Arşiv Rüyası: “Yeni Bir Mekânsal Öneri, Bir Bilimkurgu Deneyimi”

SALT'ın elindeki 1,700,000'i aşkın belgenin yeni bir kütüphane önermesi kapsamında, daha önce var olmayan yeni bir forma büründüğü sergi, Refik Anadol'un konuk sanatçı olduğu Google Artists and Machine Intelligence programı kapsamında üretildi.

Arşiv Rüyası sergisi, SALT’ın 2016’dan beri gerçekleştirdiği, “SALT Galata kullanıcılarını, bir kültür mekânı olarak SALT Galata’nın ne olduğu ya da olabileceği üzerine özgün tepkiler vermeye ve nitelikli yorumlar yapmaya teşvik eden” Sanat Kullanımları sergi serisinin bir parçası. Google’ın yakın zamanda açık kaynak olarak bizlerin de kullanımına açtığı machine learning (özdevimli öğrenme) algoritmalarının kullanıldığı sergide, yapay zekanın SALT’ın elindeki belgeler ile gördüğü “rüya”yı ve o belgelerin oluşturduğu evrendeki tezahürlerini deneyimleyebiliyoruz. Refik Anadol’un da “bilim-kurgu bir önerme” olarak tanımladığı sergi 21’inci yüzyılın kütüphanesini, bilgi tüketimini ve üretimini sorgulamaya davet ediyor. 

Özüm İtez: Google’ın, makine zekâsı çağında sanatın ve sanatçının rolünü sorgulayan, deneyler yapmayı amaçlayan programına katılman ve SALT’ın hatırı sayılır boyutlardaki dijital arşivini sana bir tuval olarak teslim etmesi süreçlerinden biraz bahseder misin?

Refik Anadol: Proje iki taraflı olarak başladı. Bir tarafta SALT’ın “21’inci yüzyılda kütüphane, arşiv ne demek?” gibi derin sorularla sanatçıları baş başa bıraktığı sergi serisi vardı. Vasıf Kortun ve November Hanım ile buluştuğumuzda zaten “SALT’ın veri tabanı ile bir sergi yapılabilir mi?” gibi sorular ortada geziyordu. Soruyu duyduğum andan itibaren, bu kadar büyük bir veriyi basit bir biçimde ele almanın 21’inci yüzyıl kütüphanesi için mümkün olamayacağını hayal ediyordum ancak tam olarak da yolumu kestirememiştim. Tam o dönemlerde, Google’ın Sanatçılar ve Makine Zekâsı ekibi San Francisco’da, benim de konuşmacı olarak katılma fırsatı bulduğum bir sempozyum yaptı.

Son 2-3 yıldır veri ile ilişkili işler yapıyordum ve onlar da bu ilişkinin kuvvetle muhtemel bir projeye dönebileceğinin sinyallerini veriyorlardı ancak doğrudan bir destek de gelmemişti henüz. Ben de Google’a gidip açık açık “Elimizde böyle soru işaretleri ile dolu bir proje var, makine zekasının güncel sanattaki kullanımını çok merak ediyorum ve bu projenin anlamlı olduğunu düşünüyorum” dedim. Böylelikle projeye destek olmak üzere beni 6 aylık bir konuk sanatçı programına dahil ettiler. Hikâye böyle başladı.

Seni, diğer konuk sanatçılardan ayıran en önemli özelliklerden biri de SALT’ın arşivini kullanmış olman. Biraz arşivle kurduğun ilişkiden bahsedelim. SALT’ın arşivinin özellikleri, içeriği, derinliği senin bu projeye olan yaklaşımını nasıl değiştirdi?

SALT’ın arşivi, 9 yıllık bir çalışmaya dayanan ve muazzam zaman ayrılmış bir arşiv. Harika bir meta-veriye sahip olan arşivdeki her bir belge için 47 kolonluk bilgi girilmiş. Bu çok kapsamlı bir bilgi havuzu. O belgeyi kimin bulduğuna, kimin taradığına, hangi koleksiyonda olduğuna, içindeki hikayesine kadar girilmiş; bir bellek yaratılmış. Fakat bu bellek daha önce araştırılabilir bir halde değildi. Yani, tabii ki bilgi orada, kavramsal olarak erişilebilir halde ancak ancak maalesef herhangi bir belgenin bir başka belge ile olan ilişkisini gösterebilen bir araştırma butonu olmadığından bilgi araştırmaya açık değil. Bu anlamda da SALT’ın bir beklentisi vardı, arama deneyiminin nasıl dönüştürülebileceğini de araştırmak istiyorlardı.

