13. Bienal’in Büyük Sürprizi

Bu bienal, sorunlarına rağmen kimliğimizle bir yüzleşme meselesi olarak karşımızda duruyor.

Venedik Bienali’nde izlediğim bir etkinlik bu küçük şehrin nispeten büyükçe bir meydanında yer alıyordu. Meydan önce sokaklardan, köprülerden izleyicilerle, turistlerle birlikte buraya gelen rengârenk giyinmiş dansçılarla doluyordu. Bir süre sonra meydan uygun adım yürüyen askerler tarafından işgal ediliyor, müzik postal sesleri ile bastırılmaya çalışılıyordu. Hafta sonu açılan 13. İstanbul Bienali’nin izleyicileri de buna benzer bir kurgu izliyor. Küratör Fulya Erdemci 13. İstanbul Bienali’nin yalnızca belirlenen tarihler arasında değil, öncesinden başlayarak gelişeceğini söylemişti. Bienal toplantılarında gerçekleştirilen protestolar kentsel dönüşüm projelerinde yer alan sponsorların mali desteği ile bu etkinliğin gerçekleştirilmesini sorguluyorlardı. Erdemci ise Bienal’in tamamen bağımsız olduğunu, ne devletin, ne de sermaye güçlerinin en ufak bir denetiminin, yönlendirmesinin olamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Arkasından Gezi’de tam da kamusal alan kullanımının nasıl olacağına dair iki haftalık muhteşem olay gerçekleşti. Bienal’in açılışından üç ay önce gerçekleşen Gezi direnişi bu amacın gerçekleşmesine olağanüstü bir zemin oluşturdu. İki hafta boyunca Gezi’de devlet yoktu. Ama mükemmel bir kamusal durum vardı.Burayı kullanan topluluklar hem öznelliklerini korudular, hem de hiçbir çatışma yaşamaksızın ortak bir zemini paylaştılar. Devletin bulunduğu olağan kamu düzeninde bir yarık açtılar ve kamusal alandaki çatışmacı ilişkileri bu demokratik zeminde karşılıklı olarak birbirini gözetmeye dayanan bir ilişkiye çevirdiler. Sonra devlet güçleri yeniden devreye girdi ve çatışmacı kamu düzenini hâkim kılana kadar uğraştı.

Bienal özel mekanlara çekildi

 Erdemci’nin Bienal kitabında yer alan şu sözleri nasıl bir karar değişikliği yaşandığına işaret etmekte: “Daha güçlü bir politik öneri olacağına kanaat getirdik ve kentsel kamusal alanlardan çekilerek tartışmamızı sergi mekânlarında sürdürmeye karar verdik.” Ama bunu nasıl yapacağını başta söylemediği için güncel sanat etkinliklerinden haz etmeyen siyasal otoriteler, kent yöneticileri de bu zekice hazırlanmış kurguyu fark etmediler ve büyük bir iştahla, üstelik de hiç itiraz etmeksizin Bienal’e katıldılar. Bienal ise özel mekânlara çekilerek kamusal alanı sahiplerine bıraktı. (Bienal’in kamusal alanları, meydanları kullanması sanat eseri yerleştirmeleri, gösteri etkinlikleri ile donatmaktan ibaret olması zaten beklenemezdi.) Neredeyse dünyadaki bütün bienaller kamu desteği alırken, 25 senelik İstanbul Bienali’ne bugüne kadar kamunun bir katkısı olmamıştı, ilk defa oldu. Olimpiyat adaylığı için çaba harcayan iktidarın doğrusu ayağına gelen bu fırsatı tepmeyeceğini, dünyanın sayılı sanat etkinliklerinden biri olan İstanbul Bienali’ni sahiplenmesini bekliyordum.

Polisli Bienal

Her zaman olduğu gibi bu bienalde de Beyoğlu’ndaki yabancı ülke misyonları çeşitli sanat kurumlarının yöneticilerini ve sanatçıları ağırladılar. Beyoğlu’nda belli başlı sanat merkezlerinin, kamusal kurumlarının yöneticilerinden oluşan hatırı sayılır bir kalabalık oluştu. Kamu tarafı bu nadide izleyici topluluğunu hazır bulmuşken fırsatı kaçırmadı. Bunların bir bölümü konsolosluk binalarında mahsur kaldı. Bir bölümü de kendilerini kapılardan içeri atamadı. Sanat yöneticilerinden, yazar ve eleştirmenlerden oluşan bu topluluk yüz göz yakan, boğulma etkisi yaratan kimyasallara maruz kaldı. Kadınlar topuklu ayakkabılarını ellerine alarak tazılar gibi ara sokaklarda koşmayı öğrendi. Bu bienal hiç şüphesiz çok önemli ipuçları verdi. Güvenlik güçleri Bienal mekânlarının çevresinde konumlandılar. Bienal’in bir mekânından bir başka mekânına koşturan izleyicilerin ellerindeki otomatik tüfeklerle bekleyen polislerin arasından geçtiler. Özellikle durduğu yerde homur homur sesler çıkaran TOMA’lar çok etkileyiciydi. Başka bienaller dünyadaki otoriter yönetim sorunlarına dikkat çekmek için görsel malzemeler kullanırken İstanbul Bienali hepsine fark attı. Materyallerini, aktörlerini gerçek dünyadan aldı. Doğrusu kamusal alanlarda bu kadar başarılı bir şekilde kurgulanmış bir sanat etkinliği görmedim. 

