Adı ‘Instant City’. Rengârenk dev çadırlardan oluşan bir ‘taşınabilir’ şehir. 1971’de imece bir çalışmayla, İbiza’da kuruluyor.
Yıl 1971… Yer İspanya… Uluslararası Endüstriyel Tasarım Dernekleri Konseyi’nin (ICSID) 7’ncisi yapılacak. Farklı bir fikir, mekân ve konsept aranıyor. Mimarlık öğrencisi iki genç, Carlos Ferrater ile Fernando Bendito, ‘efsanevi’ bir mimar olan hocaları José Miguel de Prada Poole’ü ‘etkileyerek’ bir projenin işaret fişeğini yakıyorlar: Instant City. Yani ‘çabuk hazırlanan, aniden kuruluveren dev bir şehir’; maliyeti az, kurulumu kolay, çok insanı içine alan… Kongre de bu ‘şehirde’ yapılacak. Prada Poole’ün kimi zaman bir arı kovanını andıran, kimi zaman bir merdiven gibi göğe uzanan, rengârenk tasarımları bu hayale öyle uygun ki…
Ferrater ile Bendito da boş durmuyor bu arada; bir manifesto hazırlıyorlar. Amaçları ICSID Kongresi’ni bir sosyal deneye dönüştürmek. Ortak çalışma, canlılık, sürdürülebilirlik gibi kavramları, yeni sanayi-toplum ilişkilerini tartışmak, entelektüel işbirliği, iyimserlik ve eğlenceyi bir diyalog halinde bir arada yaşamak için harekete geçiriyorlar insanları. Manifesto üniversitelerde dağıtılıyor. Ve yüzlerce ‘gönüllünün’ yardımıyla ‘Instant City’ kısa süre içinde İbiza’nın kuzeybatısındaki bir koya kuruluyor.
E dönem itibariyle bir hippi kültür de baskın… 14, 15 ve 16 Ekim 1971 tarihlerinde, yani 3 gün boyunca insanlar kendi kurdukları şehirde konferanslara giriyor, partiler düzenliyor, arkadaşlıklar kuruyor, bilgi alışverişinde bulunuyor ve sanatsal çalışmalar yapıyorlar.
Ben bu efsanevi konferansı, 42 yıl sonra açılan bir sergi sayesinde öğrendim. Bu sene başında, İspanya’nın Barselona kentindeki ‘Utopia is possible ICSID. Eivissa, 1971-Ütopya Mümkün’ adlı sergiyle… Sergide bu ütopik şehrin öncesi, sonrası, sanat eserleri, müzikleri (ağırlıklı Pink Floyd), katılımcıları fotoğraf ve videolarla anlatılıyordu…
Gezi Parkı da ütopik bir ada gibi… Ada, her tarafı su ile çevrili bir toprak olduğu kadar da güzel bir metafor. Çevresindeki formlardan farklı, daha tenha, daha izole, daha bağımsız bir yapı. Thomas More’un ütopyası gibi hem her yerde, hem de hiçbir yerde olmayan umutlu ve güzel bir yerin karşılığı.
Bir çadırda oturuyoruz; Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden bir öğretim üyesi, İTÜ Fizik’ten bir doçent, bir yayıncı ve ‘Çarşı’dan biri toplumların ahlak anlayışını masaya yatırmış… Bir başka çadırda Twitter mesajları okunup gülünüyor, bir diğerinde gitar çalınıyor. Sokak çocukları 10 küsur gündür içinde bulundukları ortamdan hoşnut; sonra hava biraz kararıyor ve sonradan adının Davide Martello olduğunu öğrendiğimiz bir piyanist, Taksim Meydanı’nın 3 farklı yerinde konuşlanarak konser veriyor. John Lennon’dan Bulutsuzluk Özlemi’ne, Şebnem Ferah’tan Duman’a geçiyor parmakları… Arkamdaki Avustralyalı genç “16 gündür buradayım, şu ana kadarki en güzel şey bu” diyor; o an oturduğumuz yer bir gün önce arbede içindeydi ya, ağlayanlar bile var…
Bugün, yarın Gezi Parkı’nda olunsun ya da olunmasın, ‘herkese birer anı bırakacak’ günler yaşandı. O günlerde ‘ütopya adası’ sanki gerçekten vardı. 1971 yılındaki o 3 günü anlatan serginin adı ‘Ütopya Mümkün’dü. Bilmem. Belki ütopya mümkün değildir ama kesinlikle çok önemlidir!