“Tüm Projelerimin Ortak Paydası Mekan Sürekliliği ve Keşif”

Emir Drahsan Architecture / Planning ofisinin kurucusu, Emir Drahşan 2016 yılında Arkitera Genç Mimar Ödülü'ne layık görüldü.

2005 yılında Alexandre Schrepfer ile birlikte LEAinvent ofisini kuran ve 2013 yılından itibaren kendi ofisinde çalışmalarına devam eden Emir Drahşan ile nerdeyse çocukluğuna dayanan mimarlık serüveni ve idealleri üzerine konuştuk.

İlk olarak mimarlık eğitiminin öncesine gitmek istiyorum. Liseden mezun olmadan önce Mahir Güven atölyesinde ve sonra Paris Louvre Müzesi, Plastik Sanatlar Atölyesi’nde, sanat eğitimi alıyorsun. Bu süreçte seni mimarlıkla buluşturan ne oldu?

Emir Drahşan: İlkokulda iki hayalim vardı: Ya uzay gemisi kaptanı ya da mimar olmak. Uzay Yolu’nu çok seyrederdim, aslında hala seyrediyorum… Ancak “ben büyüyene kadar teknoloji o kadar gelişemez, yıldızlararası seyahat mümkün olmaz ise mimar olurum” diye düşünüyordum. Çizim yapmayı hep sevdim. Lise ikinci ve son sınıfta Mahir Güven’in atölyesine gittim. Liseyi bitirdikten sonra da zaten Paris’te Ecole Spéciale d’Architecture’da mimarlık okumaya karar vermiştim. Oranın yetenek sınavına hazırlık amacıyla Louvre Müzesi, Plastik Sanatlar Atölyesi’nde ders aldım.


NEC

Tüm bu adımları mimar olma hayalin için atmıştın yani?

Evet, hatta lise sonda dershaneye gitmedim. Herkes test çözerken ben resim yapıyordum çünkü yıllar önce karar vermiştim mimar olmaya. Türkiye’de okumayı da düşünmüyordum; Işık Aydemir’in tavsiyesi ile ESA’ya başvurmaya karar verdim.

İlkokulda mimar olma fikri nasıl girdi aklına?

Annem iç mimar. Çocukluğumda annemin yanına oturup, onunla birlikte çizmeye çalışırdım. Hatta çizimlerini takip edip, “Neden bu bina şöyle olmuyor?” gibi öneriler getirmeye başlayınca ofisteki proje mimarının “O zaman mimar ol da görelim!” dediğini hatırlıyorum. Hala da geçerlidir bu meydan okuma…


Golden Key Bördübet Evleri

ESA’dan mezun olduktan sonra Alexandre Schrepfer ile birlikte kurduğun LEAinvent mimarlık ofisi ile önce Bördübet Evleri’ni, sonra da Kartalkaya Oteli projesini üretiyorsun. Bu yeni mezun bir mimar için nasıl bir deneyimdi?

Goldenkey Otelleri’nin Bodrum Gümüşlük’te 120 odalık başka bir otel projesi için konsept proje çizmiştik. Birkaç mimardan eskiz projeleri almış ancak en çok bizimkini beğenmişlerdi. Çünkü standart bir planlama modeliyle yapıldığında, oradaki imar kanunlarına göre, 120 odanın yalnızca yarısı deniz görebiliyordu. Biz projede yapay bir topoğrafya oluşturduk ve bütün ortak kullanım alanlarını bu topoğrafyanın içine gömdük. Yer yer iç avlular oluşturarak içeriye ışık ve hava girmesini sağladık, tüm bu avluları da birbirine bağladık. Yerin altında olmasına rağmen ışık ve hava kalitesi yüksek mekanlar oluşturduk. Odaları da bu topoğrafyanın üzerine yerleştirdik ve böylece 120 odanın tümünün deniz görmesi mümkün oldu.

Akabinde, biraz da bizi denemek için, üç bungalov işi verdiler. Bunları tasarladık ve yerinde imal ettik. İlk inşa ettiğimiz proje, üç adet ahşap bungalovdan oluşan Bördübet Evleri oldu böylece.

