Time dergisi dünya tarihinin "en etkili yerlerini" belirlemek istemiş. "Yeri," binalar, şehirler ve tabiat harikaları olarak tanımlamış.
Bu görevi de daha evvel Time 100 listesine giren insanlara vermiş. Time 100’e giren insanlar da kendi müktesebatlarına göre birer yer önermiş. Böyle olunca, dünya tarihinin en etkili yerleri arasına Almanya’daki Mainz kentinden ABD’deki Sekoya Parkı’na ya da Roma’daki Vatikan Müzesi’ne kadar uyumsuz bir liste ortaya çıkmış.
Pop iktisatçı Roubini ise listeye oldukça ciddi bir katkı yapmış. Şarkıcı Taylor Swift’in engin kültürüyle New York’taki Central Park’ı eklediği listeye Roubini İstanbul’u önermiş. Kısa açıklama yazısında da ilginç bir tanımlama yapmış: “İstanbul, Batı’nın ekseni tekrar Doğu’ya yönelip Avrupa Birliği’nin Türkiye, İsrail ve Ortadoğu ile bütünleşmesi tamamlandığında “Eurabia’nın” (“Avruparabistan”) merkezi olacak şehir.”
Time 100 listesindeki az sayıdaki sosyal bilimciden birisi olduğunu anladığım Roubini’yi uzun zamandır ilk defa takdir ediyorum. Hayatının uzun kısmını Amerika’da hocalık yaparak geçirse de İran’da doğup Türkiye ve İsrail’de yaşamış olmasının bu iktisatçıya diğerlerinden daha geniş bir perspektif avantajı sağladığı kesin. Davetler sebebiyle devamlı seyahat ediyor olmasının da etkisi olsa gerek.
Dünyanın iddialı ekonomi/kültürlerinin kendilerini dünyanın merkezi olarak görmesi bildik bir davranış tarzıdır; Çin’in Orta Krallığı’ndan tutun, günümüzde New York ya da Washington’ın kendisini dünyanın merkezi saymasına kadar. İstanbul kurulduğundan beri bir kent olarak böyle resmi ya da gayri resmi listelerin en üst sıralarında yer aldı. Roma İmparatorluğu’nun ikinci başkentiyken, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentiyken ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük kentiyken.
Yaşlı İstanbul, orta yaşlarında Londra ya da Paris’in çamur deryalığından kente terfi ettiğini gördü. Kızılderililerden 17. yüzyılda alınan yarı bataklık alanın 1800’lerde 50 bin kişilik nüfusa ulaştığı New York’un kentleştiğini de izledi. Moskova prensliğinin Hıristiyanlığa dönüşünde İstanbul ve Ayasofya’nın parmağı vardı. Tatar aydınlarının ise hacdan önce mutlaka ziyaret ettiği yarı kutsal kentti İstanbul. Ancak İstanbul Atlantis’leşmedi; dünya ekonomisindeki değişimi izlerken İstanbul hep önemli kaldı. İlginçtir; Time listesinde Roma veya resmi rakamlara göre İstanbul’la karşılaştırılır, ekonomik büyüklüklere sahip Londra ya da Paris yok. New York ve Silikon Vadisi var. Dünyanın ömrünü bilemeyiz ama bunların da 100 ya da 500 yıl sonraki bir listede yer alıp almayacaklarını bilmiyoruz.
Liste ciddi değil diyeceksiniz; ancak bu İstanbul’un yine de neden akla geldiği sorusunu cevaplandırmıyor. Rio ya da Bombay gibi BRIC kentlerini bırakın, dünyanın Türkiye’den çok daha büyük ekonomik ve siyasi güçlerinin önemli kentlerinin akla gelmediği listede İstanbul neden yer alıyor? Tarihçi Norman Stone bir defasında ‘Londra ile Singapur arasındaki coğrafyada yaşayabileceğim tek şehir’ diye tanımlamıştı İstanbul’u. Stone’a bunu söyleten şeyin yaşam kalitesi olmadığı kesin. Neydi İstanbul’un sihri?
İstanbul’un sihrini açıklayamasak da Türkiye açısından önemli bir değer olduğu kesin. İmparatorluk döneminde İstanbul bir üst kültüre sahipti. “İstanbul Türkçesini” hatırlayın. Dahası bu üst kültür tüm Türk ve İslam dünyasının merkeziydi demek mübalağa olmaz. Şimdilerde İstanbul’un bu ayrıcalığı yok. Ekonomisinin gücü sebebiyle sanat ya da fikir faaliyetleri diğer kentlerimizden fersah fersah ileride olsa da “üst İstanbul kültüründen” bahsetmek mümkün değil. Ancak sihri ve bünyesinde barındırdığı bin yıllarca yıllık çok uluslu, kültürlü, dilli, dinli birikimiyle dünyanın eşi olmayan bir kenti olduğu da kesin.
Türkiye bu “asaletten” yararlanıyor mu? Cevap hayır. İstanbul’un hayat tarzının ve ekonomisinin, hak ettiği gibi, uluslararası bir fikir, kültür, ekonomi/finans, hatta insanlık merkezine yaraşır şekilde yeniden inşası sağlanabilir mi? Yani, kentin doğal renk ve sihrine el ve beyin emeğimizle ne ekleyebiliriz? Başarılı katkı örnekleri yok değil ama bütüncül bir “İstanbul kavramımızın” ve sistematik bir çalışma programımızın olmadığı da kesin.
Mimariden başlayarak kente yaptığımız ve hâlâ yapmakta olduğumuz kötülüğe, şehrin bir fabrika gibi sanayi üretimi yapmasına kadar tartışmamız gereken çok konu var.