin aslında çok daha karışık olduğunu vurgulayarak, Osmanlı tüketicisine de mümkün mertebe yer vermeye çalıştık. Başka konular da gözümüze çarptı. Mesela 1890’larda yüz elli kadar amatör fotoğrafçı var İstanbul’da. Bunların çektiği fotoğraflar, hiç bakılmamış bir konu. Gerçi biz de derinleştiremedik ama en azından bunun mevcudiyetine işaret etmiş olduk. Tüm konuları açık sorular şeklinde ortaya koyduk. Malzeme çok parçalı olduğu için genel bir yöntemden ayrıntıya girmek pek mümkün olmadı bu aşamada.

Bu tarz çalışmaların benzeri mevcut mu?

Osmanlı bağlamında yok. Fotoğraf tarihçilerinin genellikle yaptıkları, fotoğrafın tarihine bakmak; oysa bizim yaptığımız tarihe fotoğraf üzerinden bakmak. Bir de Osmanlı topraklarına genellikle post kolonyal ve oryantalist perspektifler üzerinden bakılıyor. Biz bir adım daha ileri gitmeye, farklı bir eleştirel açıdan bakmaya çalıştık. Derdimiz tam olarak bir cevap vermekten çok, bazı şeyleri tekrar sorgulamak. Örneğin, II. Abdülhamid albümleri üzerine kitaplar yazılıyor ama aslında o albümleri açıp bakanların sayısı çok sınırlı. Bu sebepten özellikle basını ve kartpostalı önemsiyoruz, zira onların en azından tedavül ettiğini biliyoruz. Şunu da eklemek gerekiyor ki, Abdülhamid albümlerinde gördüğümüz resimler basında da, kartpostallara da kaynak olmuş. Yani aradaki bağlantılar önemli. Bunlar henüz incelenmemiş konular.

Oryantalist fotoğraf meselesine dönecek olursak, söylemin kendini tekrarlamaya başladığını görüyoruz. Oryantalist yorumlarla kavgamız yok, fakat bu yorumları kabul edip aşmaya ve yeni şeyler üretmeye çalıştık. Bu tür çalışmalar bazen o kadar düşünmeden yapılıyor ki, Edward Said’i biraz okumak, yahut okumayıp sadece tahmin etmek sözüm ona teorik bir temel kurmaya yetebiliyor. Tavrımız buna karşı doğdu diyebiliriz. Özellikle de en yaygın olan, yani basın, kartpostal gibi dolaştığını bildiğimiz resimlerin hedef kitlesi ve dağıtımı üzerine yeni çalışmalara ihtiyaç olduğu kanısındayız. Bir imajın bir yerden bir yere nasıl yayıldığını ve nasıl tepkiler yarattığını inceleyince hikaye biraz ortaya çıkmaya başlıyor. O zaman fotoğraf havada duran bir ürün olmaktan çıkıyor, bütünün parçası haline gelebiliyor. Bir başka sorun fotoğrafların tek tek ele alınıp ‘okunması’, yani yorumlanması. Buna karşılık bizim yöntemimiz tek tek fotoğraflara bakmak yerine, bunları gruplar, seriler ve bağlamlar içerisinde değerlendirmek oldu. Bunun dışında bir de, tekil bir obje olarak fotoğrafın etrafında neler oluyor? Nasıl dağıtılıyor? Çerçevesini neler belirliyor? gibi sorular dahilinde fotoğrafları anlamlandırmaya çalıştık.

“Bir fotoğrafa sadece sanatsal ve biçimsel bir obje olarak bakılabilir ama bir tarihçinin bunu yapması pek mümkün değil.”

Kısacası bu proje bir başlangıç olarak görülüyor diyebilir miyiz?

Evet, öyle sayılır. Örneğin sistemin nasıl işlediğini, Abdülhamid’in düzeninde albümlerden çok basının daha önemli olduğu gibi konuları ortaya koyduk galiba, dolayısıyla yeni bir şeyler söyledik. Eksikliklerimiz de var tabii. Ne yaparsak yapalım yine Abdülhamid albümlerinden bahsettik. Yine İstanbul merkezli bir bakış hakim oldu. Arap vilayetlerini bir parça işlesek de, Balkanlar ve Anadolu konusunda eksik kaldık. Bütün bunlar ileride incelenmesi gereken konular. Bunun dışında bu çalışma sürecinde yeni konular da keşfettik. Örneğin Zonguldak ve Ereğli’nin sıfırdan gelişen tipik ‘şirket şehirleri’ (company town) olması, bu konunun mimarlık tarihçileri tarafından henüz işlenmemiş olması gibi…

Bir ürün olarak fotoğraf bir yandan kesin bir betimleme/görsellik sunarken, bir yandan da çeşitli simgesel ve kültürel dinamikleri bir arada sergiliyor. Bu çok katmanlı yapısı doğrultusunda, bir temsil aracı olarak fotoğraf bize neler anlatıyor? Tarihçilerin fotoğrafik anlatımlardan nasıl faydalanması bekleniyor?

