“Göztepe’de Cinayeti Gördüm!”

Semtler ve İnsanlar söyleşi serisinin bu haftaki konuğu yazar Sunay Akın ile Göztepe semtini ve İstanbul anılarını konuştuk.

Trabzon’da başlayan yaşam öyküsü 40 seneden fazladır İstanbul’da devam eden Sunay Akın ile 10 yıldır dişiyle tırnağıyla ortaya çıkarttığı müzede buluştuk. Çocuklarla dolup taşan İstanbul Oyuncak Müzesi’nde gerçekleştirdiğimiz söyleşide Sunay Akın’ın Trabzon’da başlayan İstanbul macerasından uzun yıllardır yaşadığı Göztepe’ye uzandık.

Söyleşinin en dikkat çekici noktalarından biri ise Gezi Sonrası Sunay Akın’ı hedefe koyan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 12 Eylül kanunuyla, müzenin yüzde 5’lik cirosunu herhangi bir bedel karşılığı olmaksızın tahsil ettiğini öğrenmemiz oldu.

Zaten devletin hiçbir zaman desteklemediği özel müzecilik hâlâ Sunay Akın gibi kent kültürüne sahip çıkan birkaç insan tarafından sürdürülüyor, hem de büyük rantlardan vazgeçmek ve hatta büyük yüklerin altına girmek pahasına… Yazar, şair, koleksiyoncu, müzeci Sunay Akın…

Cihan Keyif: Sunay Akın’ın İstanbul’u nerede ve ne zaman başladı?

Sunay Akın: Benim İstanbul’um aslında Trabzon’da başladı. İstanbul’da doğan çocuklar, hayata gözlerini Anadolu’da açan çocuklar kadar sevemezler bu kenti. Ne mutlu bana ki, İstanbul’da doğmadım da Trabzon’da doğdum. Anadolu çocukları İstanbul’da olmayı düşler, hayal eder. Rüyalarında görür İstanbul’u… Büyük bir iştir çünkü İstanbul’da olmak. Benim İstanbul’um Trabzon’un sinemalarında başladı, sinemada gördüm ilk kez İstanbul’u. O siyah beyaz Türk filmlerinde insanlar artistlere bakarken ben İstanbul’a bakardım. Beyoğlu’ndan tutun, Rumelihisarı’na kadar tüm İstanbul’u sinemalarda izledim. Örneğin “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” Emirgan’da çekilmiştir. Sonra İstanbul’u Trabzon’un berber dükkânlarında gördüm. Bunlar büyük ihtimalle Hayat Mecmuası’nın ortalarından çıkan İstanbul panoramalarıydı. Sonra da kibrit kutularında biriktirdim İstanbul’u. Kibrit kutularında İstanbul panoramaları vardı ve ben onları biriktirirdim. Bu benim aynı zamanda ilk koleksiyonumdu. Trabzon sokaklarında oynarken cebimde taşıdığım İstanbullu kibrit kutularını çıkarır, onlara bakar, mutlu olurdum. İlk kez 6 yaşında geldim İstanbul’a. İlk kez tatile gelmiştik. Filmlerde gördüğüm o tüm yerlerde fotoğraflar çektirdik. Sultanahmet Meydanı’nda, Gülhane Parkı’nda, Emirgan’da, Adalar’da, Galata Köprüsü’nde her köşesinde… Yaklaşık 3 hafta kaldık İstanbul’da ve Trabzon’a geri döndük. Fotoğraflar tabedilmeye verildi ve bize basılı olarak geri geldi. O günü hiç unutamam. Annem, babam, ben ve abim tek tek fotoğraflara baktık ve sonra albüme koyduk.

O kadar kıymetliydi yani?

Tabii ki. Hiç unutmuyorum. Başlığı bile hazırdı; “Akın Ailesi İstanbul’da” Bu albümü misafir odasında sehpanın üzerine bırakıyorduk ki misafir geldiğinde alsın eline albümü ve bizim İstanbulumuz’u izlesin istiyorduk. Fotoğraflarla o filmlerdeki gibi içine girsin istiyordum bakan. Film yine izleniyordu ve bu kez başrolde ben vardım.

“Cumhuriyet Kuşağı’nın İstanbul’a bakışı ‘çocuklarımızın okuyacağı, eğitim alacağı yer’ şeklindeydi”

Madem bu kadar net hatırlıyorsunuz, eminim bunu da hatırlıyorsunuzdur: Gördüğünüz ilk noktası neresi oldu İstanbul’un?

