“Karmaşık Kitaplara Hapsolan Şehirciliğin İmajını Düzeltmemiz Gerekiyor”

Felix Madrazo Winy Maas ile, mimarın çalışma masasından Markthal projesinin çirkinliğine, kapsamlı ve kişisel bir söyleşi gerçekleştirdi.

Felix Madrazo: Basit bir soruyla başlayalım. Dünya’nın herhangi bir yerine gidebilme sansın var, nereye taşınırsın?

Winy Maas: Buna cevap vermek mümkün değil. Kendimi parçalara ayırmak zorunda kalırım. Dünyada birçok güzel yer var, belki bir hafta bir yerde öteki hafta başka bir yerde olmak isterdim.

Uçakta yaşayacağım diyorsun yani?

Evet, tüm bu farklı yerlere gidebilmek için… Neden böyle bir soru soruyorsun, aradığın nedir?

Ben şahsen dünyanın birçok şehrinde yaşadım ve şimdi de senin ülkende yaşıyorum, ancak arada sırada düşünüyorum “bir dakika bu adam [Winy] hiç taşınmıyor”.

Evet o şekilde hareket ettiğimi söyleyemem.

Belki Hollanda’da yaşamanın iyi bir şey olmasındandır?

Ülkelerin, dillerin ve peyzajların çeşitliliği açısından Avrupa’yı çok seviyorum. Oldukça iyi korunmuş ve zengin bir yer. Ancak Güney Amerika da çok güzel bir yer tabi. Ant dağlarına her gittiğimde, “hata yapmışım, ben neden burada yaşamıyorum ki” diye düşünüyorum.

Güzel, belki bir gün birlikte gideriz.

Daha önce defalarca tekrar ettiğini duydum, “ben bir zamanlar çocukken…” gibi cümleler kuruyorsun. Peki kendini hala çocuk olarak görüyor musun?

Umarım. Ancak bilgelik edinmek ve onu uygulamaktan hoşlanıyorum. Uyguluyorum da aslında… Her gün olmasa da, yılda 1-2 kere bir yerin/şirketin başkanına, neyi nasıl yapması gerektiğini anlatmam gerekiyor. Çocukken yapabileceğin bir şey değil bu. Hayatımda çocuklaşamadığım böyle anlar var.

Çocuksuluk, dürüstlük de getiriyor.

Katılıyorum,  bahsettiğin o çocuksu iyimserliği veya o merak uyandıran saflığı korumak da önemli. Ancak iki çeşit saflık var, aptalca olan ve sağlıklı olan. Sağlıklı olanı korumak iyi, çünkü seni açık bir insan yapıyor. Her seferinde yeni bir şey gördüğünde veya daha önce karşılaşmadığın bir düşünce ile karşılaştığında “bu tamamen farklı bir şey, hayatımda böyle bir şey görmemiştim” diyebilmek de bir çeşit çocuksuluk gerektiriyor.

Çevre Bürosu, UNESCO, Amsterdam Belediyesi için çalıştığın döneme dönersek. Bunları hiç özlemiyor musun? Sence de son birkaç on yıldır biraz fazla yatırımcıların ve geliştiricilerin kentler için ürettiği koşullara bağlı çalışmıyor muyuz?

Özlediğim bir şey varsa, Afrika dönemimden (tabiri caizse) en çok özlediğim şey oradaki maceracı ruh olabilir. Afrika’daki işlerimi bir macera olarak görüyorum. Her zaman, her işte, böylesine bir ruha sahip olabilmek zor. Bunu bazen özlüyorum, zamanla her şey çok normalleşiyor.

Modernizmin son derece önemli bir sosyal sorumluluk derdi vardı, bir şekilde bunun yok olduğunu düşünüyorum ancak hala kendimize modernist diyoruz.

Bu çok doğru. Ama bazen, küçük hareketlerle, tekrar ortaya çıkıyor. 10,000 kişilik bir kent için ürettiğimiz kentsel tasarım projesinde mültecilere de yer vermeye karar verdik. Böylelikle politik ve toplumsal amaçlar/sorumluluklar da bir anda gündemimize girdi. Aslında basitçe o kentsel bağlamda önümüzdeki 3 yılda nasıl bir uyum süreci yaşanabileceğine dair bir görüş bildiriyordum. 5 dakikada hızlı bir zaman çizelgesi hazırladım, 1-2 yıl içerisinde şehirdeki mültecilerin oranlarının nasıl artabileceğine dair. Bu çizelgeyi kendimiz için hazırladım ama bir kere hazır olduğunda artık bunun üstüne çalışman mümkün oluyor. Sonra bunu belediye başkanına veriyorsun, başkan onu hükümete götürüyor, hükümet Merkel’e götürüyor ve sonuç olarak Obama’nın eline geçiyor. Aslında işin sırrı bu. Ancak sana katılıyorum, genelde sadece görsel olarak tatmin etmesi beklenen mimarlık pratiğinin toplumsal sorumluluk yönü bazen eksik kalıyor.   