Bunun üzerine, Goldenkey Kartalkaya projesi için birkaç mimardan proje teklifi aldılar ve geliştirdiğimiz konsept ile işi almayı başardık. Arazide Orman Bakanlığı’ndan kalma eski bir bina vardı. Bodrumu açılmış, tavan yüksekliği 240 santim… Müteahhidin teki işvereni, mevcut yapıyı kullanırsa yatırımı daha ucuza mal edeceğine inandırmış, o yüzden işverenin ilk tercihi bu yöndeydi. Teklif verdiğimiz proje de aslında, işverenin isteği doğrultusunda, mevcut binanın restorasyonunu ve bir ek bina tasarımını içeriyordu. Yerinde gördükten sonra “bu binanın yıkılması lazım” dedik. Konuyu detaylıca anlatıp riskleri net bir şekilde ifade ettik. Bir yandan da yapının yıkılarak, yeniden prefabrik bir biçimde, uygun bir bütçe ile yapılması üzerine alternatif bir çalışma yapmaya başlamıştık. Sonunda müşteriyi ikna ettik ve yapım tekniği, iç mekanlar ve cephe rengiyle iddialı bugünkü otel yapısı ortaya çıktı.

Sonuç olarak tüm yapıyı fabrikada üretildi, yerine getirildi ve iki buçuk ayda yapının montajını tamamlandı. Dekorasyonu yaklaşık üç-dört ay sürdü. 5.000 metrekarelik yapı yedi ayda tamamlanmış oldu. İnşasının hızlı olmasının yansıra prekastın daha birçok avantajı var. 300 yıl dayanımlı, fiberli bir beton kullanıldı. 12 x 12 açıklıklar geçtik ki, bu yapıdaki kolon/kiriş ebatları, geleneksel, yerinde-döküm betonarme binalardaki 7 x 7 aks aralıklarında kullanılan ebatlar ile aynı. Kaba yapı diye tarif ettiğimiz betonarme kısımlar çok temiz çıktığı için de olduğu gibi bıraktık. Böylece bir daha sıva boya vesaire yapmaya gerek kalmadı.

Projeyi aldığımızda çok gençtik. Tasarımını yaptığımızda 28 yaşındaydım. 30 yaşından önce bina yapma fırsatını bulan az mimardan biri oldum bu sayede. Ancak çok zorlu bir süreçti. Türkiye’de şantiye deneyimim olmasına rağmen çok acı çektik, çok şey öğrendik.


Kartalkaya Goldenkey Otel

Ama prefabrik uygulamalara dair deneyimin yoktu?

Evet, yoktu. Zaten Türkiye’de iyi endüstriyel bina yapan birkaç mimar vardır. Benim için eğlenceli olan bu endüstriyel ve ekonomik yapım tekniklerini bulup, geliştirip beklenmeyen sonuçlar elde etmek. Tüm mimarlık kariyerim boyunca, fabrikada üretilip, yerinde hızlıca monte edilen, en az ayak izi bırakan, inşaat hatasını minimuma indiren tekniklere ilgi duydum. Bir yapı ancak strüktürü ile birlikte tasarlanırsa, az önce bahsettiğim felsefesi ve tekniği bir araya gelerek, kendi içinde tutarlı bir sonuca ulaşabiliyor. Genç mimarlar fark yaratmak istiyorsa, hem olayın felsefesine hakim olmalı (turizm yapısı üretiyorsa turizmin ne olduğunu, nereden gelip nerelere gidebileceği ile ilgilenmeli) hem de hızlı, ekonomik ve güzel detaylara sahip yapım tekniklerini deneyimlemeli. Olay sadece estetik değil bence…

Bir turizm binasında en dikkat edilmesi gereken özelliklerden biri “geliştirilebilirlik”. Turizm çok hızlı değişiyor. On sene önce yaptığınız bir otel bugün artık anlamını yitirmiş olabiliyor. 30 sene önce Antalya’da yapılan otellere bakın… Bugün turizm ile ilgili çok daha farklı şeyler yapmak zorundasınız. Müşteri profili, beklentiler ve en nihayetinde dünyanın ta kendisi 30 yıl öncesine göre bambaşka günümüzde. 30 sene sonra ne olacağını da bilmiyoruz. Bu anlamda geleneksel betonarme yapıların ömrünün 60 yıl oluşu çok sorunlu. İyi bir taşıyıcı sistem oluşturup, 300 yıl dayanımlı bir betonarme kullanılarak, serbest plan, serbest cephe bir yapı üretirseniz, içerideki odalar, cephe, geniş açıklıklı taşıyıcı sistem dışındaki her şey değişebilir; yıkılıp yeniden yapılmak yerine 300 yıl boyunca farklı amaç ve sahiplere hizmet edebilir.

Özellikle kamu ve okul yapılarında ALA-SAWA sisteminin kullanılmasının gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de ilk defa bir otel yapısında, Goldenkey Kartalkaya’da kullanıldı. Bu tekniği kullanarak birkaç konut yapısı da tasarlamıştık ancak olmadı. Klasik müteahhitler bu tip sistemlerden uzak duruyor çünkü asıl parayı kaba yapıdaki marjlardan elde ediyor. Evi yapıp direkt sattığı için içerideki insanların güvenliği, yapının sürdürülebilirliği gibi konular da çok umurunda değil. Düşün, bir ev satın alıyorsun, 60 yıl ömrü olan bir bina satın almak var, 300 yıl ömrü olan bir bina satın almak var… İlkini torunları bile göremeyecek, ikincisinde torunlarının torunları bile oturabilir. İyi bir satış cümlesi olurdu bundan.

Ben bunu satış stratejisi olarak birkaç müteahhide anlatmıştım ama vizyonları kadar algılıyorlar. Kısa erimde kar edemeyecekler tabii… Şöyle söyleyeyim, bu sistemin kaba yapı metrekaresi 350 TL civarında. Tüm taşıyıcı sistemi, kirişi, döşemesi her şeyiyle bu fiyata bitiyor yapı. Dip rakamda da ayrıca sıva boya gerektirmediği için oldukça karlı oluyor.

Prefabrik üretimlere olan ilginin ESA ile bir ilişkisi var mı?

ESA’nın şöyle bir avantajı vardı: 1960 ve 1970’lerde çok aktif bir biçimde bu sistemlerin gelişimine katkıda bulunmuş mimar ve mühendisler hocalarım oldu. Prekast sistemlerin avantajlarını, sonuçlarını, Avrupa’da gelişeme süreçlerini ve nerede hata yaptıklarını çok iyi anlattılar. Şimdiye kadar geliştirdikleri teknikleri, onların yaptıkları hataları tekrarlamadan uygulamak üzerine düşünmeye ve çalışmaya başladım.

2011’den beri üniversitelerde atölye yürütücülüğü yapıyorsun. Bu uğraşın ve mimarlık pratiğin arasında nasıl bir alışveriş var? Akademide aktif olmak mimarlığını nasıl dönüştürüyor?

ESA’da harika hocalarım oldu. Eğitimin ne kadar önemli olduğunu orada gördüm. Hatta bazıları ileri yaşlarına rağmen enerjik, motivasyonları yüksek insanlardı. Bize müthiş bir hayat tecrübesi aktardılar. Ama onların bizi besledikleri kadar biz de onları besliyoruz aslında. Okula öğretmek için değil, karşılıklı etkileşim ve muhabbet için gidiyorum; proje biraz bahane… Bu çok heyecan ve umut verici bir şey. Motivasyonu yüksek çok çocuk var. Fransa’da daha fazla vardı tabii… Bunun nedeni gayet basit. Hem isteyerek geliyorlar hem de yetenek sınavından geçerek geliyorlar. Yeteneklerinin de ötesinde, liseden itibaren, dünyaya katmak istediklerine dair üretimleri ve motivasyonları ile gelmeleri yeterli oluyor. ESA da safi yeteneğe değil aynı zamanda bu motivasyona bakarak öğrenci seçiyor zaten.

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de yetenek sınavı ile öğrenci alan mimarlık fakültesi kalmadı. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Bu korkunç bir felaket. Daha aptalca bir şey olamaz. Düşünün ki, gençlerin en verimli çağları saçma sapan testler çözmekle geçiyor. Şöyle kendimden bir örnek verebilirim: Yurtdışına gitmeye karar verdiğim andan itibaren, tüm enerjimi bu testler yerine Mahir Güven’den resim dersleri almaya, doğayı, insan anatomisini, mekanı incelemeye; sanat ve mimarlık tarihi öğrenmeye ve İstanbul sokaklarında gezinip eskiz yapmaya adadım. Kendinizi o an için gerçekten yapmak istediğiniz şeye adadığınızda hayatınızı iyi bir şeyler yaparak geçirdiğinize inanıyorsunuz, bu hem size hem de dünya için güzel bir şey.

“Star mimarlık şu an dünyayı batırmakta olan ileri-kapitalist çevrenin ürettiği bir sistem”

Ancak bu dolaylı bir etki. Yetenek sınavı ile elenerek öğrenci alınmasının mimarlık eğitimine ve en nihayetinde mimarlığa doğrudan bir etkisi olduğunu düşünüyor musun?

