“İnsanlarla Birlikte Mekanlar da Göç Ediyor”

17 Haziran-31 Temmuz tarihlerinde SALT Galata'da ziyaret edebileceğiniz Göçebe Mekanlar sergisinin araştırma sürecini, projenin yürütücüsü Stefanie Bürkle ile konuştuk.

Berlin Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör olan Stefanie Bürkle, göçün mekandaki izdüşümüne odaklanan sanat ve araştırma çalışmaları yapan bir sanatçı. SALT Galata’da gösterimde olan Göçebe Mekanlar sergisi Bürkle’nin yürütücülüğünde, Cologne University’de sosyoloji profesörü Erol Yıldız, sanat asistanları Veronika Bökelmann ve Janin Walter, bilim asistanı Fulya Erdem ile öğrenci asistanlar İlkin Akpınar ve Ayşe Dila Ünlü’den oluşan bir araştırma ekibi ile 2012-2015 yıllarında yapılan uzun erimli bir araştırmanın sonuç ürünlerinden biri. Görsel kültürel çalışmalar perspektifinden mekanı tanımlayan proje, sanatsal bir mekan anlayışı ile desteklenen sosyo-mekansal analizleri içeriyor. Bu bağlamda, Almanya’dan kesin dönüş yapan göçmenlerin, iki ülke ve yaşam arasında sıkışmış kültürel değerleri üzerinden Türkiye’de kurdukları mekanlar inceleniyor. Proje kapsamında Türkiye’nin farklı kentlerine dağılan, yaşları 20 ile 85 arasında değişen 37 göçmenle derinlemesine mülakatlar yapılmış ve 132 ev incelenmiş. Gelin bu ilginç projenin detaylarını Stefanie Bürkle’den dinleyelim.

Bahar Bayhan: Almanya’daki göçmen Türkler pek çok araştırmanın konusu olmuştu bu zamana kadar ama siz Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yapan göçmenleri araştırıyorsunuz. Biraz çalışmanızdan bahseder misiniz? Bu projeye nasıl karar verdiniz? Amacınız neydi?

Stefanie Bürkle: Her zaman göçün temeli olarak mekan, kentsel mekan ve göçün mekanda kendini nasıl gösterdiği konuları ilgimi çekmiştir. Yani sadece entegrasyon, göç problemlerinden konuşmak değil aslında kentlerde neler olup bittiğini öğrenmek önemli. Eğer mekanı odağa alırsanız insanların aslında gayet iyi entegre olduğunu ve pek çok açıdan pozitif gelişmeler kaydedildiğini, her şeyin kent yaşamına katkı koyduğunu fark edebiliyorsunuz. Mekan, entegrasyonun zaten gerçekleştiğini gösteriyor ve daha sonra bu mekanın bizi yeniden şekillendirdiğini görüyorsunuz. Yani hepimiz bu sürecin bir parçasıyız. Türkiye’ye geldiğimizde, bu insanları izlediğimizde, kendilerini içine doğdukları toplumda nasıl donattıklarını; evler inşa ettiklerini, işler kurduklarını görüyorsunuz. Evler bu donanımın görünen kısmı tabii, bu yüzden evleri incelemek istedik. Binaların çoğunun Almanya’dakilere benzediğini görüyorsunuz ve aynı zamanda Almanlar’a dair de mükemmel bir kavrayış geliştiriyorsunuz. Ama temel olarak bu binalar aslında insanların portresi. Evlerin betimlenmesi, tüm zenginliği göstermek ve sınırların nerede olduğunu, eleştirel bakış açılarını konuşmak için çok ilginç bir yöntemdi. 

Saha araştırmanızı merak ediyorum. Mesela kaç kişiyle röportaj yapıldı? Bu insanları nasıl buldunuz? Araştırma kapsamında kaç ev incelendi?

Esasen görsel bir araştırma olarak başladı. Görüşmeleri Almanya’dayken ayarlamamıştık. Daha sonra bir şekilde Facebook üzerinden birkaç kişiyle bağlantı kurmaya başladık. İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlere dönen göçmenlerle iletişime geçtik. Bir kişiyle görüşmek için gittiğimiz bir yerde bizi bir başkasına yönlendirdiler. Böyle bir ilişki ağı oluştu. Diğer yandan, ziyaret ettiğimiz yerlerde gözümüze çarpan evlerin göçmenler tarafından inşa edildiğini anlayıp soruşturarak ilerledik. Görsel olarak 1300’ün üzerinde obje taradık, 45 evin içine girdik ve toplamda 37 kişiyle röportaj yaptık.


Haritalama çalışmalarına Adana ilinden örnek

Onlar için kendi evlerini inşa etmenin anlamı ne? Mekanda nasıl özellikler gözlemlediniz?

