Parkta çadır kuran eylemciler 'mesele ağaca indirgenmesin' diyerek burada olma sebeplerini anlattı.
Fotoğrafı eylemin sembolü haline gelen ‘kırmızı elbiseli’ Ceyda Sungur da meselenin kendisine indirgenmesinden rahatsız, ”Kentsel dönüşüme karşı çıkan her yurttaş da üniversitesini savunan her öğrenci de polis şiddetiyle zaten burun buruna’ diyor.
Gezi Parkı’nda pazartesi akşamı başlayan direnişte eylemciler, parkta olma sebeplerinin doğru anlaşılmasını istiyor. ”İnci Pastanesi’nin yıkımına karşı mücadelenin ‘profiterol’e, Emek Sineması eylemlerinin ‘tarihi bina’ya ve Gezi Parkı dayanışmasının da ‘ağaçlar’a indirgenmesi, meselenin özünü yitirmek” diyorlar. Fotoğrafı uluslarası basın tarafından paylaşılan ‘kırmızı elbiseli’ şehir plancısı Ceyda Sungur da meselenin kendisine indirgenmesinden rahatsız. Sungur, ”Gezi Parkı mücadelesini tek bir kareye indirgememek gerekiyor” diyor… Söz direnişçilerde:
“Dün Taksim Gezi Parkı’nda yaşanan polis şiddeti hiç şaşırtıcı değil. Özellikle 1 Mayıs ‘tan sonra en küçük bir protestoda dahi son derece orantısız bir polis şiddetine ve insan hayatını tehdit edecek boyutta biber gazı kullanıldığına şahit oluyoruz. İnsan hayatını bu nebze tehlikeye atan kimyasal bir silahın kullanılması kesinlikle yasaklanmalıdır. Açık ki, kent hakkını savunan her yurttaş, en temel demokratik hakkını kullanmak isteyen her işçi, üniversitesini ve bilimi savunan her öğrenci ya da akademisyen, dün benim maruz kaldığım polis şiddetiyle hatta daha da fazlasıyla her an burun buruna. 1 Mayıs’ta ağır bir şekilde yaralanan Dilan Alp bunun en vahim örneği. Dolayısı ile dünkü kareyi Türkiye ‘de muhalif olan herkesi susturmayı amaçlayan iktidar baskısının ufak bir detayından ibaret görmek ve 1 yılı aşkın süredir verilen Gezi Parkı mücadelesini tek bir kareye indirgememek gerekiyor. Bugün kent mekanının değişim değerini artıran, kullanım değerini kentin ayrıcalıklıları yararına üreten, şehircilik ilkelerini, planlama esaslarını ve kamu yararını tek bir karar ile yok sayan birçok projeyle tehdit altındayız. Dolayısıyla kenti var eden değerleri tüketen, kenti parçalar halinde dönüştüren bu projeleri neoliberal yeniden üretim mekanizmalarından ayıramayız. Üçüncü köprünün temelinin atıldığını, Gezi Parkı’nın yok edilmeye çalışıldığı bugün tüm yurttaşlar olarak bir araya gelmeli, bir mücadele alanı olan kentimize sahip çıkmalıyız.”
“Bugün yalnızca ağaçlar ya da Gezi Parkı için değil, uzun zamandır içinde olduğumuz bir mücadelenin parçası olarak direniyoruz. Mesele şu aslında: Bir kenti kim, kimin için yönetir? Bugün karşımıza çıkan projeler, kentte yaşayanlar için değil sermayeye rant sağlamak adına yapılıyor. Bu meseleler etrafında yürütülen mücadeleler uzun zaman ‘çevrecilik’ diye küçümsendi. Fakat artık dünya ülkelerinin ekonomisimekan ve kent üzerinden ilerliyor, dolayısıyla bunun çevrecilik işi olmadığı çok açık. Mekanın politikliğini ortaya koyan hareketlerle ilişki içinde olmadıkça hiçbir siyasi görüşün de yaşayabileceğini düşünmüyorum bu saatten sonra. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam diyoruz. Sürecin sonu da her kentlinin istediği hayatı ve kent perspektifini yaratabileceği, herkesin eşit bir şekilde iyi yaşamasını sağlayabielcek bir hayatı kurgulayabileceği başka bir sistem kurmak…. Bu birlikte, kolektif olarak kurulabilecek bir şey ancak. Şehir planlama kamu yararı üzerine kurulu bir meslek alanıdır. Bugün birçok projenin ‘kamu yararı’ için yapıldığı söyleniyor fakat bu bilimsel olarak da ‘kamu yararı’ tanımıyla örtüşmüyor. ‘Kamu yararı’ndan kasıt devlet ya da herhangi bir kamu kurumunun yararı değildir. İstanbul’da bir kamu yararından bahsedeceksek bu kentte yaşayan herkesi, yani halkı kapsar. Bunun içini nasıl doldurulacağı çok önemli. Eğer ‘Kamu halktır, emekçi, işçi sınıfıdır’ diyorsnaız o zaman yaptığınız plan da çok farklı oluyor.”
