Mimar Ertuğ Uçar'ın Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazısı.
1999 depreminden beri bir arpa boyu yol kat etmemiş devlet acaba yeni bir deprem olsa ne yapardı ne yapmazdı, bir düşünelim… Peki ya, Boğaziçi Köprüsü hiç olmasaydı…
Beklenen deprem Marmara’yı vurdu… ’99’dan bu yana ciddi hiçbir önlem almamış devlet yine çaresiz. Hazırlık yok, halk bu konuda eğitilmemiş, toplanma alanları ihaleyle satılmış, depreme hazırlık olarak ilan edilen kentsel dönüşüm yeni bir rant ekonomisi yaratmış.
Cesetler ve Japonlar, köpekler ve kader. Değişen bir şey yok. Okullar, hastaneler yine ilk sırada. Ölüler gömüldü, enkaz kaldırıldı, ağıtlar yakıldı, deprem vergisi salındı. Ancak bu ülkenin ve obez şehri İstanbul’un odaklandığı başka bir dert var. Boğaziçi Köprüsü. Yıkılmadı ama araçların geçemeyeceği ölçüde hasar aldı. Dünyadan uzmanlar geldi. Konsültasyon yapıldı, tedavi açık: Köprü üç yıl kapalı.
Sayılı gün geçer dedi başkan. Herkes birbirini suçladı. Gece programlarında günlerce çözüm tartışıldı. Hayat devam etmek zorunda tabii. Boğaziçi Köprüsü’nü kullanan insanlar alternatif aramaya başladı.
Erken davrananlar işini evinin olduğu tarafa taşıdı veya tersini yaptı; çocuğunun okulunu değiştirenler, işinden istifa edenler oldu. Kurs, eğitim, alışveriş için karşıya geçmeler azaldı. İnsanlar, şehri yönetenlerden çok daha hızlı davrandılar. Hayatta kalmak için bu yeni duruma uyum gösterdiler. Denizi kullandılar. Geçişler azaldı. Kıtalar İstanbul’un bu güzel köşesinde usulca kendi içine kapandı.
Zamanla herkes diğer kıtaya geçmek için oluşan trafiğin etkisi yok olduğunda hayatın nasıl değiştiğini fark etti. Bu felaketin aslında bir işaret olduğunu yazanlar oldu: İstanbul aslında iki şehirdir, dediler. Onu çirkinleştiren ve yaşanmaz yapan yekpare olmaya çabalamasıydı.
Hayatlar tek tarafta planlandı, karşı turistik bir gezi noktası, vapurla yapılan bir hafta sonu kaçamağıydı artık. İki taraf da sakinleşti.
İnsanlar müthiş bir hızla uyum gösterdikleri bu yeni durumun, köprüsüz bir İstanbul’un, belki de yegâne kurtuluş olduğunu anladı. Projeler ortaya atanlar oldu. E-5’e park önerenler, ikinci köprü de kapatılsın diyenler. Karşı, ulaşılmaya çalışılan bir nefret nesnesi değil, zevk alınan bir yol- culuk hedefi olacaktı. İstanbul iki şehir olacaktı. Olmadı. Olacağına inananlar şehirde yaşayanlarla şehri yönetenler, bu ülkedeki vatandaşlar ve yöneticiler arasındaki mesafeyi gözden kaçırmıştı. İnsanlar bu yeni durumla baş etmeye çalıştılar, hayatlarını yeniden düzenlediler, iki şehir olmanın tek şehir olmaya çalışmaktan daha akılcı olduğunu anladılar.
Köprünün sadece yaya ve bisiklet trafiğine açılmasını istediler: İnisiyatif aldılar, dernekler kurdular, gösteriler yaptılar. Yöneticiler halkı dinlemedi.
Bu projeleri deli saçması diye nitelendirdiler. Bildikleri tek şeyi yaptılar. Hasar raporları yazıldı. Ön maliyet çalışmaları ya pıldı. Heyetler dünyadaki başka köprülere geziler yaptı. Uzmanlar çağırıldı. Projeler hazırlandı. Maliyet konusu tüm ülkeye köprü vergisi koyulmasıyla aşıldı.
İhale kanunundaki acil durum maddelerine dayanarak inşaat başkanın belirlediği şirketlerden oluşan bir konsorsiyuma verildi.
Köprü üçüncü sene 29 Ekim’de değilse de dördüncü sene 23 Nisan’da hizmete açıldı. Halk, arabalarıyla köprüden geçmeye davet edildi.
Sakinleşmiş caddelerde tekrar beliren araçların fren lambaları köprüye doğru kırmızı kuyruklar çizerken, sahilde toplanan kalabalıkların havai fişek ışıklarıyla rengârenk boyanmış yüzlerinde yeniden tek şehir olmanın hüznü okunuyordu.