Peki, ya tersi olsaydı? Neler olacağını düşünmek bile insanı heyecandan uçuruyor. Gezi’de olduğu gibi kamu yönetimleri kamusal alanları kentlilere, sanatçılara bırakmış olsalardı ve onların yaptıkları etkinlikleri destekleselerdi, ne olurdu? O zaman değil İstanbul’da, Kahire’de, Şam’da, Tahran’da bile olacakları düşünemiyorum. Öyle ki, 69 yılındaki “Kanlı Pazar”dan bugüne yalnızca Taksim’de “solculara saldırmak” gibi bir misyona sıkıştırılan İslami gruplar kentin yakın tarihindeki bu kutuplaştırıcı ve bu haksız, ayrımcı mirası barışçıl bir imgeye çevirmeyi başardılar. Gezi’deki bu olay bile kendi başına önemliydi. (Bu olayın kentin tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak kaydedileceğinden eminim.) Bu gruplar dua okurken, namaz kılarken, iftar sofrası kurarken hemen yakınlarındaki solcu grupların slogan atmayı kesmesi, onlara saygıyla sevgiyle ve dostlukla yaklaşması, hatta katılması gözümden yaş getirecek kadar beni etkiledi. (Hayatımda üstelik hiç ummadığım, beklemediğim bir zamanda bana bunu görme fırsatı verdikleri için Gezi’de yer alan insanlara minnet borcuyla yaşıyorum.) Belki otoriter, milliyetçi kamu düzeni öncesinde, modernleşmenin başka bir biçimde olabileceğini gösteren işaretlerden biriydi. (“Çakma Osmanlı” böyle bir şey değildi ama onun Müslüman ile Hıristiyan’ın birlikte yaşayabildiği gerçeği belli ki buna yakın bir şeydi.) Bienal kitabında “antagonist (çatışmacı) değil agonist (tartışmacı) kamusal alan” sözleri yer alıyordu. Farklılıkları kapsayıcı, siyasal alanı deneyselliğe açan, şiddet üretmeyen bir kamusal alan anlayışı… 

Benim görüşümü sorarsanız bu bienal, sorunlarına rağmen kimliğimizle (sanatçı, siyasetçi, tasarımcı…) bir yüzleşme meselesi olarak karşımızda duruyor. Sanatın da diğerleri gibi küçük bir kusuru var. O da sanat olması. Yoksa, hapsedildiği hücreden kamusal alana bir çıksa, devrim olur.

İstanbul Rumları işlevsiz kalan mekanları ile katıldılar

Not: Bienal çerçevesinde kullanılan mekânlara baktığımızda paralel etkinliklerin yer aldığı yerlerin içinde galeriler var, bunlar özel alanlar. Kamu alanlarına baktığımızda ise ön planda üç Rum okulu görülüyor. Galata Rum İlkokulu (Bienal’in ana mekânı),Zoğrafyon LisesiYoakimyon Kız Lisesi. İstanbul Rumları işlevsiz kalan mekânları ile Bienal’e katıldılar. İstanbul’da kamu mekânları özelleştirilirken, kâr amacıyla yeniden işlevlendirilirken, mali kaynakları son derece sınırlı olan (her Türk vatandaşı gibi vergi ödediği hâlde kendi kamu yapılarına, kiliselerine, hastanelerine, bakımevlerine, okullarına gene kendi imkânları ile bakmak zorunda olan) Rum topluluğunun İstanbul’da işlevsiz kalmış yapılarını ticari amaçlarla dönüştürmek yerine güncel sanata ayırması, İstanbul’un bu alandaki gelişmesini desteklemesi bana önemli bir olay gibi geliyor. Bu yapıların bu şekilde işlevlendirilmesinde hiç şüphesiz (başta Patrik hazretleri olmak üzere) Rum toplumunun temsilcilerinin vizyonunun, kendilerini bu kente adamış olmalarının önemli bir payı olmalı. Yoksa bu yapıları özel sektöre devreder ve elde ettikleri kaynaklarla çok daha güçlü mali imkânlara sahip olabilirlerdi. Kendilerini İstanbullular olarak teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Onların bu davranışı örnek olmalı.

Etiketler

Bir yanıt yazın