Birçok şehir kentsel aşırı kalabalıklaşma nedeniyle dolup taşmakla kalmıyor, iklim değişiminin gerilimiyle de yüzleşiyor. Bu iki sorunun birden çok çözümü olmasına rağmen yeni "eko-şehir"lerin inşaası bir taşla iki vurmayı deniyor.
Başka bir deyişle de kuşları geri getirmeye çalışıyor…
Peki aslında, bu master-planı olan toplulukların rolü sürdürülebilir gelecekte ne?
İzole edilmiş, ekoloji düşünülerek tasarlanmış bir topluluk yeni bir fikir olmaktan oldukça uzak. Her zaman ileri görüşlü olan Buckminster Fuller, kırsal “kubbeli topluluklar” fikrinden 1960’ların başlarında bahsediyordu ve 1975’te de yazar Ernest Callenbach Ecotopia adlı geleceği etkileyen romanını yayımladı ve onu takip eden yeşil hareketi büyük ölçüde etkiledi.
Belli başlı eko-toplulukların, köylerin, komünlerin takip eden yıllarda ortaya çıkmasına rağmen (örn: Davis, Kaliforniya) daha henüz bir “eko” model teknolojiyi bu kadar dahil edip gerçek şehirlerin boyutlarına ulaşabildi.
Küçük versiyonları organik olarak oluşmuş olmasına rağmen güncel eko-şehirler, yukarıdan aşağıya giden master planlamaları Foster + Partners’ın Masdar City’si veya Perkins & Will’in Dockside Green Development gibi büyük isim yapmış firmalar tarafından tasarlandı. Henüz bu eko-şehirlerin çoğu geliştirme aşamasında olduğu için gelecekteki performansları hakkında veya gerçek bir şehir esnekliğinin sahibi olup olmayacakları konusunda ancak tahmin yürütebiliriz. Tüm fonksiyonlar önceden belirlenemeyeceği için, büyük şehirler gibi davranabilmeleri için kentsel sürprizlere hazır olmalılar, şikayet ve geribildirim üzerine reaksiyon gösterebilmeliler.
Bütün eko-şehirleri bir konuşma içerisine yığıp genellemenin yanlış olduğunu görüyoruz, çünkü ölçek, içerik ve kalite olarak aralarında ciddi farklar var. Fakat bir şehri sıfırdan inşa etmek için ve bütün teknik nimetleri dahil etmek için bir miktar ek paraya ihtiyaç olacak.
Bazı şehirler, devletler tarafından başlangıç sermayesi sağlanacak kadar şanslı. Örneğin, Birleşmiş Arap Emirlikleri tarafından desteklenen Masdar City. Fakat çoğu şehir destek için firmalara ve şahıslara dayanıyor. Fujisawa Sürdürülebilir Akıllı Kenti, örneğin, Panasonic tarafından büyük oranda destekleniyor ve Florida’daki Fred DeLuca’nın Destiny’si Subway’in kurucu ortağı tarafından destekleniyor. Bir şirketin tekelleştirmesinin rahatsız ediciliğinin yanı sıra yatırımlarının devasa karşılığını almak isteyen insanları hayal edebilirsiniz. Bu yüzden yeni şehirler devamlı büyümeyi, iş yerleri ve endüstriyi cezbederek, varlıklıların işine gelen politikalara sahip olacaklar. Örneğin, Songdo, çok konuşulan eko-şehir geliştirmelerinden biri, gelir vergisi sınırlaması ile varlıklıların kazancını daha çok arttırmasını sağlayacak. Az kazananları geride bırakacak.
Yes Man’in Survivaball kostümü ise zengin iş adamlarını iklim etkilerinden korumak için sunulmuş hicivli bir örnek.
Eko-şehirler hakkında daha çok ipucu edinme arayışımızda bir eko-uzman olan mimar, şehir planlamacı ve eleştirmen Michael Sorkin’le görüştük.
