1996'da Darphane-i Amire'de açılan 'Dünya Kenti İstanbul' isimli sergi, hem bir muhasebe, hem bir nostaljiyle 18 yıl sonra Galata Rum Okulu'nda. 'Kent müzesi hayali' de sergiden sonra evlere dağılacak. Şöyle...
Dışarıdan ara ara tramvayın düdüğü geliyor. Tatlı sayılabilecek bir kent mırıltısı. Sonra bir arabanın burnu öndekinin tamponuna değiyor galiba, sesleri duyuyorum, analı avratlı balonlar yükseliyor içeri kadar. Muhtemelen çok yakındaki bir binadan inşaat gürültüsü var sonra. Kılık değiştiren Galata eteklerinde kim bilir hangi eski apartman bir rezidansa, bir butik otele dönüşüyor matkaplanarak dört bir yanından. Karaköy’deki bu geçen yüzyıl binasının, Galata Rum Okulu’nun içinde gezerken, tüm bunların üzerine üst kattaki bir sınıfın aralık kapısı gıcırdıyor. Bir yer, bir yer daha açık kalmış sanki, cereyan yapıyor, usul usul, hiç erinmeden gacırdıyor.
O sırada, İstanbul denilen bu kentin aile albümü, tarih cetveli, teferruatlı kartviziti gibi tasarlanmış bir sergiye bakıyoruz biz içeridekiler. Paleolitik Çağ’da yaşam misal. Özgün bir model olarak Fikirtepe kültürü… Hem karma ekonomi anlamında hem de kulübesinden çanak çömleğine hayatı inşa ediş biçimiyle. Şimdilerde kentsel dönüşüm projesiyle katman katman değişen, Neolitik döneme dair kesik tırnak kadar iz taşımayan Fikirtepe.
Ya da işte aşağıdaki kavgadan ‘eşşoğ…’ başlarken Zeus’la İo’nun aşkını okuyoruz. Sevgilisini korumak için ineğe dönüştüren Zeus, ineğe dönüşmüş İo’nun sırtına yapışan sinek, derken Boğaz’ın oluştuğu meşhur efsane… 425’le 450 arasında kaç ev, kaç özel hamam, kaç itfaiyeci varmış? Ayasofya’nın Tanrı’ya, Saray’ın imparatora, Hipodrom’un halka adandığı Konstantinopolis. Ya da Osmanlı’nın şarap mekânları, Tanzimat’ta mevzii planlama ölçeği. Kırım Savaşı sonrası Paris modeli, 14 parçaya ayrılarak kurulan belediye, Şirket-i Hayriye’nin kuruluşu. Feshane Fabrika-i Hümayunu, İplikhane-i Amire, Beykoz Tabakhanesi, Bakırköy Baruthanesi… Cumhuriyet dönemi Taksim Meydanı; Menderes’in İstanbul’u. Koridor koridor, sınıf sınıf böyle akıyor şehir.
Felsefi bir soru olsun. Bir sergiyi -18 yıl arayla- iki kez gezmek mümkün mü? İkinci soru: İkisine aynı sergi denir mi? Tuhaf, ilk kez 18 yıl önce bir üniversite öğrencisi olarak tarihi yarımadada gördüğüm bu sergiden en çok, o mekânı, Darpane-i Amire binalarının kendisini hatırlıyorum. Oradan görünen İstanbul kalmış zihnimde. Tarih Vakfı’na aitken başka sergiler de olmuştu orada, Bienal, sonra Irak Dünya Mahkemesi…
Aslen Maliye Bakanlığı’na ait ama Kültür Bakanlığı’nın kullanımında olan Darphane-i Amire binaları, 1991’de kurulan Tarih Vakfı’na 49 yıllığına kiralanmış ama sonra farklı dava dosyalarına da yansıyan bir sürecin ardından bu anlaşma bozulmuştu. Tarih Vakfı nihayetinde 2008’de toparlanarak 1990’lı yıllardan beri İstanbul Kent Müzesi için çalışmaya başladıkları bu mekânı boşaltmak durumunda kalmıştı. Kültür Bakanlığı, daha sonra burayı Arkeoloji Müzesi’nin gelişme alanı olarak tanımladı. Müzenin ‘Çağlar Boyu İstanbul’ bölümü ve Darphane Müzesi buraya taşınacak. Bu da sivil topluma bırakılmamış, eksikli bir kent müzesi projesini çağrıştırıyor.
Gerçi İstanbul’un ‘kent müzesi’ hikâyesi bayağı karışık. Bu isimle Topkapı’da da bir girişim üzerine çalışılmaya başlandığını duymuştuk. Sonra hatırlarsınız, Gezi Parkı eylemlerinin en hararetli günlerinde bir daha gündeme geldi fikir. Hani çevresindekilerin halkı bir nebze yatıştırmasının hemen ardından çıkıp defalarca “O Topçu Kışlası’nı yapacağız, kim ne derse desin” diye ünlediği zamanların tekinde, Topçu Kışlası’nda İstanbul Kent Müzesi planladıklarını söyleyivermişti Başbakan Erdoğan. Şu an bir nevi ‘polis moral merkezi’ne dönen AKM yerine ‘barok opera binası’nın yapılacağı aynı proje dosyasında kaldı herhalde.