2 terabaytlık, 2 adet beyaz sabit-sürücü İstanbul’dan Los Angeles’a geldi ve proje, 600 MB boyutunda, 7 milyona yakın satır ve milyonlarca kelime içeren Excel dosyasının açılması ile başladı.

Ayrıca yine SALT’ın sunduğu veritabanı sayesinde Arşiv Rüyası, diğer derin rüya projelerinden alışkın olduğumuz köpek suratı halüsinasyonlarından çok farklı bir görsellik sunuyor. Projeye başlarken, görsel veya içerik olarak tam olarak nereye varmak istediğini biliyor muydun?

Bu noktada en faydalı aktör Google çalışanlarıydı. 300’e yakın yapay zekâ uzmanı olan bu grup bir anda bizim projemize çok heyecanlandılar. Milyarlarca veriye erişimi olan bu insanların, veriye doymuş olmasını beklersiniz ancak gruba sanatçıları davet ettikleri zaman sorulan soruların tüm bu çalışmaları bambaşka yerlere taşıyabildiğini ve kendilerinin düşünme, sorgulama yeteneklerini de arttırdığını fark etmişler. Ben de onlardan biri oldum anladığım kadarıyla.

21. yüzyılın ortalarında bir kütüphaneye giriyoruz ve onun ne olduğunu hayal etmeye çalışıyoruz. Bu nedenle “Babil Kütüphanesi’ndeki gibi, Borges’in hikayesindeki kütüphanedeki gibi, dünyanın tüm kitaplarının olduğu bir kütüphane olabilir mi?”, “Fizikselliğin olmadığı, kaybolduğu ve arama motorlarının olmadığı bir gerçeklikte acaba ben veriye nasıl ulaşabilirim?” gibi sorulara cevap veren bir mekân yaratmayı öngörmüştüm ancak elimdeki verinin nasıl bir mekâna dönüşeceğini bilmiyordum. Yalnızca, kullanılan algoritmanın üç aşağı beş yukarı küresel bir veri gezegeni yaratabileceğini biliyordum. Hatta bu yüzden, birbirinden bağımsız 14 algoritma arasından tam olarak bunu seçtim. İçinde var olabildiğiniz, gezebildiğiniz ve algılayabildiğiniz 3 boyutlu bir düzlem yaratıyor ki bu da mimari ve medya sanatlarının kesişiminde bir alan yaratıyor.

Sergi mekanındaki sonsuzluk hissinin, Babil Kitaplığı’na veya Borges’in kütüphanesine bir gönderme olduğundan bahsediyorsun ancak bu senin ilk “sonsuz oda” denemen değil. Sonsuz odaların sanatındaki yerini merak ediyorum. Bu odalar sürekli evrilen bir temanın parçası mı yoksa işlevsel bir çözüm mü?

Daha önceki sonsuzluk odası projesinde, insanların ön yargılardan kurtulduğu anların daha farklı sorular sordurtabildiğini fark ettim. Belki 5 dakika bile, zeminin ve tavanın yok olduğu; ön yargılarından arındığın bir dünyada bulunmak çok ilginç sorular sordurtabilir diye hayal ediyordum. Ama özellikle burada bu projenin mekansallığını, Babil Kütüphanesi, Lucas Samaras’ın veya nice ayna kullanan sanatçıların etkisi haricinde asıl “bir evrene gideceksek, burası veriye dair bir evren ise, algoritmik olarak bu evrenin dairesel bir yapısı var ise, nasıl bir mekân yaratılmalı?” soruları belirledi. En nihayetinde, bir tablet kullanarak, 1,7 milyon belgeye sahip, yapay zekanın önerdiği bu kütüphanenin Google Maps’te gezer gibi gezilebilmesini hayal ediyordum zaten. Bu nedenle, kütüphanenin köşeleri olmasını hiç istemedim ve köşelerden kurtulmayı hayal ettim. Ayrıca görüş açımızın sınırlarından da kurtulmak istiyordum.

Buranın, ‘geleceğin araştırma odası’ olduğunu varsayarsak, birden fazla insanın aynı anda araştırma yapması için de çok uygun aslında rotunda biçiminde olması.

Evet, rotundanın en büyük avantajı, biri bir belgeye bakarken, diğerlerinin onun baktığı belgeye karşılık gelebilecek ilişkileri de görebiliyor olması. Bakmak ve görmek arasındaki sorunlu ilişki veya ikilem de bu projenin mekansallığının sorgulamak istediği olgulardan biriydi. 

Sergide bu arşivin ve rüyanın bir sesi de var. Arşiv Rüyası projesinin ses tasarımından biraz bahsetmek ister misin?

Ses tasarımını dokuz yıldır beraber çalıştığım Kerim Karoğlu ile birlikte yaptık. Almanya’da Folkwang University of Arts’taki Institute for Computer Music and Electronic Media bölümünden mezun. Bu arada teslim aldığımız arşivde tamamen görsel belgeler var, sese dair herhangi bir belge içermiyor. O da çalışmalarında veri ile ilişki kurmaya çalışan bir sanatçı ama hiç bu kadar zorlandığını görmemiştim. Bu projede kuantum bilgisayar kullanıldı. Önce onun sesini kaydetmeyi düşündük ancak çok hızlı çalışan bir bilgisayar ve onun anlık seslerini kaydedip süresini genişletsek bile çok ayrıntılı, etkileyici veya şiirsel bir ses elde edemedik. Ancak, bilgisayarın bu veri yığınlarını 800 boyuttan 3 boyuta indirgemesi sırasında, kimi zaman birkaç saniye kimi zaman 3-5 dakika süren, çok durmalı kalkmalı karar verme anları olduğunu fark ettik. Örneğin, İtalyan Konsolosundan gelen mektupların sağ alttaki mührü her seferinde belki o kadar bambaşka ki, o mühürleri bakıp anlamaya çalışırken bilgisayar bir şeyler yapıyor. “Bu yaptığı şey sese dönüşebilir mi?” diye düşünmeye başladık. Kerim Karoğlu bu fikirleri bir veri havuzundan geçirip sese dönüştürdü. Hala işin içinde çokça insan müdahalesi var; yalnızca makinenin ürettiği sesleri duymuyoruz ama kuvvetle muhtemel “verinin ürettiği sesler” olarak tasarladık. Makine kesinlikle bizi bu kadar duygulandıran bir ses dünyası yaratmıyor.

Senin yıllardır üzerinde çalıştığın kamusal alanda dijital sanat ve ‘generative design’ alanlarında sunduğu/sunacağı fırsatlar açısından oldukça heyecan verici bir teknoloji. Gelecekte bu alanların dinamiklerinin nasıl dönüşeceğini öngörüyorsun?

Muazzam ilham veren bir süreç çünkü göremediğiniz bir yer/şey var. Makine, gelecekten bir hikâyenin doğmasını beklediğiniz bir an yaratıyor. Eğer soru sormayı seven meraklı bir insansanız, makine zekâsı size ilaç gibi geliyor. Ancak ne sorduğunuz çok önemli. Henüz kendi kendine sorgulayan bir yapısı yok, siz ona ne sorarsanız, onun cevabını veriyor.

Kendini, sanatçıdan çok küratör gibi hissettiğin anlar oldu mu?

Yüzde yüz, çünkü bir karar veren yoksa makine/süreç hiçbir yere ilerlemiyor. Bu sergi için kullandığımız algoritmanın içinde “belgeleri okurken dikkat oranın şu kadar olsun, bu kadar odaklan veya fazla odaklanma” diyebildiğiniz bir değişken var. Makine, 1’den 100’e değişebilen bu perplexity/bulanıklık derecesinin kaç olması gerektiğini yorumlayamıyor. Çok fazla insan müdahalesine ihtiyaç var; bir kara kutu gibi bilmediğimiz çok yeri var bu teknolojinin ama en nihayetinde nereye gideceğini sizin söylediğiniz bir mekanizmadan bahsediyoruz.

