“Nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz, burası gizemli ve opak bir dünya”

Seyirciyi, karşı kültür referanslı mimari senaryolar ile bu dünyadan o dünyaya çeken ABD'li ikili Jonah Freeman & Justin Lowe'la, İstanbul Bienali kapsamında inşa ettikleri "Scenario in the Shade/ Gölgede Senaryo" işlerini konuştuk.

Fotoğraflar: Burcu Bilgiç

Jonah Freeman & Justin Lowe ikilisinin “Scenario in the Shade/ Gölgede Senaryo” isimli işi, İstanbul Bienali’nin Galata Rum Okulu ayağında, var olan mekanı tanınmaz hale getiren karakteriyle en yabancı, internet ve pop kültür göndermeleriyle ise en tanıdık işlerinden. Birleşik Devletler menşeli ikili, sergilerinde kullandıkları malzemenin ve mecranın bolluğu ve çok katmanlılığıyla, seyirciyi gerçekte bulunduğundan farklı bir senaryonun içine çekiveriyorlar. Öyle ki işlerin fotoğraflarına bakınca “Burası kesinlikle Rum Okulu olamaz.” demek olası. Kariyerlerinin başından beri senaryolar üreten ve yazdıkları senaryoların mimari mekanlarını kurarak ilerleyen ikilinin bienal için hazırladıklar yerleştirme, son dört yıldır üzerinde çalıştıkları San San isimli kurgusal şehrin gençlerinin ürettiği alt-kültüre odaklanıyor. Çeşitli sanatsal mecraların üst üste binmesiyle oluşan bu yoğun kolajı inşa ederken (biraz yorgun gözüküyorlarsa ondandır), Galata Rum Okulu’nda, Jonah ve Justin’le konuştuk:

Farklı medyaları bir arada kullanarak büyük ölçekli enstalasyonlar yapıyorsunuz. Bazı kalıplar içinde düşünecek olursak, işlerinizi heykel ve mimarlıkla ilişkilendirmek mümkün. Kullandığınız medyayı nasıl tarif ediyorsunuz?

Jonah: İşlerimiz heykelle ve mimarlıkla kesinlikle ilişkili. Genellikle “mimari senaryolar” kelimesini kullanıyoruz. Film setleri, hem teknik açıdan hem de yapmaya çalıştığımız şey açısından; ayrıntılara inmekten, dönem odalarına, hikayenin karakterlerini oluşturmaya kadar yararlandığımız önemli bir referans noktası. Biçim ve işlev, hacim ve mekân gibi daha başka şeylerle meşgul olan katı bir mimarlık pratiğinin veya nesne odaklı olabilen heykelin aksine, sinematik forma benzer olduğunu düşündüğüm hikaye tarafıyla iç içeyiz.

Bana göre işlerinizi çekici kılan şeylerden biri de ölçek. Ölçek kelimesini enstalasyonlardaki iki durum için kullanıyorum: ilki işin fiziksel büyüklüğü, geniş bir alanı labirent gibi kaplıyor olması; diğeri ise kurduğunuz hikâyenin zaman diliminin genişliği, neredeyse tarih yazımına varan hali. Bu büyük ölçeklerden ve yarattıkları kompleks durumdan nasıl yararlanıyorsunuz?

Justin: Her durumda bize verilen mekânın belirli özellikleriyle meşgul oluyoruz ve neredeyse her zaman verilen mekânı yok ediyoruz; galerinin veya sergi mekanının daha önce nasıl gözüktüğünü bilemiyorsunuz, eski haline dair hiçbir iz bırakmıyoruz, bölüyoruz, fazladan seviyeler ekliyoruz vs. Mekânın içinde hareket etme şeklinin ise, cismen var olmayan bir kamera gibi olmasını istiyoruz, ki seyirci sinematik bir deneyim yaşayabilsin. Bu yüzden, mekanlardan geçiş sürelerine ve bir mekândan başka bir mekâna geçerken olan ölçek değişiminin algıyı nasıl etkilediğine bakıyoruz. İşin odalarında ve diğer mekanlarında, daha önce olan olayların izlerini taşıyan, mekânı daha önce kullananların kim olduğuna dair fikir verecek ayrıntılar veriyoruz. Fakat işin içinde tiyatro veya performans yok; onun yerine, sanki terk edilmiş bir binada dolaşıyormuşsunuz gibi, sürekli bir boşluk hissi var.