Tabii ki, her şeyi değiştiriyor! Yıllarca ESA’da verdikten sonra şu an Bilgi Üniversitesi’nde ders veriyorum. 12 öğrencim var. Yetenek sınavı ile alınmış olsalardı bir kısmı başka fakülteleri seçmiş olacaktı, yerlerine mimarlığa gerçekten meraklı başka birileri girmiş olacaktı. Paris’te durum buydu. Normalde elime kalem alıp bu kadar projenin üzerinde değişiklik yapmam. Türkiye’de bu kuralın dışına çıkmak durumunda kalıyorum. Okuldan mezun olana kadar iş bu şekilde devam ediyor. Ayıra orada 5 yıllık olan eğitim burada 4 sene. 1 sene bile sonuçları ciddi şekilde etkiliyor. Mezun olduktan sonra da istemeden icra edilen bir mesleğin yan etkileri tüm ülkedeki çirkin çevreden okuyabilirsiniz.

Sınıfta nasıl bir pedagojik yaklaşımın var?

Motivasyonları veya yetenekleri ne olursa olsun, her iki okulda da, bir masa başında toplanıyoruz; sabahtan akşama, hep beraber tartışıyoruz, konuşuyoruz… Her zaman şunu anlatıyorum: “Siz sanatçı değilsiniz; bu iş tek başına yapılan bir meslek değil; eşzamanlı olarak çok farklı parametreleri düşünüp birçok soruya cevap verebiliyor olmanız lazım; mühendisinden müşterisine, sahadaki ustadan işletmecisine, birlikte üretim yapmalısınız ki gerçekten yaşayabilen, sürdürülebilir mekanlar ortaya koyabilesiniz”. Bunun başlangıç yeri bu sınıf. Bir köşede “ben projemi yaptım” diyerek olmuyor; konuşarak, tartışarak, ortak bir biçimde projeleri ilerletmek gerekiyor. Böylelikle sunum yapmasını da, ortak üretim sürecini de öğreniyorlar.

Star mimarlık artık öldü, ölecek… Hala star mimarları okullarda örnek göstermek doğru değil. Star mimarlık ve star mimarların öğretileri, şu an dünyayı batırmakta olan ileri-kapitalist çevrenin ürettiği bir sistem. Her şeyi bir marka ve ürün olarak pazarlayan sistemin star mimarlara ihtiyacı var ancak ben geleceğin bu olduğuna inanmıyorum ve öğrencilerimi alternatif üretim modelleri üzerine çalışmaları konusunda teşvik ediyorum.

“Genç Mimar” kavramı senin için ne ifade ediyor? Bu elle tutulur, tanımlanabilir, üzerinde fikir yürütmeye ve hatta ödüllendirilmeye değer bir eşik mi sence?

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de genç mimarların desteklenmesi ve ‘iteklenmesi’ iyi bir motivasyon oluşturuyor. İşleri örnek gösterilebilecek, ilgi çekici genç mimarlara görünebilirlik sağlıyor. Ödüller en çok müşterilerin hoşuna gidiyor. Sağa sola “ödüllü mimarla çalışıyoruz” diyebilmeyi değerli görüyorlar. Genç mimarlar bunu iyi kullanabilirlerse normalden daha fazla kendi reklamlarını yapma şansına erişebiliyor. Bu anlamda olumlu bir ödül.

Fransa’da da genç mimar ödülü var. 35 yaş altı mimarlara iki senede bir verilir. Ancak tek mimara değil, yaklaşık 10 mimara verilir. Burada amaç bir mimarı tanıtmak değil, iki senede bir, Fransa’nın genç mimarlarının yaptığı üretimleri ortak bir platformda tüm ülkede tartışmaya açmak. Hatta her sene, 10 mimar ve 5 peyzaj mimarına beraber verilir bu ödül. Yalnızca yapı yapanlar değil, mimarlık teorisi üzerine çalışan mimarlar da başvurabiliyor bu ödüle. Türkiye ile karşılaştırıldığında Fransa’da olayın yelpazesi çok daha geniş. Bununla beraber entelektüel seviyede daha dinamik ve kalabalık bir mimarlık ortamından da bahsedebiliriz.