“Şehirciliğin sorunu, son 20 yıldır üretilen teorilerin tümünün karmaşık kitaplarda yer alıyor olması”

 

The Why Factory’de sürekli tartışıyoruz, ikonik mimarlık bu anlamda büyük bir potansiyele sahip ancak neden kentsel kitleler de seksi olamıyor? Şehircilik seksi olabilir mi?

Bence olabilir. Son zamanlarda, çok fazla olmasa da, şehircilikte dünyanın sözünü dinlediği güçlü insanlar var ve ağızlarından çıkan her laf kentselliğe dair bir dikteye dönüşebiliyor. Üniversite mezunu insanların yanı sıra, örneğin Arnavutluk’un bir devlet başkanı da şehirciydi ve öyle davranmayı seçti, ülkeye yön verirken kelimelerini bu alandan seçti. Ancak böyle insanlar çok az. Ne zaman böyle güçlü bir şehirci arasam 4 ve 5 isim geliyor aklıma. Bu gibi sesleri geniş kitlelere taşıyacak bir ortama da ihtiyacımız var ayrıca. Şehirciliğin sorunu, son 20 yıldır üretilen teorilerin tümünün karmaşık kitaplarda yer alıyor olması. Bunlar kalın, zor anlaşılır, mesaj kaygısı içermeyen, çözüm bulmaya çalışmayan, yarısı gözlem yarısı sorunsallaştırma içeren kitaplar. Sorunsallaştırma hiç seksi değil. Şehirciliğin imajını düzeltmemiz gerekiyor. Aynı zamanda görselliğe de ihtiyacımız var. Görsellik derin ve kaliteli olmalı.

Politikayı yönetmek veya politik riskler almaktan bahsedersek, örneğin senin Almere’de ürettiğin proje şehirciliğin yalnızca bir toplu konut yığını olduğu fikrine meydan okuyor.

Bu iyi bir soru, şehirciliğin politik amaçların içinde daha merkezi bir yere oturtulması… Bunu yapan ortamlar var, kentlere dair bienaller var, Berlage’de nesillerdir kentler üstüne fikir üreten öğrenciler var ancak sorduğun sorudan anladığım kadarıyla senin asıl özlediğin tüm bunların bir anlam içerebileceği bir platformda artık pek buluşamıyor olması.


Winy Maas’ın (eski) masası (fotoğraf: Felix Madrazo)

Ancak şehircilerin dünyasında bile bizler birer yabancıyız gibi hissediyorum. Her neyse çok zamanımız yok daha kısa cevaplar vereceğin direkt sorular sormaya çalışacağım. Şans eseri bir gün ofisine gelmiş ve çalışma masanın fotoğrafını çektim. Ofisin bir köşesinde, sensiz, hayatsız, duruyordu masa ve kitapların arasında ancak çalışabileceğin kadar küçük bir alana sahipti. Bavulun kenarda açık duruyordu. Bu fotoğrafı ve medyanın sen ve senin gibi ünlü mimarları nasıl resmettiğini düşündükçe arada ne kadar büyük bir fark olduğunu görüyorum. Basın sizin aslında olduğunuz karakterlere dair mistik bir hava mı oluşturuyor? Bu muamele hakkında ne düşünüyorsun, zorlayıcı mı, heyecan verici mi?

Bilmiyorum. Gerçekten umurumda değil. Şunu da belirteyim, artık bir masam da yok! Ofise girip yalnızca insanlarla, gruplarla konuşuyor olmayı daha çok seviyorum doğrusu. Gün içerisinde bir masada oturmaktansa tüm gün boyunca dolaşmak ve insanların arasına karışmak o kötü bir fikir değil.

Faydalı bir tarafı var. Star mimarlara dair daha fazla görsel dönüyor basında. Bazı medya kuruluşları bu dünyanın sunduğu “hayat tarzı” imajına odaklanmış durumda.