Elbette, direksiyonu tamamen bıraktığımız bir örnek de var projede. Saniyede 30 kare kaydedebildiğimiz, 5 dakika 10 saniyelik bir çıktı almayı başardık makineden. Bu çıktı bir nevi alternatif gerçeklikler/belgeler üretiyor. Almanca, İtalyanca, Osmanlı’ca belgeleri imzalarına, mühürlerine kadar, Sedad Hakkı Eldem çizimlerinin benzerlerini üretecek bir hale geldi. Gerçekten tamamen sahte/alternatif belgelerden oluşan bir kütüphaneye girseydik, gerçek ile yapay zekâ üretimi olanı birbirinden nasıl ayıracaktık? Biz mi anlayacaktık yoksa yine makine mi söyleyecekti neyin gerçek neyin kendi üretim olduğunu? Doğrusu insana bunları sorgulatıyor…

Bu en nihayetinde yeni bir mekânsal öneri, bir bilimkurgu deneyimi… Ancak özellikle içinde gerçeklik barındırmamasını istediğim bir deneyimde bile insanların araştırma yapabildiğini fark ettim. Sergiyi ziyaret eden bir grup insanın gelip uygulamanın araştırma modunu kullandığını gördüm. Son beş senede, SALT Araştırma’da en çok aranan kelimeleri yapay zekaya verdik; kontak baskıyı üretirken, belgeler arasında A’dan Z’ye bir sıralama değil de ilişkilere göre sıraladığında ne olacağını merak ediyorduk. İnsanlar arasındaki konuşmaları, mektupları, iletişimleri bir arada oldukları yerlere bağlı olarak dizebiliyor olması, araştıran, bakan göz için çok değerli bir şeye dönüşmeye başladı. Halbuki bu tamamen sanat projesi olarak ortaya çıktı, hiçbir işlevsel kaygımız yoktu, bir arama motoru bile yok.

Bu belge bulutunun içinde gezinmek sana bir arama sonucu vermiyor olabilir ancak aramayı akıl etmediğin birçok ilişkiyi ortaya çıkarabilen bir ortam sunuyor.

Evet, dahası, haziran ayında tamamlamayı planladığımız bu projenin ikinci ayağında aynı veri dünyasını kullanan bir zahiri gerçeklik (VR) projesi geliştirdik. O bulut, belgeyi tutup, çekip yanınızda götürebildiğiniz zahiri bir odada artık. Bembeyaz ve sonsuz bir odada, belgeyi masanın üstüne koyup çalışabiliyor, inceleyebiliyorsunuz. Buradaki deneyim de tamamen kavramsal, gerçek bir kütüphane önermiyoruz ama çok yakın tarihlerde benzerlerini de görebileceğimiz kadar da gerçekçi bir kütüphane.

Konuk sanatçılık pozisyonun sona erdi mi, Google ile ortak projeler üretmeye devam edecek misin?

Biri bitti ama yenisi başlıyor. Bu sefer Birleşmiş Milletlerin elinde, insanlığın son 70 yılına dair fotoğraflardan oluşan arşiv üzerine çalışmaya başlıyoruz. Burada oldukça nesnel, insanlığa dair bir bellek var ama tabii ki Birleşmiş Milletlerdeki meta veri SALT’taki kadar sağlam değil. İlk fotoğrafların hikayeleri kaybolmuş ancak fotoğrafçıların aktardığı kadar var. Ancak olabildiğince nesnel bir bellek var. Bu olay oldu, o bomba düştü ve o fotoğraf çekildi… Ama biz neden o bombanın düştüğünü değil, bu yaşanmış bitmiş andan sonrasını nasıl görebileceğimizi araştırıyoruz. Dünyanın en acı anlarının belgelendiği fotoğrafları kullanarak nasıl pozitif bir rüya gördüreceğimiz üzerine çalışıyoruz.

*Salt Galata’da yer alan Arşiv Rüyası yerleştirmesi 11 Haziran’a kadar gezilebilir.

Etiketler

Bir yanıt yazın