Jonah: Evet, bu insansızlık durumu önemli. Ölçek sorusuna dönecek olursak, odaların yığılması, bir şekilde hikayeye ve odalar arası jump-cut* geçişlerdeki uyumsuzluğa vurgu yapacak mini odaların olması açısından yararlı. Burası gibi, bizim için göreceli olarak küçük mekanlardan, 600 m2’yi bulan, 40 oda yapabildiğin çok büyük alanlara kadar değişen ölçeklerde çalışıyoruz. İş her zaman mimariye bir cevap oluyor.

Justin: Bu aslında daha önceki işlerimizden parçaları birleştirdiğimiz bir iş, bazı ekler ve yeniden düzenlenen kısımlar var, fakat odaların karakterleri aynı.

Jonah: Bazı yeni eklentiler var. Yeni parçalardan, eski parçalar ve yaptığımız filmlerden oluşan bir albüm…

Arka plandaki hikâye devam ediyor o halde.

Jonah: Geçtiğimiz dört yıldır üzerinde çalıştığımız hikaye San San, fütürist Herman Kahn’ın 1967 yılında çıkardığı “2000 yılı” isimli kitaba dayanıyor. Kahn’ın öngörüsü, 2000 yılına gelindiğinde, San Diego, San Francisco ve California’nın 5023 km boyunca devam eden tek ve dev bir şehir olmasıydı. Bu öngörü gerçekleşmedi, fakat biz gerçekleşmiş gibi hareket ediyoruz. Bu bir dizi iç mekan, bitimsiz bir kentsel çevrenin bir şekilde dile gelmiş hali ve biz sürekli bunun üzerine inşa ediyoruz. Filmler bu hikayeye temas ediyor, grupların ve odaların çeşitli temsilleri bu hikayeye temas ediyor; böylece hikaye, üstünde çalışacağımız şemsiye bir yapı haline geliyor. İşin temel omurgasının son dört senedir bu olduğunu söyleyebilirim.

İşlerinizin üzerine kurulu olduğu hikaye, gerçek ve gerçek olmayan (kurgusal) arasında bir yerde dolanıyor. “Uydurma tarih” diye nitelendirebilecek bu aralık neden ilginizi çekiyor?

Justin: Paranoya bir mecra olabilir. Gerçekten olup olmadığdan şüphe etmek zorunda kaldığın bir hikaye ile çalışıyor olabilirsin. Bu çeşit bir tansiyon, belirsizlik ve katmanlılık; üzerinde zaman harcamaya ve kullanmaya değer. Bir çeşit klişe ama: Gerçek, kurgudan daha garip… Dünyada halihazırda çok fazla şey var, üzerinde sadece hafif bükülmeler yapabilirsiniz.

Jonah: Bükülmüş ve saptırılmış olma fikri önemli. Bir dereceye kadar yabancı gözüken bir çevrenin içinde hareket ediyorsunuz. Dil ve stil biraz yabancı fakat hala pop kültüre dahil, tanıdık bir tonu, rengi ve grafiği var. Size anlamlı gelen bir dinamiği var, fakat ne ifade ettiğini tam olarak bilmiyorsunuz. Nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz, burası gizemli ve opak bir dünya. Yarattığımız bu bütün çevreler tamamen kurgusal, daha önce var olmamışlar, fakat bir şekilde mimarinin parçası olmayı öneriyorlar. İçeri giren biri burayı binanın bir parçası veya başka bir yapı sanabilir. Bu şekilde gerçek olanla gerçek olmayanı karıştırıyorlar. Bu bir çeşit bilişsel tutarsızlık.

İşlerinizde uyuşturucu kültürüne ve karşı kültüre referanslar var. Mesela önceki işlerinizdeki protogonistiniz Dr. Arthur Cook, kendi tasarladığı bir uyuşturucuyla, seçkin müşterilere hizmet veren bir bilim adamıydı. Siz de mimari senaryolarınızda, belirsizlik ve algılarda tutarsızlık üzerine yoğunlaşıyorsunuz. Zaman zaman eski protogonistinizle benzer bir pozisyonda olabilir misiniz?

Jonah: Uyuşturucu deneyimine benzer bir deneyim yaşatmaya dair bilinçli bir amaç olduğunu söyleyemem.

Justin: Bence yüksek, zihninizi aktive eden bir deneyim.