Bence “Arkitera Genç Mimar” ödülünün kesinlikle devlet tarafından da desteklenmesi gerekiyor. Örneğin, Fransa’da Kültür Bakanlığı’nın verdiği bu ödülü kazanan mimarlar aynı zamanda, yılda iki veya üç defa, kendi seçtiği yarışmalara katılma hakkı da kazanıyor. Bu yarışma sisteminde, aşağı yukarı 100 kişi portfolyo gönderir, bunlardan 5-6 tanesi seçilir ve seçilenlere bir miktar para ödenerek yarışma projeleri çizdirilir. Genç mimar ödülüne layık görülmüş mimarlar, eğer başvururlarsa önseçim aşamasını atlamış sayılıyor. Kamunun açtığı yarışmaların davetli olup, gençlerin de katılımının sağlanabiliyor olması çok güzel bir şey. O nedenle ödül yelpazesi geniş tutuluyor ki 2-3 kişinin işi değil, bir jenerasyonun işi tanıtılsın ve desteklensin. Bu yarışma sistemini Ömer Yılmaz’la da tartışmıştık; “Yarışmayla Yap” bence birçok yerde olduğu gibi kamunun yine eksik kaldığı önemli bir boşluğu dolduruyor. Bu süreçler çok meşakkatli ve mümkün olduğunca şeffaf olması önemli.


Argos in Erciyes Davetli Mimari Proje Yarışması


TC Berlin Büyükelçiliği Kançılarya Binası Uluslararası Mimari Proje Yarışması

Yarışma projelerine katılıyor musun?

2013 yılında Yarışmayla Yap’ın desteği ile açılan Argos in Erciyes Davetli Mimari Proje Yarışması‘na katıldım. Acık yarışmalara da girdim, Burçak Pekin’le (MATU Mimarlık) girdiğimiz bu yarışmalardan Yaya Üstgeçitleri Fikir Projesi Yarışması‘nda 1. Ödül ve TC Berlin Büyükelçiliği Kançılarya Binası Uluslararası Mimari Proje Yarışması’nda Eşdeğer Ödül aldık. Ancak son zamanlarda acık yarışmalardan uzak duruyoruz açıkçası…

“Kadınların, mimarlığın geleceğini ve yapılış biçimini dönüştüreceğini düşünüyorum”

Kendini belli bir jenerasyonun parçası olarak görüyor musun? Senin jenerasyonunu mimari yaklaşım açısından bir araya getiren ortak bir düşünce veya ortam var mı?

Fransa ve Türkiye’deki üniversitelerde eğitim vermiş olmam sebebiyle farklı sosyo-kültürel çevrelerden gelmiş, farklı yaşlardaki insanlar ile etkileşim içinde oluyorum. Eğitimci olmanın en güzel yanlarından biri de bu. Sürekli kendini sorgulamanı sağlıyor. Fransa’daki ve Türkiye’deki gençlik arasında bazı net farklılıklar olmakla beraber, ilginç bir biçimde birçok konuda da ortaklaşan bir kültür mevcut. Bugünkü sosyal medya ve teknoloji bağlamında oluşmuş ortak davranış biçimleri ve yaklaşımlar var.

Farklı oldukları noktalar, o ülkenin rahatlığı ve politik çalkantıları ile alakalı. Fransa’da gençler biraz daha apolitik. Ancak bununla beraber çevre, ekoloji, dünyanın geleceği ile ilgili hayal kırıklıkları ve beklentileri var. Ülkenin politik ve sosyal ortamının rahatlığından dolayı bu henüz politik bir düzlemde daha aktif bir ortak dile dönüşemedi. İki ülke arasında kadın-erkek ilişkileri ve eşitliği çok farklı. Türkiye’de özellikle kadınlar için şartlar biraz daha çetin. Benim okuduğum dönemde bizim sınıfın %15-20’si kadın iken, şu an %50’sinden fazlası kadın. Bugün, aynı yüzdeler Bilgi Üniversitesi Mimarlık Bölümü için de geçerli. Şimdiki nesillere baktığımda, mimarlığın geleceğinin kadınlara emanet olduğunu görüyorum. Mimarlığın ‘kadın eline’ çok ihtiyacı var. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz. Çok istatistiki bir bilgi gibi durmakla beraber, mimarlığın geleceğini ve yapılış biçimini dönüştüreceğini düşünüyorum.

Türkiye’deki yapı endüstrisinin ve mimarlık piyasasının, bu yüzdelere paralel biçimde dengelenip, kadınlara yer açabileceğine inanıyor musun?