Bir bakıma buna ihtiyacın da var. Yatırımcılar bunu görmek istiyor, mimarın “ünlü” olduğunu…

Başka bir tarafından yaklaşalım. Eğer bu şöhret sayesinde normalde tanışacağından daha fazla insanla tanışıyorsan, daha fazla yere gidebiliyorsan ve bunun sayesinde daha fazla bilgi ve tecrübe edinebiliyorsan bu iyi bir şey. Mimarların çoğu aslında bunun peşinde. Ancak bunun peşinde olmayanlar da var, onlar yalnızca basın ilgisini daha fazla üzerine çekmeye uğraşıyor, ve böylelikle ürünlerinin değerini arttırmaya çalışıyorlar. Bu da normal ancak gerçek bir üretim ve samimiyet ile bu ilginin hakkını vermek gerekli. Bu nedenle, insanların bir yandan sizin hakkınızda neler düşündüğünü kontrol etmelisiniz.

“Super Dutch hareketi bir yandan genişlerken öte yandan onu doğuran ülke üzerindeki ilgi de azaldı”
 

Tekrar Hollanda’ya dönersek. Benim Hollanda’da yüksek lisans yaptığım yıllarda Super Dutch isimli bir kitap yayınlanmıştı. Belki bana öyle geliyor ama bu hissiyatın, bu özgüvenin giderek sönümlendiğini düşünüyorum. Sen bu tasarım akımının devam ettiğini düşünüyor musun?

İnsanların ortak bir ruh halinde buluştuğu bir an vardı. Politikacılarla, bürokratlarla, eylem gruplarıyla, kralla veya kraliçeyle bile birlikte çalışabiliyorduk. Herkes çok üretken bir biçimde daha iyi bir ülke veya şehir yaratmaya odaklanmıştı. Küreselleşmenin eşiğinde Hollanda kendi pozisyonunu yeniden kurmaya başlamıştı. Birçok insan bu hissiyatı paylaşıyordu. Öte yandan tabi, gayrimenkul sektörü canlanmaya başlamıştı ve tabiri caizse bu 2. küreselleşme dalgasında, Almanya, Fransa veya Amerika ile karşılaştırıldığında Hollanda daha ucuz bir ülkeydi ve bundan dolayı finans konusunda potansiyeli yüksekti. Bu sayede ülke büyük bir maddi sıçrama gerçekleştirdi. Aynen petrolün, günümüzdeki Norveç tasarım akımını finanse ediyor olması gibi… Bu momentumu kaybettik. Bu ruhun tamamen yok olduğunu düşünmüyorum ancak sinüs eğrisinde olduğu gibi salınımlar ile gelip giden bir süreç. Bugün hala birçok şey yapabiliyorsunuz ancak sanat ve kültüre dair yatırımların bir kısmını kaybetmiş olmamız dolayı insanlarda hayal kırıklığı var. Hala bu ruh ile iş yapabilirsin ancak bir zamanlar olduğu kadar kolektif olamıyor. Bununla birlikte, hemen hemen hepimizin o dönemden sonra Hollanda’nın dışına çıkıp başka ülkelerde işler yaptığını da unutma. Böylelikle Super Dutch hareketi bir yandan genişlerken öte yandan onu doğuran ülke üzerindeki ilgi de azaldı.

Dünkü konferansından sonra insanlarla konuşuyordum ve birisi bana “çok ilginç, Winy mimarlıktan iyice uzaklaşıp bilime yaklaşıyor” ve bir diğeri “hayır tam tersine, aslında bir sanatçıya dönüşüyor” dedi. Böyle hissediyor musun sen de? Hangi alana kendini daha yakın görüyorsun?

İki alanın da sana öğretebileceği çok şey var. Bilim, merak ve henüz bilinmeyenler üzerine düşünmeni sağlıyor ve bilimin son derece seksi ve çekici olduğunu söylemeliyim. Günümüzde inovasyon ürünleri arzu nesnelerine dönüştü. Toplumların bilime her zamankinden daha fazla ilgili olmasından dolayı çok memnunum. Sanatçılar ise bu ürünleri güzelliğe ve konseptlere dönüştürme yetisine sahip. Sanattan da bunları öğrenebilirsin. Eindhoven’daki Design Academy gibi kurumlar da teknolojik gelişmelerin sanata dönüşmesine dair bir kavrayış sunuyor. Kesinlikle ikisi arasında bir tercih yapamam. Beni zorluyorsun, ama sorunun cevabını biliyorsun, yalnızca birini seçemem!

İhtiyacın olan bu ikisinin karışımı sanırım?

