Ankara’da 2005 yılında temeli atılan, 2008 yılına kadar iskeleti inşa edilen ve 2013 yılına kadar atıl bırakılan bir çelik yığının öyküsü.
Kentin ana ulaşım koridoru olan Eskişehir Yolu’ndan geçen Ankaralılar, 2005 yılından itibaren muazzam ölçüleriyle yol kenarında dikilen, çelikten yeşil bir bina iskeleti görmeye alışmışlardı. Kente en küçük bir hayat emaresi sunmayan bu devasa yapı, her şeyin başlangıcında kentin ticaret ve iş merkezi kalbi olarak geliştirilen bölgede bir kongre merkezi inşaatı olarak kamuoyu bilgisine sunulmuştu. Proje 2005 yılında hayata geçirildiğinde mimari yapısı, merkezi konumu, ulaşılabilirliği ve yüksek araba kapasiteli otoparkıyla Ankara’nın gözbebeği olacağı söyleniyordu. Toplam 140.000 m2 inşaat alanına yayılan ve bir metro durağı da içeren kongre merkezi konferans-toplantı salonları, mağaza ve sinemalarıyla Ankara halkına hizmet adına düşünülmüştü. Ancak “müjdeyi” duyuran Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin şu sözleri ise kısa sürede trajikomik bir hal aldı:
Bu kültür kongre merkezi Ankara’nın kültürel ve ticari gelişimine katkıda bulunacak, kente estetik değer katacaktır. (Ekim, 2005)
Yıllar geçtikçe yeşile çalan çelik rengiyle yükselen iskeletle birlikte problemler de baş gösterdi. 2008 yılı itibariyle projeye 72 milyon TL harcanmış fakat yer seçimi, bloğun çevresindeki yapılarla kurduğu işlevsel ve konumsal ilişki açısından çok boyutlu problemler ortaya çıkmıştı. İlk olarak Ankara kentinin iş ve ticaret merkezi olarak planlanan bölge birbirinden iddialı mimari projelerle boğulmaya başlamıştı. Bu süreç aslında yüksek emsallerle yapılaşmaya açılan bölgenin bir MİA (Merkezi İş alanı) olarak şehrin imar planında yer almasının bir getirisi olarak kabul görebilir ve bu tür bir mekansal gelişim stratejisi bazı kanallarla savunulabilir. Ancak, bu noktadaki en can alıcı gerçek, kentin trafik sorunlarına, en önemli ulaşım koridoru üzerine bir düğüm daha atmasıyla ve bu bölge çevresindeki orta-alt gelir grubunun yaşam alanlarında yarattığı dönüşüm baskısıyla plan üzerindeki kabulünden daha ötede bir anlam taşımaktadır. Bugün bina inşaatının çevresindeki alış veriş merkezleri, hastane yapıları, kültür-kongre yapıları ve diğer çok katlı iş merkezleri alan ilişkin yoğun arazi kullanım kararlarının ipuçlarını vermektedir.
2008 yılına gelindiğinde, yapının inşaatı durdurulmuştur, ancak bu duruma yol açan tek bir problemden söz etmek eksiklik olacaktır. Yukarıda sayılan arazi kullanım kararları ve bu kararların kent trafiğine olan yoğunlaştırıcı etkisinin yanında, kamuoyuna yansıyan birçok farklı problem tanımları vardır. Örneğin, Çukurambar Bölgesi’ni kapsayan kentsel dönüşüm kararının durdurulmasıyla bu alan içinde kalan binanın da yasal statüsü gereği inşaatı durdurulması ve yapının Atatürk Orman Çiftliği arazisine kurulmuş olması kamuoyunda tartışılan başlıca sebeplerdir. Bu süreci kısaca, her gün onlarcasına tanık olduğumuz kentsel gelişim kararlarının geri döndürülemez etkilerinin bir halkası olarak yorumlayıp problemin ötesine bakarak bu yeşil deve harcanan kamu kaynaklarını tartışarak devam edelim.
Yapının çelik iskeleti kent merkezinde varlığını sürdürdükçe, anlamını yitirmiş, bireylerin hafızalarında sadece atıl durumda bir inşaat alanı olarak yer etmiştir. Bu sürecin sonunda yapının halk arasında ve medya kanallarınca “demir kafes” (sosyolog Max Weber’in ortaya attığı “ironcage”** kavramıyla bu yakıştırmanın arasında tuhaf paralellikler görmek de mümkün) olarak anılmaya başlanması bu yabancılaşma sürecini en iyi özetleyen örnek olabilir. “Başkentin Ucubesi” olarak dahi atıflar yapılan, muhalefet partisi tarafından üzerine “Başkan bu ne?” pankartı asılan çelik iskelet zaman zaman devasa bir reklam panosu olarak kullanılmış, grafik aktivistlerinin mesajlarına zemin olmuş ve yaklaşık sekiz yıl boyunca ayakta durmuştur.
