1963 yazında Tuzla'daki o çorak araziyi bir cennet köşesine çevirme işini başlatanlar, yoksul ve kimsesiz Ermeni çocuklardı... Çoktandır inşaat sahalarında görünmeyen vicdan, dün o çocukların kırlangıç yuvasını yıkmaya gelen bu bir avuç işçinin kalbinden
İstanbul… 1963 yazı… 8-12 yaşlarındaki 20 kadar ilkokul öğrencisi, ‘bir yaz kampı’ için Tuzla’ya götürüldüler. Orada tüm yaz boyu bir kamp hayatı yaşayacaklarını düşünüyorlardı. Tam öyle olmadı; ‘bekledikleri gibi’ bir kamp yaşayamadılar; ama sonra kendilerinin ve kendilerinden başka binlerce çocuğun yaşayacağı bir kampa can suyunu verdiler. 20 çocuk, başlarında Tuzlalı inşaat kalfası Hasan abileri, o yaz boyu toprağı kazdılar, sırtlarında çimento torbaları, zayıf kollarında kalaslar taşıdılar, fidan diktiler, kuyu açtılar, kümes ve ahır yaptılar… Üç ay boyunca çalıştılar ve bir çocuk kampının, gelen gidenin imrendiği bir ‘yuva’nın doğumunu sağladılar. Kurak bir araziye bereket, ıssız düzlüğe kuş cıvıltıları gibi çocuk sesleri getirdiler…
Bir ilkgençlik romanında olmadı bunlar. 1963 yazında Tuzla’daki o çorak araziyi bir cennet köşesine çevirme işini başlatanlar, yoksul ve kimsesiz Ermeni çocuklardı… 1915 ve sonrasında, büyükanne ve büyükbabalarını, yurtlarını, evlerini, okullarını kaybetmiş Anadolu Ermenilerinin, zincirinden boşalmış inciler gibi dört yana saçılmış çocuklarının çocukları; öksüzlerden doğma öksüzler, yetimlerden olma yetimler.
İşte o ‘kırlangıçlar’ın, bunu neden kendi kollarıyla yapmaları gerektiğini bile anlayamayacak bir yaşta kendi yetimhanelerini inşa eden çocukların yuvasına, dün sabah iş makineleri dayandı. Az sayıda gönüllü, bu uğursuz haberi alır almaz Tuzla’ya koşana ve neyi yıktıklarından habersiz işçilere hakikati anlatıp onları durdurana dek, yekpare binanın dörtte birini bir ucundan yıktılar. Kampın kurucusu ve unutulmaz müdürü Hrant Güzelyan’ın ‘makamı’, çocukların kaldığı 5 yatak odası, şapel ve istinat duvarları yerle bir oldu.
Yıkıma karşı direnç göstermek için ilk gidenlerden HDP İstanbul milletvekili adayı Garo Paylan, çocukluğu Kamp Armen’de geçmiş Garabet Orunöz ve birkaç kişi daha, yıkımı gerçekleştiren taşeron firmanın işçilerine, buranın gasp edilmiş bir çocuk yuvası olduğunu, satışlarla elden ele gezdikten sonra şimdiki sahibinin eline geçtiğini anlattılar. “Çocukların emeğini yıkmayın” dediler. Çoktandır inşaat sahalarında görünmeyen vicdan, bu bir avuç işçinin kalbinden zuhur etti: “Biz buna ortak olamayız” diyerek geri çekildiler.
Yıkım durdu.
‘Nöbet’ başladı.
HDP, Nor Zartonk, İstanbul Kent Savunması ve Dört Ayaklı Şehir aktivistlerinin çağrısıyla 100 kadar insan toplandı akşam saatlerinde Kamp Armen’de… Hrant Dink’in, katledilmesinden 5 yıl önce, CNN Türk’ün 5N1K programı için gittiği ve harabeye dönüşmekte olan bahçesinde gezinip çocukluk anılarıyla heyecanlanarak “Burası bir kırlangıç yuvası” dediği yetimhanenin bahçesinde direnişe geçtiler.
Bugün ne olacak? Dozerler ve kepçeler üzerlerinde yeni işçilerle; belediye zabıtaları ve çevik kuvvet eşliğinde; biber gazları ve tazyikli sularla gelip, harabe haliyle bile lüks villaların arasında bir vaha gibi duran Kamp Armen’i ‘cebir yoluyla’ boşaltıp yıkmaya mı çalışacaklar?