Çok maço bir meslek… İktisadi, siyasi ve sektörel olarak erkeklerin çok baskın olduğu bir sistem var. Sonuçlarını görüyoruz; bu sistem zaten sürdürülebilir olamaz! Erkek günlük yaşayan bir canlı. Kısa erimli program yapabiliyor. Oysa ki kadınların biyolojik olarak, erkeklere göre çok daha uzun erimli plan yapma becerisi var. Bunun meslek için çok faydalı olacağını düşünüyorum.

Kuşaklar konusuna geri dönersek, ben teknik olarak X kuşağıyım ancak kendimi Y kuşağına daha yakın hissediyorum. Bunun nedeni de X kuşağı, bazı işlerin kendiliğinden çözülebileceğine inanan bir kuşak tarafından yetiştirildi. O nedenle hala umutları olan bir kuşaktı. 1970’lerde, 80’lerde dünya açılmaya başlamıştı, küreselleşmeye pozitif bakılıyordu. Günümüzde ise, gezegenin bir felakete gittiği düşüncesi yaygın. Daha doğrusu, bu kafa ile devam edersek kendimizi yok edeceğimiz gerçeğinin farkına vardık. Genç kuşakların bu konuda daha bilinçli olduğunu düşünüyorum. X ve ondan önceki kuşak daha biat eden; patrona, vatana, millete veya geleneğe daha bağlı. Y kuşağı sanki biraz daha soyut değerlere, kendi düşüncesine, duruşuna bağlı ancak aynı zamanda bir araya gelerek bir şeyler yapabileceğine de inanıyor. Tabii maalesef su an itibariyle Türkiye bunu destekleyen bir noktaya doğru da ilerlemiyor…


Narköy

Senin mimarlığına geri dönmek istiyorum. İnşa edilmiş yapılarına baktığımızda, belki biraz rastlantı eseri, konaklama yapıları üzerine yoğunlaşan bir üretimin var. Ancak rastlantısal olamayacak bir biçimde tüm bu projelerinde hem yapının hem de kullanıcının çevre/doğa ile kuracağı ilişkiyi dönüştürme çabası var. Bu çaba senin için ne ifade ediyor?

Mimarlık okurken, mimarın gerçekten ne işe yaradığını çok sorguladım. Paris’te Odile Decq gibi birinden eğitim alma şansına, Paul Virilio ve Claude Parent ile tanışma fırsatına sahip oldum. Bu hayatımın en önemli dönüm noktalarından biridir. Özellikle mimarlıkta, bizi heyecanlandıran insanlar ile tanışmak, daha iyi anlamak, onlarla vakit geçirmek gerektiğini düşünüyorum.

Paul Virilio, mimariyi ve mimarlığın etkisinin, mimarların sandığından çok daha ileride olduğunu savunuyor. Çünkü, Churchill’in de söylediği gibi, “biz binaları şekillendiririz, binalar da bizi”. Arada böyle bir ilişki var. Mimar ürettikleri ile dünyada bazı değişimlere sebebiyet verme gücüne sahip. Maddeden mekan oluşturma kapasitesi ve bilgisine sahip. Bu, iyi yapılırsa, iyi mekanlar ortaya çıkıyor ve insanların psikolojisini de olumlu etkiliyor. Türkiye’deki üniversitelerde okutulmaz ama mekan psikolojisi çok önemli bir konu mesela. Bir odaya girerken, kapının açıldığı yönün bile psikolojinize etkisi var. Bir kent insanı mutlu veya perişan edebilir; hasta edebilir ya da iyileştirebilir… Mimarın mekan ile ne yapmak istediğini çok iyi bilmesi gerek çünkü, insanların bir şeylerin farkına varması ve değişmesini sağlayabilecek güzel bir araç. Mimarlık benim için böyle bir araç.

Otel projelerinin öne çıkması ilk bakışta bir tesadüf gibi gözükmekle beraber, turizm mimarisine her zaman daha fazla ilgili olduğumu söyleyebilirim. Çünkü otel projeleri kullanıcılara başlı başına bir deneyim sunabiliyor. Aksine, bir konut projesinin çok daha belirgin kuralları var; oynayabileceğiniz fazla bir alan yok. Bugün turizm, insanların plaj, havuz, güneşlenme beklentilerini karşılamanın çok ötesine geçmiş durumda. Turizm, artık biliyoruz ki, yolculuk eden insanların yeni bir deneyim yaşama aracı. Bu aracın yapıları ve mekanları, insanların yeni deneyimler yaşamasına olanak sağlıyor.