Sorunun bir kısmı fotoğrafa obje gibi bakılıp, bağlamından tamamıyla koparılmış olması. Bir fotoğrafa sadece sanatsal ve biçimsel bir obje olarak bakılabilir ama bir tarihçinin bunu yapması pek mümkün değil. Çünkü fotoğrafın arkasında fotoğrafçının kendisi, stüdyonun şartları, poz veren kişi, ne zaman çekildiği, nasıl çekildiği, çekilirken sokakta neler olduğu gibi çok katmanlı sorular mevcut. O kadar karışık ki bunlar… Tek fotoğraftan sonuç çıkarmak zor ve tehlikeli. Ancak seriler ve mukayese edilebilecek kadar zengin veri tabanları üzerinde çalışılınca bir şeyler çıkabiliyor. Örneğin Osmanlı Bankası memurları fotoğraflarını ele alalım. 6.000 fotoğraf var, bunları birçok açıdan mukayese etmek mümkün. İnsanların nasıl durdukları, nasıl poz verdikleri, aynı fotoğraf stüdyosundaki mobilyaları nasıl kullandıkları gibi verileri bir matrise çevirerek, nicel bir okumayı ucuna kadar götürmek mümkün. Bu fotoğrafların bir tanesini kopardığınızda, bir kısmı kayıpsa veya sadece bir taneye sahipseniz, söyleyebileceklerinizin büyük bir kısmı spekülatif olacaktır. Aynı şekilde, Haseki Nisa Hastanesi albümündeki fotoğraflar bir dizi hastaya odaklandığından bütüncül bir hikaye anlatabiliyorlar. Halbuki bu fotoğraflara tek tek bakılsa, çok yanlış mesajlar çıkarılabilir. Albümlerle veya serilerle çalışmanın en büyük faydası burada. Bir albüme baktığınız zaman, genellikle bir baş, bir son, bir hikaye mevcut. Kısacası tek fotoğraflarla çalışmanın tehlikesi onlardan büyük sonuçlar çıkarmaya kalkışmaktır.

Kaçınılmaz olarak tarihçiler fotoğraflara bir parça kendi düşüncelerini söyletiyorlar. Ancak bunun bir sınırı olmalı. Kafanızda bir şey var ve onu doğrulamak istiyorsunuz. Siz o objeye veya belgeye eninde sonunda istediğinizi söyletebilirsiniz. Bunu eleştirel bir şekilde ele almanın yollarını aramak lazım. Tahminleri bir kenara itip mümkün olduğu kadar tarafsız bir şekilde malzemeye bakabilmek lazım. O tarafsızlığı insan olarak ne kadar yapabileceğimize emin değiliz, ancak aynı malzemeye değişik açılardan bakmak çok önemli. Sonunda da yine tarihçi konuşacaktır ama gene de malzemeye bir fırsat vermek lazım. Zaten malzememiz fakir. Belki Avrupa ile mukayese yapmak haksızlık oluyor ama Avrupa’daki çoğu fotoğrafçının arşivleri, hatıratı, yazışmaları, dergilerde yazdıkları yazılar, hatta fotoğraf dergileri var. Fotoğrafçılar ne yaptıkları konusunda bir şeyler söylemişler. Bir ses var… Bizde ses yok. Bizde Servet-i Fünun ve benzeri birkaç yayındaki birkaç sayfalık yazılar dışında fazla bir şey yok. O sessizliği işte o zaman biz tarihçiler dolduruyoruz. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken ciddi bir problem.

Son olarak kullanılan kaynaklar hakkında bilgi verebilir misiniz?

Birincil olarak Ömer M. Koç’un kişisel koleksiyonundan yararlandık. Serginin odağı bu zengin ve çok çeşitli kaynaklardan elde edilmiş olan malzeme. Bunun yanı sıra Fostin Cotchen, Cengiz Kahraman, Sinan Kuneralp ve Bahattin Öztuncay’ın, bir de bizden Edhem Eldem’in kişisel koleksiyonlarından faydalandık. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’ndeki Abdülhamid albümleri var olan malzemeyi belirli çerçevelere oturtmak ve genişletmek açılarından çok önemli oldu. Her ne kadar diğerine ulaşım daha kolay olsa da İstanbul Üniversitesi’ndeki koleksiyonun Library of Congress’te yer alan koleksiyondan çok daha zengin olduğunun altını çizmekte fayda var. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Milli Kütüphane ve Atatürk Kitaplığı’ndaki arşivlerden de büyük ölçüde yararlandık.

Etiketler

Bir yanıt yazın