Andrew Finkel'ın, New York Times'ta yayınlanan, İstanbul ve laleler üzerine yazdığı makalesi...
İstanbul’da Nisan ayı boyunca parklar, bahçeler, hatta en yoğun taşıt yolları arasında kalan refüjler de dahil olmak üzere her yerde bir renk cümbüşü hakim. İstanbul’da “Lale Sezonu” açıldı. Neredeyse şehrin her sakini için bir adet olacak şekilde ekilen 14 milyonun üzerinde lale soğanı çiçeklenmeye başladı bile. 16. Yüzyılda, bu vahşi dağ çiçeğini ehlileştirerek kullanmaya başlayan İstanbul, tüm Kuzey Avrupa ülkelerinin de ilgisini çekmeyi başarmış bu dönüşüm için o günden bugüne kendisi ile gurur duyar.
Ancak yerel yönetimler kaynaklarını, sanayi ölçeğindeki bu kentsel bahçe tutkusu yerine, şehrin bir zamanlar var olan zengin doğal çevresinden arta kalanları kurtarmak için kullansa daha iyi olacak gibi görünüyor.
Aslında İstanbul lalesinin tarihi, başlı başına eğitici bir hikaye niteliğinde, 18. Yüzyılın başlarında, tarihçilerin daha sonradan Lale Devri olarak adlandırdığı dönemde en az 2.000 ayrı lale çeşidi mevcuttu. Fakat İngiliz Bitki Bilimci Andrew Byfield’in belirttiğine göre bunların hiçbiri günümüze ulaşamadı. Yok olup giden bu lale türleri, hastalıkların veya değişen modanın kurbanı oldular.
Bugün, İstanbul çevresinde sergilenmekte olan lalelerin büyük çoğunluğu yerel türler olsa da, aslında Hollanda’dan buraya nakledilerek ekilen Hollanda melezlerdir. (Kökeni Orta Asya bozkırlarına dayanan, önceleri Osmanlı İmparatorluğu tarafından yetiştirilerek Hollanda’ya ihraç edilen bu bitki, daha sonraları Türkiye’de nesli tükenen yerel türleri yenilemek adına Hollanda’dan ithal edilir hale geldi.) Merhum bitki bilimci Turhan Baytop’a göre “Uçlarına doğru tıpkı bir iğne gibi sivrilen, uzun, hançer şeklindeki taç yaprakları ile zarif, badem şeklinde bir çiçek” olan orijinal İstanbul lalesi, günümüzdekilerden çok daha farklı bir yapıya sahipti.
Türklerin lale tutkusunun zirveye çıktığı dönem, yani 18. yüzyıl başı, III. Ahmed hükümranlığındaki Osmanlı’da bu bitki mükemmel ve eşsiz olanın kutlanmasının bir ifadesi olarak görülüyordu. Çiçek yetiştiricileri tüm bir yılı tek bir tür çiçek yetiştirerek geçiriyorlardı. O dönemde, yani 1725 yılında tek bir lale soğanı için biçilen değer 1.000 parça altını bulabiliyordu. Günümüze bakacak olursak, bu yıl düzenlenen İstanbul Lale Festivali’nde toplamda 12 milyon Türk Lirası’nın üzerinde bir harcama yapılması bekleniyor, ki bu hemen hemen bir lale için bir Türk Lirası harcanması anlamına geliyor.
Tabii ki, lalenin artık seçkin insanların ayrıcalıklı bir tutkusu olmaktan çıkmasına memnunum. Ancak mevcut festivalde sergilenen bu yeşil ve doğa temasının, bir yerlerde katledilen yeşil bir alanın kamuflajı olduğu gerçeğine de bir o kadar üzgünüm.
İstanbul’un arda kalan son yeşil alanlarından birinin imara açılmasına neden olacak, şehrin kuzey ucunda konumlanan üçüncü bir boğaz köprüsünün inşa edilmesini içeren projeyi durdurmak şimdi daha da imkansız gibi görünüyor. Daha şimdiden, hükümetin aklında; altı uçuş pistine sahip, dünyanın en büyüklerinden biri olmaya aday Üçüncü Havaalanı ve Trakya Yarımadası’nı keserek gemiler için alternatif bir güzergah oluşturmayı amaçlayan Kanal İstanbul gibi birçok çılgın proje yer alıyor. Aynı zamanda İstanbul’un şehrin batısında büyük bir yıkıma yol açacak 2020 olimpiyatlarına adaylığını da unutmamak gerekir.
Bu çılgın projelerin hayalini kuran yetkililer belki de, Lale Devri’nde kontrolü elinde tutan padişah III. Ahmed’in akıbeti üzerine bir durup düşünmeli: III. Ahmed en sonunda tahttan indirildi, bazılarına göre ise bunun tek bir nedeni vardı artık gücünün yetmediği abartılı ve gösterişli zevkleri. Bir lalenin içerisinde yer alan İstanbul silüetini simgelemesi gereken 2020 Olimpiyat adaylığı logosu, bana daha çok şehri yutmak üzere olan bir sinekkapan bitkisini anımsatıyor.
2 yorum
Andrew Finkel’i tespitleri için kutlarım…..
Yazık