Babamın bizi götürdüğü ilk yer Arkeoloji Müzesi olmuştu. Anadolu’dan gelen kaç aile acaba ilk Arkeoloji Müzesi’ne gidiyordur? Bunu yapan babam ilkokul mezunuydu ama onlar Cumhuriyet Kuşağı’ydı. Cumhuriyet Kuşağı’nın İstanbul’a bakışı çocuklarımızın okuyacağı, eğitim alacağı yer şeklindeydi. Bu çok önemli. Bizim için Trabzon o yıllarda çıkmaz sokak iken, İstanbul bilginin merkeziydi. Okuma olanakları öyle geniş değildi. Babam zaten sadece ve sadece çocukları daha iyi bir eğitim alsın diye İstanbul’a göçen bir insan. Babamın Trabzon’da hali vakti iyiydi ama çocukları için Trabzon bir şey vadetmiyordu. O halde İstanbul’a gidilecekti.

Kalıcı İstanbul hikâyesi nereden başladı?

İstanbul’da ilk geldiğimiz yer o kadar güzel ki; Harem. Harem, Setüstü’nde, Çiçekçi’de, Şerif Kuyusu Sokak’ta oturduk. Bir yaz günü eşyamız kamyonla geldi. Eşya taşınıyor. Annem, ağabeyim ve benim ayakaltında dolaşmamı istemediği için sokağa yolladı bizi. Bir bakkalın önünde 7 – 8 tane çocuk, ağabeyim onlara doğru koştu. Ben ise duvara dayalı duran beyaz bir bisiklete doğru koştum. O kadar güzeldi ki. Bir de o kadar güzel kokuyordu ki, meğer hanımeli varmış duvarda, onun kokusuymuş. (Gülüyor) Trabzon’da hiç görmedim ben hanımeli, hiç bilmiyordum o kokuyu. Bir ses duydum arkamda bir an “Binmek ister misin?” Kendimi sinema salonunda sandım çünkü sinema salonlarında gördüğüm Ömercik tam karşımda duruyordu. Benim İstanbul’daki ilk arkadaşım da Ömercik’ti, Ömer Dönmez. Çok iyi kalpli bir insandır.

Harem’den sonra nerede yaşadınız?

Yeşilköy’e taşındık. Yan apartmanda oturan komşularımızdan biri de kimdi biliyor musun? Lefter… Mahalle takımı kuruyorduk. Babam o dönem Mahmutpaşa’da konfeksiyon işine girmiş. Tüm mahallenin formalarını babam yapmıştı. Biz bordo-mavi forma istedik. Babam bir getirdi formaları sarı-lacivert. Dedik “Baba bunlar ne?” babam ne dedi biliyor musunuz? Oğlum komşumuz Lefter, çok ayıp olur.

Lefter’le komşu olmak da önemli tabi. Döneminin en iyi oyuncusu.

Letfer Amca’yla da bir hikâyem var. Kaleci seçilecek ama bir türlü karar veremiyoruz. Evin arkasında boş bir alan vardı, orası da antrenman sahamızdı. Bir gün Lefter Amca geldi. “Sırayla kaleye geçeceksiniz, şut çekeceğim ve kimin kaleci olacağına ben karar vereceğim” dedi. Öyle sert vuruyordu ki kimseye acımıyordu ama ben onun penaltısını kurtardım ve kaleci oldum. O günden beri de kaleciyim. Hiç bırakmadım.

Yeşilköy hikâyesi ne kadar sürdü?

Yeşilköy’de annem mutlu olamadı. Tüm arkadaşları, akrabaları, kuzenleri Üsküdar tarafındaydı ve gelip gitmesi zor oluyordu. O yüzden sadece 3 – 4 ay oturduk. Ardından kısa bir süre Zeynep Kamil’de yaşadıktan sonra 1977’de Göztepe’ye geldik. Babamın en doğru hamlelerinden biriydi bu. Bilginin ve sosyal çevre etkenlerinin en olumlu olduğu yer olarak Kadıköy’ü ve çevresini gördüğü için buraya taşındık. İnanılmaz hamleler yaptı… Ben Haydarpaşa Lisesi’nde okuyordum.

“70’lerde apartman gelişmişlik göstergesiydi.”

Nasıldı Göztepe?