“Sıfırdan şehir inşa etme fikri illa ki site elde etme sonucuna ulaşmaz. Buna direnme çabasını harcamalıyız ve şehirlerimizi kültür, tarih, kapasite ve biyo-bölgesel bağlamlarla çerçevelemeliyiz.” diyor Sorkin ve ekliyor:
“Gerçek risk ise bir aynılıklar dünyası yaratarak, ayrıcalıklıların camdan kulelerinde yaşayıp, her blokta bir Starbucks’larının olması ve yoksulların da aşırı kalabalıklaşma ve sefalet dünyası içinde yaşamaya mecbur bırakılmalarıdır.”
Ekonomik ev sahibi olmanın bu projelerin çoğuna dahil edilmesine rağmen (Amerika bunu belirli büyüklüğün üzerindeki planlamalara zorunlu tutuyor) bir garson veya inşaat işçisinin bütçesi orada yaşamaya yetecek mi? Ayrıca, yoksulluk var olmayacak, değil mi? Bu ütopik bir inşaat sonuçta. Millenium Development Goals raporundaki istatistiklere göre her 3 şehirliden 1’i kenar mahalle koşullarında yaşıyor ve bence bunun eko-şehirlere oranlanıp tanımlanması yakın gözükmüyor. Bu sıfırdan başlayan tasarımların şehirlerde mevcut bulunan kompleks sosyal problemlerden kaçma lüksüne sahip olması, yoksulları planlardan çıkartarak sosyal ve uzamsal bölünüme yol açar. Bu Elysium filminden sahneleri göz önüne getiriyor…
Ancak, Sorkin’in belirttiği üzere:
“Dünyanın şehir nüfusunun haftalık bir milyon gibi bir artış hızına sahip olması (yarısı kenar mahallelerde yaşayacak) büyük bir krizle yüzleştiğimizi gösteriyor. Bunun çözümü yeni şehirlerden çok fazla yapmak olmalı. Her şehir –eski veya yeni– sürdürülebilir, adil ve güzel olmak için uğraşmalı fakat bu amaçların yoldan sapması kontrolden çıkmış mega şehirlerle, kırsala göç ile ve kaçınılmaz olan alçaltıcı kenar mahallelerle mümkün.”
Kentleşmeyle ilgili istatistikleri hepimiz gördük, yeni şehirlerin yaratılması hiçbir zaman durmayacak fakat bizim odaklanmamız gereken esas mesele, mevcut şehirlere yeniden ayarlamalar yapmak yerine yeni kurulan şehirlerdeki eko-gücü arttırmak mı? Sıfır karbon emisyonu olan Masdar City fikri kulağa hoş gelse de, büyük resme bakıldığında karbon emisyonu olmayan bir Birleşik Arap Emirlikleri kadar katkısı olmayacaktır, özellikle BAE’nin dünyanın en büyük karbon emisyonu yapan bölgelerden biri olduğu düşünülürse.
Eğer herkesin gemilere atlayıp pırıl pırıl yeni eko-şehirlere taşınmayacaklarını göz önünde bulundurursak, bu gelişmeler yeni teknolojilerin kalite güvencesi ve kentsel planlama numaralarının test edildiği deneysel alanları olarak görülebilirler. Bu mevcut şehirler için faydalı olur çünkü bu numaraların işe yaradığı görülürse alıp uygulayabilirler. Bu tür deneyleri mevcut şehirlerde yapmak altyapısal sorunlara yol açıp, büyük yatırımlara sebep olurdu ki bunun dışında zaten ilgilenmeleri gereken birçok sorun var. Bu yüzden, eğer bir hata yapılacaksa bu deneysel genç şehirlerde yapılmalı.
New York gibi tarihsel katmanlara sahip şehirlerle kıyaslandığında, uygarlıktan izole olmuş, steril ve yeni bir yerleşimin cazibesi olmuyor. Fakat çaresiz zamanlar çaresizce çözümlere yol açıyor.
Peki siz hangisini seçerdiniz?