Örneğin iç mekan çok ilginç, çünkü nesiller arasında fark var. Mesela sergide gösterilen röportajlardan birinde genç bir erkeğin İstanbul’un çok güzel bir mahallesinde yer alan evinin oldukça steril, dünyanın herhangi bir yerinde olabilecek modern bir iç mekanı olduğu görülüyor. Bence bu gençlerin uluslararası yaşam tarzını benimsediğini gösteriyor. Fakat yaşlı olanlar tüm mobilyalarını Almanya’dan getirmiş. Bazısı Almanya’dan tüm eşyalarını yeni alarak gelmiş. Bu aynı zamanda Türkiye’de her şeyin bulunamayacağı bir döneme denk geliyor, bu yüzden her şeyi Almanya’dan getirme düşüncesine girmişler. Fakat bu düşünce yeni nesil için artık geçerli değil, bugün eşyaları değil fikirleri taşıyorsun.

Röportajlarda nasıl bulgular edindiniz? Dönenlerin kültürel kimlikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Sosyolojide “kimlik inşası” diye bir tanımlama vardır. Her kimlik bir şekilde inşa edilmiştir. Bu görüşmelerde ilginç olan, birbirleri arasında paralellikler görülen bu insanlar, yaşadıkları her iki ülkedeki hayatları arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Hayatının büyük bölümünü Almanya’da geçirmişler ama Türk gibi hissetmişler, Türkiye’ye döndüklerinde yaşadıkları hayat ise bir Almanyalı gibi. Bir bakıma uluslararasılaşmada öncü rolü oynuyorlar. Zaten artık tek bir ülkede tek bir yaşam öyküsü yok; eğitim için yurtdışına gidebiliyorsunuz, araştırma için bizim gibi farklı ülkeleri ziyaret edebiliyorsunuz vs.

Sizce mimarlık aracılığıyla neyi taşıyorlar?

Kişisel mimariyi geliştiriyorlar çünkü bir mimara ihtiyaçları yok. Buna “Anonim mimarlık” demek oldukça saçma çünkü bu hayal edebileceğimiz en kişiselleşmiş mimarlık biçimi. Bunu kent planlamaya uyarlarsak enformel yerleşimleri, gecekonduları örnek gösterebiliriz. Bu bir çeşit burjuva temelli, gerçek, orta sınıf mimarisi. Hala mimara ihtiyaç duymuyorlar ve bence bu sebeple bu insanlar oldukça güçlü ve kesinlikle ne istediklerini, neyden hoşlandıklarını çok net biliyorlar. Çoğunun tasarım bilgisi olmamasına rağmen evlerini kendileri projelendiriyorlar.

Sergideki röportaj videolarından birinde evinin planını çizen bir ev sahibini görmüştüm mesela.

Evet… Tasarımcı olmayan insanlarla mekan üzerine konuşmak çok zor çünkü yaptıkları bilinçli değil. Ama insanların plan ve kesit, dışarısı ile içerisi üzerine bakış açıları geliştirdiklerini görüyorsunuz, organizasyonel zekaları olduğunu fark ediyorsunuz.

Yakaladığınız tipolojilerden bahsediyorsunuz. Biraz anlatır mısınız?

Bu evleri gördükten, pek çok resmi inceledikten sonra benzerlikler ve farklılıklar yakaladık. Tipolojiler projenin temeliydi, araştırma sürecinde gelişmedi. Mesela tiplerden biri; başlangıçta bir fikir var, evin neye benzeyeceğine dair bir imaj var, ilerleyen yıllarda bunu takiben inşaatı gerçekleştiriyorlar. Tabii daha fazla parası olan insanlar evlerini daha çabuk tamamlayabiliyor. erel evlerin daha çok, ilk yıl birinci katı, diğer yıl ikinci katı bitirilmek üzere kat kat tamamlandığı görülüyor. Buna katmanlı ev tipolojisi dedik. İdeal bir Alman evi imajına dayanarak kurgulanmış evleri “örnek ev” olarak adlandırdık. Bu, “Almancı” kimliğinin gösterildiği bir tipoloji olarak öne çıkıyor. Diğer bir tipoloji ise “çifte ev”. Buradan insanların Alman geleneğini getirdiğini görüyorsunuz, Alman evlerine benzetmeye çalışıyorlar. Diğer yandan yerel iklime oldukça adapte olmuş durumda. Bu evlerde şömine gibi merkezi bir ısıtma sistemi öne çıkıyor, konforlu bir çatı katı ile teras kullanımı görülüyor. Yani Türkiye’deki ile Almanya’daki konut geleneğini birleştiriyorlar.


Katmanlı ev


Örnek ev


Çifte ev

Araştırmanızda ortaya çıkan “Göçebe mekan/migrating space” kavramını nasıl tarif edersiniz?

Tüm göç konusu insanla ilişkili fakat bu sadece seyahat eden insan trafiği anlamına gelmiyor, insanlar yanında kültürel mekanlarını da getiriyor. Kültürel mekanlar fiziki mekanda kendini gösterebilir. Şunu anlamamız lazım, insan mekanları da seyahat ediyor. Bu bağlamda geri dönenlerin mekanları da geri dönen insanlar aracılığıyla somutlaşıyor. Kültürel mekan, fiziki mekanda kendini bu şekilde gösterebiliyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın