Mimarlık pratiğini onu modern dünyanın reddedilmesi gereken bir disiplini olarak görmesine rağmen, mimarlık düşüncesi Heidegger’i yok saymayı başaramaz.
“Mimarlar İçin Düşünürler” başlığı, “yeni başlayanlar için felsefe” gibi, ele aldığı konuyu biraz basitleştiren ve popülerleştiren başlıkları çağrıştırıyor. Mimarların, kuramsal bilgi ile kurmaya eğilimli oldukları pragmatik ilişki biçimi düşünüldüğünde bu çağrışım pek de yersiz olmayabilir. Zira mimarlar, ürettikleri projelere meşruiyet kazandırmak için, temelleriyle kavranmamış kuramsal araçların kullanımına sıkça başvururlar. Öte yandan bu dizi, önemli düşünürlerin mimarlık alanına ilişkin görüşlerini özetleyerek tartışmak bakımından oldukça faydalı bir iş yapıyor. Bu yüzden, YEM Yayın’ı hem bu diziyi Türkçe’ye kazandırmak kararı, hem de çeviri konusunda gösterdikleri titizlik yüzünden kutlamak gerek. Özellikle filozofların karmaşık sistematikleri içinde anlam kazanan düşüncelerini okuyucuya berrak bir biçimde aktarabilmek oldukça zorlu bir iş. Serinin ikinci kitabı olan Mimarlar için Heidegger, bu açıdan dizinin en zor çevirilerinden birisi olarak düşünülmeli, zira Martin Heidegger’in, ele aldığı kavramları Almanca köken ve çağrışımlarıyla inceleyen felsefe tarzı, çeviri faaliyetini güçleştiriyor. Ancak Volkan Atmaca’nın, kavramların Almanca, İngilizce ve Türkçe’deki karşılıklarını okuyucuya sunma gayreti bu zorluğu büyük ölçüde hafifletiyor.
Mimarlar İçin Heidegger’i değerlendirmeye küçük bir anektodla başlamak, Heidegger’in mimarlık alanı içindeki algısına dair bir fikir verecektir. Henüz öğrenciyken, çalışmalarını takdirle izlediğim bir akademisyen mimar, sunumu sırasında kendi düşünce biçimini “hâlâ Marksizmle… ama Heidegger’le delik deşik olmuş bir Marksizmle” tanımlamıştı. Heidegger ve Marksizm! Bu birliktelik benim tüylerimi diken diken etmeye yetse de, mimarlık kuramı açısından Heidegger’i daha fazla ciddiye almam gerektiği konusunda da bir uyarı olmuştu.
Gerçekten de Nazilerin iktidara gelişinin ardından Freiburg Üniversitesi’ne rektör olduğunda ırkçı uygulamaları hayata geçirmekten çekinmeyen Heidegger’in Nazizmle ilişkisi filozofu tartışmalı bir yere oturtmuştur. Dahası, düşünce sistematiği içinde de, ısrarla romantize ettiği kırsal, teknolojiden uzak ve toprağa bağlı “otantik” yaşantı, Nazizmin (yabancı olanı) dışlayıcı ve özcü ideolojik tutumu ile yakınlık gösterir. Bu da Heidegger’in felsefesini iki kere sorunlu yapar; filozofun sadece kişisel tarihi değil, düşünce sistematiği de Nazizmin gölgesini taşır. Öte yandan, mekânın insan varoluşu için önemini algılayan bir kimse için Heidegger’in mekânda yer tutma, yurt edinme konusunda okuyucusunda uyandırdığı duyarlık göz ardı edilemeyecek denli güçlüdür. Hatta, mimarlık pratiğini açıkça olumsuzlamasına ve onu teknokratikleşmiş modern dünyanın reddedilmesi gereken bir disiplini olarak görmesine rağmen, mimarlık düşüncesi Heidegger’i yok saymayı başaramaz. İşte bu gerilim daha da ilginç kılıyor Mimarlar İçin Heidegger’i.
Kitabın hem başlangıcı, hem de sonu, yazarın Heidegger’in Nazizmle ilişkisine dair uyarılarını içeriyor. Sharr, sanki hem Nazizmden hazzetmediğini kanıtlamak ister, hem de herhangi bir okuyucusunun yanlışlıkla Nazizme sempati duymasına sebep olmaktan çekinir gibidir. Bunun biraz fazla tedbirli bir tutum olduğunu belirtmek gerekli.
Heidegger düşüncesine dair uyarılar içeren kısa girişin ardından kitap, hacimleri eşitsiz dört bölümle devam ediyor. Bu bölümlerden ilki, yazarın, Heidegger’in düşüncesine şekil veren kırsal mekânsal deneyimin bir örneğini içerir: bir dağ gezisi. Yaptığı gezintiyi tüm detaylarıyla aktarmaya çalışan yazar, toprak ve gök arasında, doğanın anlık değişimleriyle duygu ve algı durumumuzun nasıl değiştiğini gösterip, Heidegger’in insan varoluşunun izini sürüş tutkusunu paylaşmamızı sağlamak ister. Bunun ardından gelen bölüm ise Heidegger’in yaşam öyküsünü özetler. Bu iki kısa bölümün ardından, kitabın ana gövdesini oluşturan ve Heidegger’in mimarlık alanı ile ilişkilendiği, 1950-1951 yıllarında üretilmiş üç temel metnin tartışıldığı bölüm gelir. Bu metinlerden ilki, Heidegger’in 1950 yılında verdiği “Şey” başlıklı ders metnidir. İkinci metin, mimarlıkla biraz daha doğrudan ilişkilendiği, 1951’de sunduğu “İnşa Etmek İskân Etmek Düşünmek” başlıklı bildiridir. Üçüncüsü ise, yine 1951’de gerçekleşen bir konferansta sunduğu ve başlığı Hölderlin’in bir dizesine atıf yapan “…şiirsel biçimde, insan mesken tutar…” başlıklı metindir.
Bu üç metinde, Heidegger’in hem mekâna verdiği önemi, hem de mimarlığa duyduğu düşmanlığı özgün kavramsal çerçevesi içinde buluruz. “Nesne” ile “şey” arasında, ilkini soyut ve dünyevi varoluşumuzla ilişkisi giderek zayıflamış “nesne”, ikincisini ise, aksine, insanın dünyayla kurduğu ilişkinin parçası olan “şey” olarak tarif ederek, keskin bir karşıtlık kurar. Heidegger için bina, “inşa edilmiş şey”dir; ve bu anlamıyla bina, her zaman için mimarlığa yeğ tutulmalıdır. Zira mimarlık, insan varoluşunun temel bileşeni olan ve “iskan etmek”ten bağımsız düşünülmemesi gereken “inşa etmek” faaliyetini rasyonalize eden, onu sistematik formüllerle yabancılaştıran bir disiplindir. Oysa inşa ve iskân –Heidegger bu iki sözcüğün Almancada aynı kökten geldiğini ileri sürmektedir– dünyada varoluşun doğal parçalarıdır. İnşa etmek, sıradan insanın dünya ile kurduğu ilişkinin biçimidir, uzman meslek insanlarının sunduğu bir hizmet değil. Heidegger, nesne ile şey arasında yaptığına benzer bir ayrımı, soyut ve matematiksel olarak kavranan “mekân” ile, insan deneyimi yoluyla kavranan “yer” arasında yapar.
Üç metin üzerinden Heidegger’in temel kavramlarının tartışıldığı bölümün ardından, Heidegger’den esinlenen mimarların örneklendiği son bölüm gelir. Bu bölümde yapıtları kısaca tartışılan (Peter Zumthor, Steven Holl, Aldo Van Eyck ve Hans Scharoun gibi) mimarlar için kilit önemde olan kavram “yer”dir. Oysa, “yer”in insan deneyimi için özel niteliğinin bir tasarım girdisi haline getirilmesi, Heidegger’in reddedeceği bir tutumdur. Böylelikle, kitabın sonunda Heidegger düşüncesi ile mimarların kurduğu gerilimli ilişki ikinci bir boyut daha kazanır. Nazizmle ilişkisi göz ardı edilse bile, Heidegger’in “yer”in insan varoluşu için önemine yaptığı vurgu mimarları kendine çekerken, bu vurgunun mantıksal sonucu olarak mimarlığın yadsınması, mimarları zorlu bir ikilemle karşı karşıya bırakır. Kullanıcı ile yer arasındaki otantik ilişki mimarın tasarım müdahalesi ile kirleniyorsa, bir mimar için Heidegger’den etkilenmemek de, onun düşüncesi ile tutarlı bir mimarlık üretmek de imkansız görünmektedir.