Emek'in kurtulamayış hikâyesinin sırrı İngiltere'deki Electric Sineması'nda saklı.
İlk kez 90’lı yılların başında Portobello Road’a paralel bir sokakta öğrenci odasına sığındığımda buralar belki dutluk değildi ama uyuşturucu satıcılarının cirit attığı, Londra’nın en riskli sokağıydı. O zaman da şimdiki gibi büyük bir meyve-sebze pazarı yolun ortasına kuruluyor, belirli günler için antika dükkânlarının önü seyyar tezgâhlarla doluyordu. Nothing Hill’den aşağıya, üzerinde binbir türlü antika (veya hurda) eserin bulunduğu bu tezgâhların arasından geçerken aklımda Emek Sineması, hedefimde ise Electric Sineması’nın şehrin en havalı sosyal kulübü Soho House tarafından işletilen kafesi var. 1911 yılında hizmete sokulan tarihi sinemanın önce girişine yönelip tarihi kapısından içeri girip Danny Boyle’ın son filmi Trance için bir bilet alıyorum. Üzerinde sinemaya ait bir üniforma olan gişedeki kadın kibarca içeride yiyecek ve içki servislerinin olduğunu hatırlatıyor. Teşekkür ediyorum. Sinema girişinin hemen yanında küçük bir kapıdan kafeye geçiyorum. Son yıllarda şehrin en havalı kafelerinden biri, sinema ile beraber işletiliyor. Emek Sineması’nın kurtuluş savaşını nasıl kaybettiğinin hikâyesi Electric Sineması’nın bu savaşı nasıl kazandığında gizli.
Tıpkı bizim emektar Emek gibi Electric Sineması’nın da tarihçesi çok eskilere dayanıyor. 1911 yılında açılan sinemanın başına gelmedik şey kalmamış.
1911-1939 yıllarında sinema şehrin yükselen yıldızlarından bir tanesi olmuş. Daha ilk açıldığı günden itibaren batı yakasındaki popüler sinemalara alternatif bir programla faaliyet göstermiş. 1939 yılında Londra Alman savaş uçakları tarafından bombalanırken sinema da hükümet kararı ile kısa süreli kapatılmış. Yine de faaliyetlerine devam etmiş. Sirenler ne zaman çalsa sinemadakiler en yakın sığınaklara doğru kaçarlarken yanlarına sinema yıkılırsa enkazın altında kalabilecek ne varsa alıyorlarmış.
Sinema kısa sürede hem mahalle hem de sinemaseverler için bir Cinema Paradiso’ya dönüşmüş. Mesela mahallede o yıllarda sinemaya giden çocuklar salonda sürekli taze meyvelerin elden ele dolaştığını anlatıyorlar. Bir ara 40’lı yıllarda bir makinistinin seri katil olduğu dedikodusunun da tam sinemanın hayal gücüne uygun gözükmesi bu yüzden normal sanırım. Sinema 50’lerden sonra Londra’daki sinemaseverlerin Mekke’si olarak tanımlanıyor (aynen broşürden alıntılıyorum). Özellikle çalışanları ile hem şöhreti daha da artıyor hem de Nothing Hill semtinin bohem hayatının vazgeçilmezlerinden birine dönüşüyor. 70’lere gelindiğinde sinema artık bir sinema kulübü olarak anılmaya başlanıyor. Seçkin filmler gösterildiği gibi filmlerin tanıtıldığı broşürlerle de fenomene dönüşüyor.
Günün birinde siyah bir kedi olan Clint peydahlanıyor (tıpkı Emek’te olduğu gibi), hem sinema çalışanları hem de müşteriler kısa sürede sinemanın simgesi olan Clint’e alışıyorlar. 1983’te sinema renove edilerek yenileniyor ancak yeni açılan sinemalarla rekabet etmesi mümkün gözükmüyor. 1987 yılında sinemanın kapatılıp yerine o zamanların ruhuna uygun bir alışveriş merkezine dönüştürülmesi planlanıyor. Daha bu dedikodu konuşulmaya başlanır başlanmaz sinemaseverler Electric Sineması’nı kurtarmak için kampanya başlatıyorlar. Bakın burası çok önemli. Özellikle sinemanın bulunduğu mahalle başta olmak üzere herkes ayağa kalkıyor. İngiltere’nin bütün sanatçılarından imza toplanıyor. Tam 10 bin imza ile Audrey Hepburn’den Anthony Hopkins’e kadar İngiliz sinema endüstrisi bu kampanyanın arkasında duruyor. Sinema çalışanları yerel belediyeyi kuşatıyor. Hem İşçi Partisi hem de Liberaller kampanyayı destekliyorlar. Sinemanın antik alışveriş merkezine dönüştürülmesinden böylece daha başlangıçta vazgeçiliyor. 1990’da sinemayı bir özel girişimci alıp canlandırıyor. Almadovar gibi ünlü yönetmenler filmlerinin galası için buraya geliyorlar. Ancak yine tutunamıyor. 1993’te 8 yıllığına kapandığında hiç kimse alışveriş merkezi yapmaya cesaret edemiyor. Derken 2001’de bir yatırımcı sinemayı alıyor. Lüks sanat sineması konseptinde yeniden oluşturuyor. İşletmesini Soho Kulüp’e teslim ediyor. 2 milyon pound’luk bir yatırım ile sinema yeniden şehrin gözdesi ve kâr eden bir işletmeye dönüşüyor.
Emek Sineması’nda bunların hiçbiri yapılmadı. Sinema zamanın şartlarına uyamadı. Satıldığında hiç kimsenin haberi olmadı. Olanlar ise hiçbir şey yapmadı. Zaten Beyoğlu çoktan günde bir milyon kişinin yürüdüğü bir AVM’ye dönüştüğü için ortada mahalleli de yoktu. En azından İKSV devreye girebilir, kampanyalar düzenlenebilir, iyi bir iş planı çıkarılarak hem korunup hem de kârlı bir işletmeye dönüşebilirdi. Kimse bunu düşünmedi bile…
Ne zaman ki Emek Sineması’nı alan firma tüm yasal izinlerini tamamlayıp yıkmak için kazmayı vurdu, bizim sinemacılar duruma uyanıp sokağa döküldü.
Oysa Emek Sineması’nın kurtuluş savaşı çoktan kaybedilmişti.
Geçmiş olsun!