“Bugüne kadar Ermenilerin yüzlerce, binlerce mülkü gasp edildi, ama burası bir semboldür” diyor Garo Paylan, “Çocukların emeğini yıkmasınlar. 20 yılda 1500 çocuğun yetiştiği bu yuva bir hafıza mekanı olarak korunmalı. Sadece Ermeni çocukların değil, Türkiye’nin tüm çocuklarının yararına olacak şekilde kullanalım burayı. Bunun için nöbetteyiz. Soykırımın devam etmediğini göstermek istiyorlarsa bu bir fırsattır, göstersinler.”
Peki neden bir ‘sembol’ bu bina? Neden bu dozerlerin yıktığından geriye sadece beton, tuğla ve demirden ibaret bir moloz değil, bir de ‘gasp’, haksızlık ve kırım, çiğnenmiş yetim hakkı kalacak?
2011’den beri Suriye’deki vahşetten kaçan Ermenilerden İstanbul’a gelenlerin çocukları Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’ne sığınıyor. 1915’in kılıçlarından kaçanlar da öyle yapıyordu. Yoksul ve kimsesiz çocuklar kiliseye verildi. Orada doymalarına, okumalarına çalışılıyordu. Ama sayı giderek arttı, kilisenin fiziki koşulları yetmez oldu. İşte 1963 yazında, 20 öncü çocuğu buraya bir kamp inşasına başlamak üzere getiren Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi ve din adamı Hrant Güzelyan idi. Anadolu’da soyu tükenmiş Ermeni okul ve yetimhanelerinin eksikliği, o zamanlar ‘İstanbul dışı’ olan Tuzla’da kilisenin satın aldığı bu çorak arazide kol gücüyle inşa edilecekti. Öyle de oldu.
Ama… 1979’da ‘Milliyetçi Cephe’ iktidarı altındaki Türkiye’nin Vakıflar Genel Müdürlüğü, ‘1936 Beyannamesi’ olarak bilinen ve “gayrimüslim vakıfların mülk edinemeyeceği”ni buyuran düzenlemeyi gerekçe göstererek Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın elindeki tapunun iptal edilmesini ve arazinin eski sahibine iadesini istedi. ‘Yargı süreci’ Türkiye koşulları için ‘mükemmel hızlı’ gelişti: Issız bir arsa olarak parasıyla ‘satın alınan’ kamp arazisi; çocukların emeğiyle inşa edilen tesisleri, ağaçları, bahçeleri ve 21 yıllık anılarıyla birlikte, ‘bedelsiz’ olarak devlet tarafından el konularak ‘eski sahibi’ Sait Durmaz’a verildi. Kilise Vakfı tüm hukuki yolları denedi, ama 1983’teki el koyma kararını Yargıtay 1987’de onadı ve ‘rüya’ bitti. Araziyi Kilise Vakfı’na satıp parasını alanlar, onu ‘bedelsiz’ olarak geri almakla kalmadı, bir başkasına bir kez daha sattı! Tuzla’nın giderek artan ‘rayici’… Sonra Kamp Armen, bu emlak pazarında ‘karlı bir yatırım’ olarak, yeni satışlarla elden ele gezdi.
2011 yılında Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişiklikle azınlık vakıflarının el konan mülklerinin iadesi süreci başlayınca bir umut doğdu. Ama Vakıflar Genel Müdürlüğü, ‘hukuki olarak’, Kamp Armen’in ‘el konmuş mülk’ değil, ‘iptal edilmiş satış’ olduğuna karar verdi! Ne iade edilecek ne de tazminat ödenecekti.
Bu bir anlamda son darbeydi. 2011’den sonra ‘arazi’ye sahip olanlar, artık bir ‘villa cenneti’ne, bir rant adasına dönüşmüş Tuzla’daki bu iştah açıcı mülklerine inşaat yapmaya karar verdiler. Dün sabah dozerler bu amaçla yola çıktı.
Kamp Armen, 20 yılda 1500 çocuğun yetiştiği bir masal ülkesi. Hrant Dink 8 yaşında gelmiş Kamp Armen’e ve Rakel ile burada tanışmış. Bir süre birlikte yönettikleri kamp için “Bizim Atlantis uygarlığımız” diyordu. Acılarıyla şaşkın, çocukluklarıyla umutlu Ermeni yetimlerin; tanımadıkları çocuklarla kardeş olmayı, doğayı yeşertmeyi, hayatı ortaklaşmayı öğrendikleri bir ‘kırlangıç yuvası’ydı. Yıkılırsa, devrilen, onun çürümeye terk edilmiş kolonları olmayacak sadece; çocuk cıvıltıları ve anılarıyla birlikte, ortak bir geleceğe ilişkin bir umut daha kaybolacak.