Mekan tasarlarken dikkat ettiğim bazı ölçütler var: Akıcı olması, klostrofobik olmaması, tek bir kottan oluşmaması, farklı kotların akışkan bir biçimde birbirine bağlanması, farklı ambiyanslar, ışık ve form ile ayrılması. Goldenkey Kartalkaya’yı ele alırsak, 5.000 metrekarelik bir yapı. İçine giriyorsunuz -dışarısı eksi 25 derece olabiliyor- ve içeride yaşıyorsunuz. O yapının sizi sıkmaması lazım. Her yeni mekanın, farklı bir deneyim ve keşif hissini sağlamasını istedik. Belki de yaptığım bütün projelerin ortak paydası, mekan süreklilikleri, keşif ve zaman boyutunun ele alınması.

İstanbul sokakları aslında bu açıdan beni çok etkilemiştir. Bir sokak bir sokağa uymaz. Köşeyi dönersin, ülke değiştirmiş gibi olursun. Paris’te öyle değil, 3 kilometre yürürsün hiçbir şey değişmez, çok homojendir.  İstanbul’daki bu heterojen yapı fikrini, Kartalkaya’da, kendi yorumumla daha kompakt bir hale getirip, mekanın içine sokup, farklı mekanlar yaratmaya çalıştım. Yapıları bir kent gibi düşünüyorum ve turizm yapılarında bunu kurmak daha mümkün oldu.

Son projemiz Narköy’de biraz daha farklı bir durum var. Orası gerçekten farklı yapılardan oluşan, sokağı, meydanı olan bir köy gibi. Farklı kotlar, odalar arası ortak alanlar, manzara, dolaşım alanları ve peyzajı ile bütüncül bir deneyim oluşturuyor; tekil bir yapı yok. Buradaki amaç da kompakt bir hale getirip, insanlara kırsaldaki deneyimi yaşatmak. İç mimar Beste Kuşçu’da çok güzel bir is çıkardı.

Projelerimdeki bir diğer ortak payda ise az önce bahsettiğim mekansal süreklilik ve keşfin öncülü olan devinim. Paul Virilio, insanın durağan olmayan, sürekli hareket eden bir canlı olduğuna dikkat çekiyor. Siz hareket ettiğiniz anda, zaman üzerinden mekanı da harekete geçiriyorsunuz. Hareket eden bir canlı, mekanı hep aynı tekil bir noktadan algılamaz, sürekli aynı mekanda bulunmaz. Bu anlamda, zamanı ve mekanı var eden, onu deneyimleyen kişinin devinimidir. Paul Virilio, insanın doğasındaki bu devinimi sürekli olarak gerçekleştirmesi gerektiğini savunur. Mimarın, durağan mekanlar yerine, insanın doğasındaki bu sürekli devinimi tetikleyen mekanlar tasarlamasını öğütler. Dinlenme aktivitesi bile bu devinimin parçasıdır. Bu devinimi yatay ve düşey mekanlardaki bükmeler veya eğriltmeler ile de yapabilirsiniz veya doğrudan mekan algısı ile de tetikleyebilirsiniz.


Ekoköy

Narköy’e de çok yakın olan ancak inşaatı henüz tamamlanmamış, son yaptığın proje de bir Eko-Köy projesi. Narköy deneyiminden öğrendiklerin bu projenin tasarımının bir parçası olabildi mi?

Narköy çok iyi bir okul oldu. Narköy’den öğrendiğimiz olumlu sonuçları yeni projeye adapte etmeye çalışıyoruz, deneyimlerimizden aldığımız derslerle de alternatif çözüm önerileri geliştiriyoruz. Yaşayan, sürekli evirilen bir proje oluyor…Toprak, hava ve su ile ilgili çok şey öğrendim. Bu neredeyse yepyeni bir dil öğrenmek gibi.

“Finans üzerinden dönen ekonomik bir sistemin tetikçileri olarak çevreyi mahvediyoruz”

Batı Karadeniz kırsalında çalışmayı da öğrenmiş oldun bir yandan.

Şu an evet, Batı Karadeniz’de deneyimliyoruz ancak genel olarak kırsalda bu tarz yaşam/konaklama alanlarının üretimine dair bir rehbere bile dönüşebilecek gibi duruyor. Narköy’de de yaptığımız gibi burada da her süreci kaydediyor ve arşivliyoruz.

