Yahudi Müzesi, "Between The Lines", bir soykırımın hikayesini anlatıyor.
Yahudi Müzesi’nin hikayesi, 1970’lerin Batı Berlin’ine dayanıyor. O zamanlar Alman-Yahudi tarihine dair bir müze bulunmuyordu. 1933 yılında Berlin’de bir Yahudi müzesi vardı fakat 1938 yılında Nazi baskısıyla kapatıldı. Yahudi tarihinin, Berlin tarihiyle birlikte anılması isteniyordu ama bu istek hala tam olarak gerçekleştirilemedi.
İlk Yahudi müzesi fikri 1971’de ortaya çıktı. Yahudi Cemiyeti Kurulu, Berlin Müzesi yönetimi ve Berlin Senatosu Berlin Müzesi’ne bağlı, Berlin Yahudilerinin tarihlerine ve kültürlerine adanmış bir “Yahudi Müzesi” yapmayı planladılar. 1976 yılında bu projeyi desteklemek için “Berlin Yahudi Müzesi Topluluğu” kuruldu. 1979 yılında Dr. Vera Bendt Yahudi Departmanı’nın başkanı olarak, Yahudi Müzesi’ni kurdu.
1988 yılında, Frankfurt Yahudi Müzesi’nin açılışında, Batı Berlin Senatosu “Berlin Müzesi’nin, Yahudi Departmanı ile genişletilmesi” konusunda bir yarışma ilan etti.
Nisan 1989’da tamamlanan yarışmaya 165 proje teslim edildi. Josef Paul’un başkanlığını yaptığı jüri, Daniel Libeskind’in “Between The Lines” tasarımını birinci seçti.
Yarışma sonuçlandıktan birkaç ay sonra Berlin Duvarı yıkıldı. Sonrasında Berlin’in mimari ve kültürel politikalarında değişme oldu. Tasarımın gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesi konusu bir süre tartışıldı. Senato, 1991’de projenin planlandığı gibi devam etmesine karar verdi. 1999 yılında yapımı tamamlanan Yahudi Müzesi, 2001 yılında ziyaretçilere açıldı.
Tasarımı üç temel kaygı şekillendirdi. Bu kaygılar şöyle: Ziyaretçilerin Berlin’in Yahudi sakinlerinin, kente olan entelektüel, ekonomik ve kültürel katkısını anlamadan Berlin’in tarihini anlamalarının imkansız olması. Soykırımın, şehrin hafızasına ruhen ve manen işlenmesinin gerekliliği, son olarak da şehirdeki Yahudi hayatını bozma ve yok sayma çabalarının kabullenilmesi.
Yahudi Müzesi yarışması, Libeskind için yarışmadan daha fazla şeyler ifade ediyordu. Libeskind, Yahudi kültürünün yok oluş ve görünmezlik duygularını ifade etmek istiyordu. Mimariyi kullanarak, ziyaretçilerin bu duyguları anlamasını sağlamaya çalıştı.
Müzeye girebilmek için Barok üsluptaki Berlin Müzesi’nin yeraltındaki koridorundan geçmek gerekiyor. Ziyaretçilerin, yerin altında oluşturulan üç farklı rotayla, saklanma kaygısı ve yolunu kaybetme duygularını deneyimlemesi isteniyor. Bu üç rotanın farklı hikayeleri var. Birincisi ve en uzun olanı, geçmişten geleceğe uzanacak şekilde, süreklilik merdivenine çıkıyor. Ziyaretçiler bu merdivenlerden çıktıklarında sergi salonuna ulaşıyorlar. İkinci rota ise Berlin’den ayrılmak zorunda bırakılanları hatırlanması için “Sürgün ve Göç Bahçesi”ne çıkıyor. Üçüncü rota ise bir çıkmaz, Soykırım!
Yeni binanın zigzag planı, kaybolma duygusunu cisimleştiriyor. Binanın bir yerinden başka bir yerine gidebilmek için ziyaretçiler, 60 köprüden biri olan, çıkmaza giden köprüden geçmek zorunda bırakılıyor.
Binanın içi tamamen betonarme. Boş alanlar ve çıkmazlar çok ince ışıkla aydınlatıldı. Bu sembolik aydınlatmanın nedeni, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin yaşadığı en karanlık dakikaların, kaçamama duygusunun ve her şeye rağmen içlerinde barındırdıkları umudun hissedilebilmesiydi.
Binanın en duygusal, en güçlü mekanı girişe uzanan uzun boşluk. Beton duvarların yarattığı soğuk, ezici atmosferde aydınlatma sadece tepede küçük bir çizgi halinde. Boşluğun zemini ise 10.000 ifadesiz yüz şekli verilmiş, demir plakalarla kaplı. Bu plakalar soykırım sürecinde kaybolan insanları temsil ediyor.
Müze içerisinde gezerken korkudan umuda kadar birçok duygu deneyimleniyor. Bu da Daniel Libeskind’in insan deneyimlerini mimariye çevirebilme kabiliyetini gösteriyor.