Muhteşemdi. İnşaat sektörü buraya girmiş olmasına rağmen bazı konaklar hâlâ duruyordu. Ancak biz de yıkılan köşkün yerine yapılan bir apartmanda oturuyorduk. Tabii o yıllarda apartman gelişmişlik göstergesiydi. Sıcak su, asansör her şeydi… Ama yine de etrafta köşkler vardı. O köşklerde oturan insanlar, biz apartmanlarda oturanlara bir garip bakıyorlardı. Şimdi seninle bu konular üzerine konuşunca o bakışları çok iyi anlıyorum. 70’lerde yapılan apartmanlar, 2015’te yıkılıyor ve yerlerine çok daha yüksekleri yapılıyor. 70’lerde yapılanlar 3 – 4 katlıydılar. Şehrin bağrına bir hançer gibi saplanıyor şimdikiler, hem de ne hançer. Konaklar ve o konakların bahçelerindeki ağaçlar… Onları hâlâ tanırım, ara sıra kesilmemiş olanlarına otoparklarda rastlıyorum. Hele yaz günleri… Biz bir yaz günü taşınmıştık. Kamelyalar vardı. Köşklerin bahçelerindeki kamelyalardan udlar, kanunlar ve keman sesleri duyulurdu. Müzik yapılır ve şarkılar söylenirdi. Biz apartmanda oturanlar onları dinlerdik. Köşklerin bahçelerinde insanların bir araya geldikleri sohbetler… O geleneksel hale gelmiş toplaşmalar… Bazı günler sabahlara kadar sürerdi. Ben bunlara tanıklık ettim. Faytonlar vardı, yazın Caddebostan Plajı’ndan alırdı insanları, evlerine getirirdi. O yıllarda ilk servis araçları da faytonlardı. Faytonların arkalarında beslenme çantaları asılıydı. Caddebostan’da yüzerken foklar vardı. “Fazla açılmayın, foklar var” derlerdi.

Anladığım kadarıyla zaten edebiyat ve musikiye meraklı olan Sunay Akın’a Göztepe ilaç gibi gelmiş…

Göztepe’de sokağımızda Osman Şahin otururdu, Türkiye edebiyatının önemli yazar ve senaristlerinden biriydi. Kızlarıyla arkadaştım ve kızları bana babalarının kütüphanesinden kitap getiriyorlardı. Göztepe’de, Osman Şahin’in kütüphanesine yakın olmak ve onunla aynı kitapları okumak benim için büyük bir ayrıcalıktı. Ben zaten okuyordum ama o kütüphane hayata bakışımı değiştirdi. Burası sıklıkla akademisyenlerin, edebiyatçıların, müzisyenlerin oturduğu bir bölgeydi ve benim ilkokul mezunu babam bunun farkında olarak bizi buraya taşımıştı.

Sınıfsal ayrım bugünkü kadar derinlemesine hissediliyor muydu?

Apartmanımızda her türden insan vardı. Çok varlıklı bir tüccar aile de oturuyordu, profesör de oturuyordu, pazarcı da oturuyordu. Sınıfsal ayrımlar bu denli keskin değildi, hepimiz arkadaşlık ediyorduk. Biz hep bir aradaydık. Yazları memleketten misafirleri gelirdi her ailenin ve biz arkadaşlarımızın kuzenlerini sorardık. Muzaffer Amca vardı, “Bomba Muzaffer”, Kore Gazisi… Sıkı bir sporseverdi. Hepimizi toplar Göztepe Ortaokulu’nun arkasında futbol turnuvaları düzenlerdi. Yazları, sabahlara kadar oturur sohbet ederdik. Bu sokak normalde 10 dakikada boylu boyunca yürünebilir ama öyle olurdu ki, selam vermekten konuşmaktan 1 saatte yürüyemezdim. Şimdi 10 dakikada girip çıkıyorum.

“Tren istasyonlarının büyük bir rant politikasına kurban gideceği belliydi”

Göztepe’de konakların haricinde dikkat çeken yapılar hangileri?