Özü şudur: 1996’da Habitat II İnsan Yerleşimleri Konferansı rüzgârıyla Topkapı Sarayı dış avlusundaki Darphane-i Amire binasında ‘Dünya Kenti İstanbul’ ismiyle açılan sergi, 2014 yılında Galata Rum Okulu’nda tekrar gezilebiliyor. Bu kez ismi ‘Yine, yeni: Dünya Kenti İstanbul’ olmuş.
Arkasında serginin kendisinden daha büyük şöyle bir hikâye var. Tarih Vakfı 2008’de o binaları terk ederken, sergi malzemeleri sandıklanıp, bir depoya tavana kadar diziliyor. Üç-beş ay evvel Kültür Bakanlığı’ndan artık bu depoyı da boşaltmaları uyarısı gelince düşünüyorlar. Bu malzeme ne olacak?
Bütün bunları, o dönem Tarih Vakfı’nda yönetici olan, hem serginin hem de fena vaziyetteki Darpahe-i Amire’nin kullanılır hale gelmesi için çalışanlardan olan şehir plancısı Münevver Eminoğlu anlatıyor. İlk sergi sonrası ara verdiyse de şimdi yine vakıf bünyesinde çalışıyor ve 18 yıl arayla aynı sergi için çalışan çok az sayıdaki insandan biri. Hatta mesai olarak ondan fazlası çıkmayabilir.
Bir grup yönetim kurulu üyesiyle deponun kapısını açtıkları günü hüzünlü bir hikâye olarak anlatıyor Eminoğlu. “Yeri uyurlar mağarası gibi örümcek tutmuştu. Sanki tavanarasında anneannemin sandığını bulmuş gibiydim” diyor. ‘Dünya kenti İstanbul’ sandıklarda yatıyor.
‘Dünya kenti’ de ne ucundan çekerseniz o yöne uzayan bir çarşaf gibi. Malum, rant mercekli gözlüklerle kenti dünyanın geri kalanına pazarlamanın sloganı da bu. Eminoğlu, ‘herhangileşmemiş’ kentler için kullanıyor bu tabiri: “İnsanlık tarihinde hep bilinirliği olan, beğenilen, istenen, özel bir tarihe, coğrafyaya, her dönemde ekonomiye sahip, bilgi ve kültür üretimi merkezi olan kentler için kullanıyoruz. 1996’da da eksileri olan bir dünya kentiydi İstanbul. Bugün de dünya kenti ama kendine has özelliklerini yitirmeye başladı. Her an hırpalamakta olduğumuz ve sahte restorasyonlarla yalan binalar icat ettiğimiz bir kent tarihi var elimizde. Sadece her tarafı gökdelenlerle doldurmuyoruz, silüetini yok etmiyoruz, bir yaşama biçimini kaybediyoruz”.
Depoya dönelim. Önce bölüm bölüm ilgili kurumlarda değerlendirmeyi düşünmüşler. Örneğin Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne Osmanlı bölümü verilemez mi? Bizans Araştırmaları Enstitüsü, Bizans bölümünü alır mı? Ya almazlarsa.
Ellerindeki ‘çöp’ hale getirilmiş devasa malzemeyi, geri dönüşüme vermek yerine geri dönüşümlü bir sergi projesi akıllarına gelmiş. Bunun birkaç faidesi de var dediğine göre. Birincisi, o dönem için hem çapıyla hem kurgulanışıyla öncü olan bu kent sergisini, yeni kuşaklara göstermek. Üstelik Gezi sonrası bunun başka türlü anlamı da var. İkincisi, 1996’dan bu yana geçmiş 18 yıl. O zaman bir simge olarak iğnelenen Akmerkez şimdi ne naif bir yapı kalmış suratı kaymış kentte. Amaçlardan biri de sadece bu sürede değişen İstanbul’u konuşabilmek.
Gerçekten geri dönüşüm fikrini içeren üçüncü bir gaye daha var. Galata Rum Okulu’ndaki bu sergi 22 Şubat’ta bittiğinde şu an hafif rutubet kokan o fotobloklar makul bağışlar karşılığında dileyene hediye edilecek. Amaç para kazanmak değil, ikinci turun masrafını çıkarmak ve daha da mühimi içinde bir kent müzesi hayali taşıyan bu serginin parçalarını kentin, ülkenin dört bir tarafındaki evlere paylaştırmak. Bu da farklı bir kent müzesi projesi. Bu da sergiye dahil. Hatta sergi bu.