Evet. Bir alanda bulduğunu -örneğin güzellik veya soyutlama- bir diğerinde bulamazsın. Ama iki alan da ciddi miktarda birbirini besliyor. Sanat dünyasının bilimin eşiğinde olduğunu düşünüyorum. Bu eşikte birçok sanatçı var ve onlar da en ilginç olanları zaten. Diğer yandan bilim adamlarının da neredeyse sanatsal bir amacı var, yaptıkları işleri soyut bir düzeye taşımaya çalışıyorlar.

Arkadaş olduğumuz ve dürüstlük benim için önemli olduğundan bunu sana daha önce de söylemiştim. Markthal benim için aynı zamanda hem güzel ve hem de çirkin bir yapı. Güzellikten bahsediyorsun ancak Markthal projesi benim için güzellik fikrini aşırı bir seviyeye taşıyor.

Bu tartışılması zor bir konu. Ne demek istediğini anlıyorum, Markthal cüretkâr bir bina. Tam o noktada, buna ihtiyacı vardı, yoksa var olamazdı. Bu ihtiyacın farkına varmak da cesaret istiyor. Yapının bu güçlü duruşu da bir çeşit provokasyon aslında. Her şeyi ben çözemem ve geleceğe dair bir çözüme ihtiyacım var. Şimdi artık kent ona karşılık vererek dönüşmek zorunda. En nihayetinde, etrafı küçük evlerle sarılsa daha bile iyi duracak. Markthal kışkırtıcı bir ima içeriyor.

Bence MVRDV’nin en pitoresk olmayan yapısı.

Ama unutma, delilik içeren bir güzelliği var aynı zamanda. İnsanlar daha rahat davranmaya ve taşınmaya başladılar ama güzel olup olmadığını tam olarak tanımlayamıyorlar. Bir anlamda, durulmayan, sakinleşmeyen bir yönü var. Belki de bu karışımdan bir şeyler öğrenebiliriz. Senin gözlemini daha da derinleştirmek ve yapıyı anlamlı kılmak açısından bunları söyleyebilirim.

Etiketler

1 Yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Hızla geçeyim:

    Kütükçüoğlu, 2014’te ilk kez Türkiye Pavyonu olan bienalde de genel olarak sergiye, işlere ve olguya ciddiyetle yaklaşması hatta genç mimarlarla bir etkinlik için toplanmasıyla ne kadar önemli bulduğunu gösterdi. Ayrıca başarıları belli bir kişidir.

    Uçar’ın ise hem kişilik, hem mimari tasarım hem de edebi kişiliği ancak ve ancak imrenerek ve takdirle karşılanacak kadar geniş ve özeldir.

    Tanyeli, ders aldığımız, referans çerçevemizi her türlü genişleten, yazılarını okuduğumuz, faydalandığımız ve tabii takdir etmekten öte çoğu konuda rol model olduğunu kabul ettiğimiz bir hocamız.

    Ömer Yılmaz, kısa olduğu kadar vurucu, hızlı okunan, zeka dolu ve direkt hedefe odaklanabilen, sadece son zamanlarda açtırdığı, jürisinde olduğu ve genelde hiçbir şekilde jürisinde olmadığı halde sayesinde açılan mimari yarışmaların olduğu aktivist biri. Söylemekte fayda var hayattaki en iyi arkadaşlarımdan biri. Oldukça sivri ve bildiği doğrudan o veya bu çıkar için kaçmayacak biri. O yüzden çoğu zaman doğru bildiği yolda en yakın arkadaşlarının bile damarına basar. Ama iyi ki basar. Damarıma basılmışlığım da vardır. İyi ki var bu camiada.

    Şimdi konu böyleyken neden kişileri size anlattım. Az çok tanıyanların çoğu bu kişileri çok farklı değil yaklaşık benim gibi biliyorsunuz zaten.

    Kişileri yaptıkları işlerle ve tabii duruşlarıyla beraber tartmak da gerekiyor o yüzden kişilere bakış açımı yazdım. Ancak “saçmalama olarak bile nitelendiremeyeceğim” tabiri HTML kodlarını bilenler bilir

    “blink…/blink”

    komutları arasında kalmış gibi.

    Pasparlıyor…

    Ben hususi olarak Bienali göremeden bir yorum yapmama taraftarıydım. Tersanelerin ihale sürecinde Radikal ve Zaman gazetelerinde çeşitli yazılarım yayınladı.

    Sonra Tersane çalışmasın sadece Teğet yapmıyor bunu da biliyoruz. Ancak Tanyeli’nin yazısının hemen akabinde Hülya Ertaş’ın soruları sosyal medayada önüme düştü. İlk soru çok keskin. Çok hem de.