Tren istasyonları. Şu anda tren yolu kapalı, 2 – 3 yıldır sesini duymuyorum. Bundan 5 sene evvel ben tren istasyonlarının katledileceğini gördüm. Büyük bir rant politikasına kurban gideceği belliydi. Tüm yaşananlar bunu gösteriyordu. Kentin yenilenmesi ve yerleşme adı altında her şey yok ediliyor. Bağdat Tren Yolu olarak tasarlanan ve Haydarpaşa’dan başlayan tren yolunun Gebze’ye kadar olan kısmındaki köşkler de tehlike altında. Bu durumda istasyonların kendini koruyamayacağı açıktı ben de belediyeden şöyle bir karar çıkarttım; “Kadıköy Belediyesi sınırları içerisinde yer alan 6 tarihi tren istasyonu, işlevsiz kaldıkları anda Kadıköy Belediyesi’ne devredilecek ve 6 tematik müze yapılacak.” Ulaştırma Bakanlığı karardan sonra “Kadıköy Belediyesi sınırları içerisinde yer alan istasyonları zaten yıkmayacaktık” dedi. Yalan! Sorarım o zaman, Küçükyalı’yı neden yıktınız? Aynı dönem yapılan istasyon… Oradan öteye hepsini yıktılar ancak bunları kurtarabildik. Hafızamızı değiştiriyorlar ve bu bizi tarihsizleştiriyor. Bu bölgeye konağını yapan ilk kişi Mehmet Tahir Münif Paşa’dır. Kendisi Mecmua – i Fünun adlı ilk Türkçe bilim dergisini çıkartan önemli bir bilim adamıydı. Konağının bahçesine bir zürafa heykeli koyduran Münif Paşa’nın evinin önünden geçen tren makinistleri bazen halkın yoğun isteğine karşı koyamaz ve treni durdurur, insanlar trenden iner gelip heykele yakından bakarlarmış. İşte o bakımdan da bu Erenköy ve Göztepe’yi içine alan bölgenin halk arasındaki adı “Zürafalı Bahçe”ydi. Şimdi anladın mı İstanbul Oyuncak Müzesi’nin bahçesinde neden zürafa var? (Gülüyor) Bunu bilen kimse yok. Ben bu belleğe sahip çıkmaya çalışıyorum.

Siz geldiğinizde ilk göç dalgasının yaşandığı 60’ları geçmişti Göztepe, zaten bunun etkilerini de az çok konuştuk. Konakların yerlerini 3 – 4 katlı apartmanlara bırakmasıyla vücut bulan ilk göç dalgasını izleyen ve 70’lerde bir daha başlayan göç dalgasından nasıl etkilendi Göztepe?

Katledildi. Hâlâ da devam ediyor. Sonra zaman içinde eğitimimi tamamladım, üniversiteye gittim. Okuyup bilinçleniyorsun. İşte o zaman cinayeti gördüm. “Savaş kahramanlıktır” diye anlatırlar ya sana, sonra içine bir girersin; kan, iniltiler… Aynen öyle fark ettik. Tarihi doku ve ağaçlar yerlerinden söküldüler, katledildiler. Hafızamızı ve belleğimizi siliyorlar. Her ne kadar köşklerin yerini almış olsalar da, o 3 – 4 katlı apartmanlar şimdikilerle karşılaştırıldığında o kadar güzeldi ki. Girişlerinde ahşap posta kutuları vardı. Geçen gün yıkılan bir binanın önünde gördüm, kaldırıp atmışlar. Kim bilir onlara ne haberler geldi? Posta kutularıyla bile ilgili bir müze kurulur. Bizim sıkıntımız burjuva sınıfımızın olmaması, böyle bir sınıf oluşmadı. Kentli bir sınıfı oluşturamadık. Kentte yaşayan insan ne talep eder? Yeşil alan ister, park ister, çocukları için oyun alanları ister, tiyatro binası, opera binası ister. Biz de ise zengin kültürünü gördük. Örneğin; 1980 sonrası Özal zenginleri geldiler, sonra onlar gittiler başka iktidarın zenginleri geldi ve gitti. Şimdi de mevcut iktidarın zenginlerinin göçünü yaşıyoruz, bir gün onlar da gidecekler. Buranın göçü iktidarlarla doğru orantılıdır. Siyasi iktidarların etinden, sütünden, yağından yararlanan, rant ve çıkar sağlayarak parayı bulanların buraya gelmesidir, başka bir şey değil. 1970 ve hatta 1980’li yılların ortalarına kadar maaşlı çalışan memur, mühendis, doktor gibi orta sınıf insanların oturduğu bir bölgeydi. Akademisyen çoktu ama onlar buradan gittiler.

“Müzecilik için destek istemiyorum zaten, köstek olmasınlar yeter.”

Bu konak ile maceranız nasıl başladı?