Bu süre zarfında, bölgede beş yıldızlı bir otel, yeni alış veriş merkezleri, rezidanslar gibi bir çok mimari yapı inşa edilmiştir. Bu talihsiz olaylar dizisinin sonunda ise, inşaatın durdurulmasından 5 yıl sonra 2012 yılının nisan ayında Ankara Büyükşehir Belediyesi bir inşaat şirketiyle kapalı ihale sonucu 2450 konut ve üç hektarlık alanda ticaret alanı üretme koşuluyla anlaşmıştır. Bu ihalenin bedeli ise 120 milyon dolar olarak açıklanmıştır. Bahsi geçen tüm bu milyonların arkasından ise demirkafesin sonunda söküleceği haberi, kentlilere bir müjde olarak yansıtılmıştır. Fakat muazzam inşaat alanına sahip olan iskeletin söküm sürecinde ortaya çıkacak söküm maliyetine dair farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak bu “büyük hayal” kamu bütçesinde 80 milyon TL zarar vermiştir.
Normal olmayan bir kent hikayesinin, normal koşullarda en azından bu noktada sonlanması beklenirken, Ankaralılar fazla bir süre geçmeden yapılan bu kapalı ihalenin projesine dair bilgi sahibi olmuşlar ve olaylar yeniden bir rant kavgasına dönüşmüştür. Demirkafesin kentsel altyapı getirdikleri ve imar durumuna ait tartışmalar hiç yaşanmamış gibi, alanda 80 katlı iki rezidans öngörüldüğü öğrenilmiştir ve Eskişehir Yolu’nun mevcut durumda dahi bir düğüm noktası olarak tanımlanabilecek olan bu alan üzerindeki yoğun yerleşim baskısı ve bu projenin kentin imar planlarına aykırı olması gerekçesiyle Şehir Plancıları Odası tarafından yargıya taşınmış ve yürütmesi durdurulmuştur.
2014 yılına yeni girdiğimiz su günlerde bu kadar çetrefilli bir kent hikayesinin yeni bölümünde neyle karşılaşacağımızı beklerken, tüm bu süreci kentin ruhuna verdiği zararı ölçemediğimizden kamunun kaynaklarına verdiği maddi zararla özetlemeye çalışalım. Demirkafes’in inşaatı 2005 yılında bir kongre merkezi projesi olarak başlatıldı ve 2008 yılında durduruldu. 2012 yılına kadar hakkında hiç bir karar çıkmayan yapının 2013 yılında söküleceği ilan edildi. Sonunda, Ankara’nın kalbinde insanlara beş yıl boyunca çelikten bir harabe manzarasını seyretmek için toplamda 80 milyon TL harcanmış oldu. Son ihalenin de işin içine girmesiyle havadan uçuşan milyon dolarların tek bir kuruşu bile kamu yararına harcanmadı. Demirkafes örneğindeki gibi kenti mega projelerle bir pazarlama sahnesi olarak kullanmak, yani rant odaklı politikalarla yönetmek uzun vadede bu tür projelerin götürülerini göremeyen yerel yönetimlerin vizyonsuzluğundan kaynaklanmaktadır. “Bahtıkaram” grubu bu sürece harcanan paralarla kamu yararına ne tür işler yapılabileceğini öz bir infografikle açıklamıştır (bkz: http://bahtikaram.com/celik-kafes/). Artık Ankara’nın bu tür sermaye odaklı projelerle kirlenen yüzü, yerel yönetimlerin, şehir plancıları ve mimarların kamu yararı ve ortak iyiyi aramak yolunda ilerlemesiyle aklanmalıdır.
* Bu yazının orijinali Ankara’s Ironcage: From High Hopes to the Deep Ground başlığıyla Failed Architecture sitesinde yayınlanmıştır: failedarchitecture.com/ankara-ironcage
** “Ironcage”, sosyal hayata özellik de batının kapitalist toplumlarında gittikçe hakim olmaya başlayan rasyonelleşme sürecine işaret etmektedir. Weber bu kavramla, bireylerin özgürlüklerini rasyonel hesap ve kontrol etkinliği altındaki demirkafeslere hapsoluşunun altını çizmektedir.