    Örneğin Tabanlıoğlu önceki bienalde AKM’yi ön planda tuttu. “Ooooo binanın mimari babası o yüzden biz AKM’nin maketini yaptıramadık o nasıl ilişkilendirebilir” diye kimse demedi. Denemezdi de zaten. AKM’nin yenilenmesi siyaseten komik halde ne yazık. Tabanlıoğlu da yenileme çalışmalarında emek vermiştir zaten. AKM’yi onun ön plana almasına bence bir beis yoktur. Sergiyi de gezdim ve bence iyiydi de. Beğenmeyenler varsa onların düşüncesidir beni ilgilendirmez.

    Fakat şimdi oldukça gizli tutulan bir projelendirme sürecinde ve ihale edilme durumunda proje bile belli değilken, tersane çalışan bir grubun, yeniden tersaneler bağlamında iki kent ile ilgili bağıntıyı bu şekilde kurması, Tabanlıoğlu’nun babasının tasarımını öne sürmesinden farklı. Uğur Hocamız Tersane’nin bir bina olmadığını bir kent parçası olduğunu ve “yanlış yapıyorsa orada yapıyor olabilirler bu bineali ilgilendirmez” cümlesinin bazı açmazlarının olduğunu görecektir.

    Teğet diyelim ki çok tasvip edilmeyen bir bina yaptı İstanbul’da herhangibir yerde. Sonra Bineali çalışmaya başladı. O yaptığı işle, bu ilişkilendirilse Tanyeli haklı ama şimdi ikisi de tersane. İkisi aynı yer aynı tabanda. Tabii biz tersanede şimdi neler oluyor bilmiyoruz ve onun da bir rahatsız edicliği var. Jüri bundan rahatsız olmayabilir ama biz merak ediyor ve ilişkilendiriyoruz.

    Belki de şu andaki hali hakkkında ufacık dahi bir ipucu dahi var olmayacak Türk pavyonundaki segide. Diyecekler ki “Bak ikisini karıştırdınız ayrı şeyler, alakası yok”. Fakat bilmiyoruz ki, Ertaş’ın dediği gibi tersane halka açık bir durumda değil. Nasıl tasarlanıyor ne kadar yoğun olacak. Ancak ve ancak Ömer Yılmaz kaba hesap yaparak yatırımcı firmanın ne istediğini gözler önüne serdi.

    Ancak inşaat başladığında ya da dışarıdan render işi yapan firma (varsa) yaptığı işi belki de yanlışlıkla web sitesine koyduğunda göreceğiz. (AKM için bir yabancı firma çalışmıştı hatırlarsınız kimsenin haberi dahi yoktu.)

    Sözün özü şudur. Bir seçici kurul üyesi eleştirilerden rahatsız olabilir. Mimarlık camiası çok kıskanç olabilir. Teğet’in yaptıklarını kıskanıyor olabilir. (Teğet’e demediğini bırakmayanların çoğu, Haliç işi onlara gelseydi balıklama…) Teğet’in genel olarak tasarımların sosyal boyutlara da önem veren, yarışmalara giren, bir söylemi olan, edebi kişiliğe sahip imrenilecek kişilerden müteşekkil olması da önemli kıstastır. Ancak eleştiriler çok yersiz değildir bence. Bineali görmeden o yüzden yorum yapmıyor bekliyordum.

    Şimdi yine beklemedeyiz. Tanyeli’nin “saçmalama olarak bile nitelendiremeyeceğim” dediği ama belli ki önemsediği (ki açıklama yazdığı) eleştirilerin bırakınız saçmalama olmasını, basit ve anlamsız olmadığını düşünüyorum.

    Açıkçası ne Tanyeli’yi ne Teğet’tekileri, ne de eleştirenleri kırmaya niyetim yok. Mimarlık tarihçisi değilim, artık örselenmemiş yeri kalmayan kentim için sağı solu tekip eden bir öğretim görevlisiyim o kadar. kendi hür fikrim var. Tabii doğru ya da yanlış kendimce değerli eleştirisel görüşüm de olacak.

    Teğet her yönden zor bir işe girdi. İki işi de kendi tekliflerinin sunumunda birleştirdi aslında. Bu bileşkenin sadece düşünsel mi yoksa Haliç’i projelendirirken edindiği (bizim için şu anda hala gizemini koruyan) bilgileri ya da ayrıcalıkları kullandı mı bilmiyoruz.

    Uğur Hoca eleştirileri saçmadan da değersiz bulmasa ve cevap vermese Ömer bunu yazmaz, ben de altında bu kadar uzun yorum yapmazdım.

    Bineali beklerdik.

    Durum bu minvaldedir.

Bir yanıt yazın