Babam Trabzon, Boztepe’de konak tipinde bir evde yaşıyordu. Toprakla iç içe. Kocaman bahçesi vardı. Babam İstanbul’a geldikten sonra da toprakla bağını kopartmamak ve hayatla iç içe olmak için o zamanın maddi olanaklarıyla bu köşkü almıştı. Burası harabeydi, yıkılacak gibiydi. Hatta biz aldığımızda “Trabzonlu müteahhitler geldi, yıkıp tekrar yapacaklar” denmişti ama biz, Anıtlar Yüksek Kurulu’na dilekçe vererek konağı koruma altına aldırdık. Babam yaşadı burada. Tabi babam yaşlanınca, yalnız başlarına bu konakta annemle oturamaz oldular. Bakımı kolay bir apartman dairesine çıktılar. Biz de binayı Marmara Üniversitesi, Onkoloji Vakfı’na verdik. Prof. Dr. Müjdat Başaran gerçek bir çocuk hekimiydi. Bu kafeteryada maddi durumu olmayan kanser çocukların bakımıyla ilgileniyordu. Üst katlarda da viziteyle çocuklara bakıp aşağıdaki yoksul çocukların giderlerine harcanıyordu. Ben de o yıllarda aklıma koymuştum, Nürnberg’deki oyuncak müzesini görünce. Gösterilerimden, televizyon programlarımdan, kitaplarımdan sadece sanatçı teliflerimle aldığım oyuncakları biriktirmeye başladım. 2005 yılında da müzeyi açtık bu yıl 10. yılını kutluyoruz.

Müzecilik nasıl gidiyor?

Biz Kültür Bakanlığı’na bağlı, Arkeoloji Müzesi’ne envanterli bir müzeyiz. Halkın müzesiyiz yani aslında. Seninle konuşmadan önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden aradılar geçtiğimiz ayın ödemesini yapmadınız dediler. Sen uğraşıp didinip bir müze yapıyorsun, ciddi kurumlardan hatırı sayılır ödüller alan bir müze yapıyorsun. İBB, cironun yüzde 5’ini kesiyor. Kârın değil bak, cironun.

Bunu neyin karşılığında istiyor?

Hiç, sıfır. İstemem de zaten ama bir şey karşılığında istemiyor bunu. Sana diyor ki talancı ol, müze neyine… Araştırdım bunu 80’li yıllarda çıkan bir 12 Eylül yasası. “Müzelerden ve madenlerden cironun yüzde 5’i alınacak” diye bir yasa. Bir de bunlar 12 Eylül’e karşılar ama benden bu parayı 2013’ten sonra, Gezi sonrasında almaya başladılar. Yani şu konuştuğumuz bütün o bilinç var ya, dünyanın dört bir yanından korunmuş oyuncakları buraya topluyorsun, bir toplumun, insanlığın hafızasını canlı tutuyorsun bunun karşılığında bir de para ödüyorsun. Destek istemiyorum zaten, köstek olmasınlar yeter. Burada, etrafta inşaatlar devam ederken, rant devam ederken bunları yapanlar büyük vatandaşlar, biz cezalandırılıyoruz, değil mi?

“İstanbul’un en eski yapılarından biri olan Kız Kulesi’ne ‘inşaat alanı’ olarak bakılıyorsa bu ‘eyvah!’ demek için yeterlidir.”

Bunun önüne nasıl geçilebilir? Sizce tüm bu ranta direnilebilir mi?

Bu iş ilk olarak, 1992’de Kız Kulesi’nin özelleştirme kapsamında ihaleye açılmasıyla başladı. İhale metninde Kız Kulesi şöyle tanımlandı; “9.000 m² inşaat alanı”. İstanbul’un en eski yapılarından biri olan Kız Kulesi’ne “inşaat alanı” olarak bakılıyorsa bu “eyvah” demek için yeterlidir. Her yer yıkılıyor, parklar bile gidiyor demektir. 1992 yılında Kız Kulesi’ni işgal etmiştim ben. “Burası müze olacak, kültür merkezi olacak” demiştim. İlk sanat etkinliklerini başlatmıştık. İlk kent direnişiydi. Mimarlar Odası’yla, Yazarlar Sendikası’yla, rahmetli Oktay Ekinci’yle… Bak, Gezi çok sonra oldu ama her şey belliydi. Kız Kulesi’ne inşaat alanı dendi ya 1992’de, 2013’te de Gezi’ye AVM yapalım denmesine o yüzden hiç şaşırmadım. Tek örnek o da değil, Sultanahmet Cezaevi’nin müze olması için de dilekçeler verdik, başvurular yaptık. Tarihi Yarımada’nın müzeye ihtiyacı var. Bugünlerde de en büyük rant oluşturan Haydarpaşa Çayırlığı, Adile Sultan’ın evlendiği o çayırlığı benim önerim Botanik Park yapmaktı. Haydarpaşa, Anadolu’nun gardırobudur. İnsanlar nasıl geldiyse İstanbul’a ağaçlar da gelsin… Antep’ten, Maraş’tan, Urfa’dan, Kars’tan gelsin… İstanbul’da yaşansınlar…