“Taksim Gezi Parkı’nda birbirinden oldukça farklı pek çok insan günlerdir uykusuz bir şekilde parka yapılan müdahaleye karşı nöbet tutuyor. Taksim Dayanışması’nın ve 1 Mayıs’ta yaşananların bu birliktelik ve kararlı duruşun üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorum. Şimdiye kadar kent meselelerinin aslında siyasi meselelerden ayrı düşünülmesi gerektiğini düşünenler, Taksim Meydanı’nı sermayenin hizmetine açacak projelerin arka planında neler olduğunu da artık okuyabiliyorlar. Taksim Dayanışması’nın 1 senedir süren mücadelesi bu konudaki duyarlılığı oldukca yüksek bir seviyeye getirdiği, ayrıca 1 Mayıs’ta tüm kentin bir labirente dönüştürülmesi ve insanların sokaklarda işkenceye maruz bırakılmasının da bu bilinçte bir etkisi oldugunu düşünüyorum. Bu farkındalık çok önemli. Buradan tüm yaşam alanlarımız, kamusal alanlarımız ve mahallelerimizde yapılması planlanan, hakkımız olanın sermayeye mal edildiği tüm projeler hakkında da söz üretilebileceğini düşünüyorum.
Bir diğer nokta ise sürekli bu gibi alanlarda toplumun tepkisini çeken bir planlama ortaya çıktıgında ”Mevcudun alternatifi ne peki” sorularının ortaya cıkması. Aslında alternatif kelimesi bile burada beni rahatsız ediyor. Bir mimar olarak bu alan için sonsuz sayıda proje-plan vs… üretilebileceğinin de farkındayım. Ancak şunun söylenmesi nedense kimseye bir öneri ya da çıkıs yolu gibi gelmiyor: Ne Çamlıca ne Taksim Meydanı ne de Gezi Parkı bir mimari projenin konusu olabilir. Çünkü parkın korunması ve bakımı gibi bazı hizmetlerle çözülebilecek problemleri bahane olarak kullanılıp buradan rant odaklı projeler üreten bir anlayışla karsı karsıyayız. Emek Sineması olduğu gibi korunarak zaten ait olduğu kamunun kullanımında, bağımsız bir sinema olarak açılabilir. Ama bu, şu anda içinde bulunduğumuz sistem ve anlayışın isteklerini karşılar mı?”
”Bugün gazetelere baktığımda, dün Gezi Parkı’nda yaşanan direnişin, verilen mücadelenin tam olarak anlaşılmadığını düşündüm. Mücadelenin içeriğinin sadece kesilen ağaçlarla ilişkilendirilmesi, acaba ortada bilinçli bir çarpıtma mı olduğu düşüncesini uyandırıyor bende. Çünkü biz burada parkı savunurken sadece içinde bulunan ağaçları korumak için değil, burada uygulanmak istenen rant projesine karşı durmak için de mücadele ediyoruz. Gezi Parkı’nda yaratılmaya çalışılan rantın, buraya verilmek istenen yeni biçimin iktidarın bir bütün olarak İstanbul’da uygulanan projelerden bağımsız olmadığını biliyoruz. Tarlabaşı, Sulukule, Ayazma ya da Emek Sineması’nda yapılmakta olan şey birbiriyle ilişkili. Bir yanda yoksullar ve alt sınıflar yerlerinden edilip kentin dışına sürülürken, Emek Sineması gibi insanların belleğine kazınmış bir kültür mekanı aynı kaderi paylaşıp yok ediliyor. Ben, kentsel dönüşüm meselesinin sınıf mücadelesinin başka bir biçimi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla mesele sadece ağaç değil, Emek Sineması sadece sinema meselesi olmadığı gibi.”