Jonah: Evet. Duyularınızı, içinde olduğunuz çevrenin dokularına, yerlere, tavana, eğer duvara bir poster asılmışsa o postere daha çok farkında hale getiren bir deneyim. Çünkü çoğunlukla hepimiz şehrin ve mimarlığın görsel gürültüsünün çoğunu bloke ediyoruz. Bu tür bir kaçamak, sizi herhangi bir yerdeki gerçekliğinizden çıkarıp başka bir şeyin içine çekiyor, ki bu da uyuşturucu kültürüyle benzer olabilir.

Daha teknik bir soruyla devam etmek istiyorum. Mimari senaryoları kurmaya nereden başlıyorsunuz? Yazı mı, çizim mi, model mi, yoksa hepsi aynı anda mı?

Jonah: Bunların hepsini kullanıyoruz. Senaryo formunda, sahne ve karakter betimlemesi formunda yazılmaya devam eden bir hayli metin var. Bu metinler, bir çeşit malzeme yığını olmaya doğru birikme eğilimindeler. Belli bir mekanda çalışmaya başladığımız zaman ise hemen çizim ve model yapmaya başlıyoruz; fiziksel model değil 3 boyutlu görselleştirme yapıyoruz. Pek çok kaynak malzeme var. Ne yaptığımıza bağlı olarak dışarı çıkıyoruz; mesela Çin mahallesindeki bir eczaneye gidip çektiğimiz fotoğraflar model için referans olabiliyor. Yani işin inşa etmeden önceki büyük bir kısmı strateji oluşturma, düşünme, kaynakları ve mobilyaları bulma, ilaç şişelerini yapmayı kapsıyor.

Justin: Nesneleri satın almak, bir miktar photoshop ve basılı malzeme ile metnin yerini almak, ve bu görüntüyle oynamak bir çeşit yakınlık sağlıyor bence. Bir yanda da tonlarca Google görseli araştırması devam ediyor.

Galata Rum Okulu’nda yaptığınız işe dönersek, San San arka planı üzerinden devam eden hikaye nedir burada?

Jonah: Buradaki iş, daha önce New York’ta yaptığımız bir senaryonun parçası ve güncellenmiş hali. Buradaki hikaye San San gençlerinin alt-kültürüne yoğunlaşıyor. Yerleştirmedeki her odanın, bu genç alt-kültürün takılma mekanı veya yerleşim yeri olduğu farz ediliyor. Girdiğiniz ilk oda “Shade”, bir sonraki “Bamboo Union”, havlu ve oyun konsolunun olduğu oda “Go Go Kudo”, arkadaki satış alanıysa “Disco Creeps”; bunlar dört farklı çete. Bu farklı çetelerin arka plan hikayelerini anlatan bir filmimiz var. Film, odaların ne olduğuna dair, anlatısal bir bakış açısı sunuyor. Odalardan birçoğu filmde set olarak kullanıldı; bu yüzden filmde, izlediğinizde işin belli bazı dekorlarını ve duvarlarını görüyorsunuz; böylece malzemenin çok boyutlu deneyimine sahip oluyorsunuz.

Bir çeşit tanıdıklık hissi veren pop ögeler olduğunu konuştuk, aynı şekilde google imajlarının getirdiği estetiğe de bir şekilde hepimiz aşinayız. Bu veriler üzerinden işin bu bienal ve bu coğrafyada okunabilir olduğunu düşünüyor musunuz?

Justin: Bilmiyoruz, merak ediyoruz ve keşfetmeye hazırız. Bazen Birleşik Devletler’de bile okunabilir olduğundan, ya da tamamen bizim kendi dünyamız olup olmadığından emin olamıyorum. Hiç bir zaman emin olamazsınız.

Jonah: Özellikle kentsel bir çevrenin dilinden bahsediyoruz, ki İstanbul da kesinlikle bu kentsel dile sahip. Dünyadaki çağdaş kentsel çevre giderek daha benzer hale geliyor gibi gözüküyor, bu açıdan bakıldığında paylaşılan ortak bir deneyim var. Mesela işin içindeki filmlerin pek çoğu Bollywood filmleri, bazı nesneler Çin’den geliyor, yani birçok farklı kültürden malzeme koyuyoruz. İş, kesinlikle Birleşik Devletler’e özel bir iş değil, daha global bir şehir gibi gözükmesini istiyoruz.

*Filmlerde veya televizyonda bir sahneden diğerine ani geçiş.

Etiketler

Bir yanıt yazın