Etiketler

5 yorum

  • ahmet-burcin-gurbuz says:

    31 Yaşında genç bir “patron” mimarım… Yaklaşık 6 yıldır bu süreç devam ediyor.
    Bence ilk önce bizler için bir rehabilitasyon merkezi ve eğitim birimi kurmak gerek 🙂 Sadece sorunu olanlar Çalışanlar değil çünkü…
    Belkide toplanıp bu sorunların üzerinden geçmek gerek…

  • atil-aggunduz says:

    Merhabalar,
    Yazılarınızı neden anonim olarak yazmayı tercih ediyorsunuz?

  • omer-yilmaz says:

    Atıl selam,
    Bir Mimar, İki Mimar ve Anonim Mimar olarak çıkan yazıların üçüne de aynı soruları sorduğunu gördüm.

    Ben de tartışmaya katkı olması için kendi görüşümü yazmak istedim: Bir Mimar’ın yazısı ile diğer iki yazıyı birbirine karıştırmamak lazım. Bir Mimar, bir dizi ve ses getirici bir seri oldu, sonrasında da videolarla serisine devam etti. Anomim olarak yazılması bile belli bir stratejinin karşılığı olabilir.

    Ancak özellikle son Anonim Mimar yazısı ile ortaya çıkan ve bir atımlık, zaten yorumlarda yayınlanabilecek bir yazının https://goo.gl/dIzcky'a görüş olarak girmesi bence çok garip. Bu görüşümü o yazının altında belirttim, editörlere de eposta ile ilettim.

    Ama konu gündeme gelmişken burada biraz daha ayrıntılı olarak yazmak istedim.

  • atil-aggunduz says:

    Selamlar,
    Açıkçası hepsi ile ilgili ayrı ayrı görüşlerim var benim de. Ancak içerikleri ve tavırlarını önemsemeden bakarsak, Bir Mimar da diğerleri gibi anonim. Bu strateji her ne ise her birinden ayrı ayrı duymak için sabırsızlanıyorum 🙂 Tabi eğer cevap verirlerse.

  • bir-mimar says:

    Atıl Bey merhaba,

    Açıkçası soruyu sormanıza sevindim. Diğer yazarların motivasyonlarını bilemiyorum ama benim çok net bir yanıtım var: Yazı serisinin amacı, bir süredir şahit olduğum eleştirileri, yakınmaları, şikayetleri, erişebildiğim objektif kaynaklar ile veri tabanlı hale getirip bir derleme yapmak istememdi. Ümidim bu eleştirileri yapanlar kadar eleştirilerin yöneldiği kişilere de erişebilmekti tabi ki. Fakat bunları yaparken, yazdıklarımın belirli bir kişi tarafından değil, herhangi “bir mimar” tarafından söylenebilir olmasını istedim. Benzer şekilde de Oda’nın yazdıklarımı üyesi olan mimarlardan herhangi biri yazıyormuş gibi okumasını istedim. Ben bir mimarım. Hangi mimar olduğumun önemi yok, herhangi bir mimar olabilirim.

    Bu bağlamda anonim kimliğimin temel hedefi birleştirici olmaktı. Yoksa gerçekte kim olduğumu, Oda da dahil olmak üzere, pek çok kişi zaten biliyor.

    Benim için bu kimliğin amacı mizahi bir dille eleştiri yazıları yayımlamak değil. Her ne kadar öyle başlamış olsa da, bu tavrın yapıcı bir zemin oluşturacak bir formata evrilmesi gerektiğine inanıyorum, diğer türlü herhangi bir samimiyeti olduğuna inanmıyorum. Bu nedenle çözüm önerileri olan genç mimarlarla konuşmaya başladık, serinin ismi Bir Mimar iken Birkaç Mimar oldu.

    Şu an ise Mimarlar Odası ile görüşmeye çalışıyorum, umuyorum kendileri de bu tartışmaya katılacaklar ve yazılarımda derlemeye çalıştığım eleştirilere, söyleşi yaptığımız mimarların önerilerine kendi perspektiflerini sunup “beraber ne yapabiliriz” sorusuna yanıt verecekler.

    Tüm bunların sonunda ne olur? Bilemiyorum. Fakat en azından bir mimar bir şeyleri değiştirebilmek için şansını denemiş olur.

Bir yanıt yazın