Bu coğrafyadaki çalışmalarım sonunda, aslında okulda bize okutulmayan, toprak, hava, su gibi doğanın güçlerini keşfetme fırsatını buldum. “Burada bir dünya var, daha yakından keşfetmeli, daha iyi anlamalıyım” dedim. Bir yandan kırsalla bu kadar yakın ilişki kurmam ile birlikte, Kandıra bölgesi ile aramızda bir bağ da oluştu. Bu doğrultuda bir süredir Eko-Köy projesi üzerine çalışıyorum.

Burada çalışırken, şehirlere mahkum olmadığımızı da fark ettim. Narköy’ü yaparken birçok yeni teknolojiler kullandık. O teknolojiler sayesinde hem enerji ve su üretim/tüketimi, etkin atık yönetimi konusunda bağımsız olunabileceğini, hem de burada kalıp, daha kaliteli bir yaşama sahip olup, dünyanın geri kalanı ile rahatça iletişim içerisinde olunabileceğini fark ettim.

Paul Virilio, iki tür modern göçer insan tanımlıyor. Birincisi; sabit evi olmayan, dünyanın her yerine seyahat eden, fiziksel olarak erişimi olan insan. İkincisi ise; her zaman evde olan ancak teknoloji sayesinde, yine dünyanın her yerinde olabilen insan. İlkini yaptım, dünyanın birçok yerine gittim, Lübnan, Cezayir, Almanya ve Çin’de projeler yaptım. Şimdi ise diğer göçebe hayatı deneyimleme heyecanıyla ve kırsalda keşfettiğim ve bize öğretilmeyen, daha ruhani olan doğa ile iletişimimi geliştirerek mimarlığımı da geliştirmeyi planlıyorum.

Günümüzde mimarların içine girip sıkıştığı nokta gerçekten içler acısı çünkü gayrimenkul geliştiricilerinin ve faiz lobisinin silahşoru gibi çalışıyoruz. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmektense, finans üzerinden dönen ekonomik bir sistemin tetikçileri olarak çevreyi mahvediyoruz. Günümüzde, özellikle büyük ofisi olan mimarların genel umutsuzluğu da bundan kaynaklanıyor. Sistem onları doğalarına, eğitimlerine aykırı hareket etmek zorunda bırakıyor. Ofisi çevirebilmek, maaşları, kirayı, vergileri ödeyebilmek için abuk sabuk işler alıyorlar ve akabinde bu işlere kılıf uyduruyorlar. Birtakım yalanlar ile bizleri ikna etmeye çalışıyorlar ama kendileri de inanmıyorlar bu yalanlara.

Mimar bu sisteme alternatif olarak ne yapabilir? Bu haliyle hiçbir şey yapamaz! Önce hareket alanını genişletmesi lazım. Mimarın, bir yandan ekonomik istikrara sahip kendine alternatif bir yol çizerken öte yandan etrafındaki insanlara da örnek olabilmesi gerekiyor. Ben de tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum. Projelerden kazandığım bütün parayı bir arsaya yatırdım. Narköy’e 2 kilometre uzakta, ormanın içinde, 20 dönümlük bir arsa aldım. Arsada, her anlamda kendi kendine yeten bir yaşam alanı kurmayı hayal ettim. Çevremde bana inanan, bu hayalin peşine düşebilecek insanlar ile paylaştım. Yaklaşık 10 kişilik bir ekip olduk ve projeyi beraber finanse ederek orada bir çiftlik projesi oluşturduk. Bu projede ben bir mimar olarak, arsa sahibi, geliştirici, tasarımcı, ana yüklenici, işletmeci ve en nihayetinde de kullanıcıyım.

Yakın zamanda yapım aşamasına geçmeyi umuyoruz. Bir yandan proje sürerken diğer yandan su, enerji kullanımı, tarımsal üretim, hayvancılık ve ‘food forest’ (besleme ormanı) konsepti üzerine çalışıyoruz. Permakültür sistemlerini kullandığımız, ilk başta bizi ve ailelerimizi besleyecek, 2-3 yıldan sonra da çiftliğin masraflarını karşılayacak bir üretim yapmayı planlıyoruz. Sonrasını hep birlikte göreceğiz…

http://www.arkiv.com.tr/proje/bordibet/3693
Etiketler

Bir yanıt yazın