Plansız, kontrolsüz ve tarihi yokmuş gibi davranılan İstanbul, kocaman bir gecekondu şehri gibi görünüyor.
Bir zamanlar insanın bakmaya doyamayacağı güzellikte binaların bulunduğu, fakat sonra Türkiye’nin birçok eski semti gibi apartman istilasına kurban gitmiş bir yerde yaşıyorum. Etrafım “bu binayı yapan herhalde zevk körüydü” dedirten türden apartmanlarla çevrili.
Evimin perdeleri beyaz. Işık geçiren fakat saydam olmayan cinsten. Hep kapalı duruyor, açmıyorum. Neden biliyor musunuz? Gördüğüm çirkinliğe alışmak, zevk körü bir ayaklı sebzeye dönüşmek istemiyorum. Her sabah evden çıktığımda, başımı kaldırarak yürüyorum. Etrafıma bakıyor, “Acaba eskiden buralar nasıldı?” diye hayal kuruyorum.
Mesela çirkin apartmanların arasına sıkışmış bir ev görüyorum. “Demek eskiden böyleymiş hepsi” diyorum. O sevimli ev, “mümkün olduğu kadar çirkin, mümkün olduğu kadar para getirecek” özelliklere sahip değil. Sahipleri, bir ev yapmışlar ve yüzünü bulunduğu yokuşa açı vererek oturtmuşlar. O evleri yapanlar, insan elinden çıkan yapıların, yaşadığı yerin doğasına uyum içinde olması gerektiğini bilmişler. O evleri, hunharca, istilacı ruhuyla, “Apartmankondu” anlayışıyla değil, sokağın sesini dinleyerek yapmışlar.
Artık o evlerden çok yok. Onların yerine dikey gecekondularla dolu semtler.
Plansız, kontrolsüz ve tarihi yokmuş gibi davranılan İstanbul, kocaman bir gecekondu şehri gibi görünüyor.
İşte, bu o yüzden perdelerimi açmıyorum. Işığın evime girmesine ihtiyaç duyuyor, fakat çirkin binalara bakmak istemiyorum. Bir gün ben de İstanbul’un içine edenler gibi zevk körü olurum diye korkuyorum.
Eğer perdeleri açarsam Hiroşima’da atom bombası yemiş gibi “budanan” yüzyıllık ağaçları görürüm diye korkuyorum. Perdeleri açmıyorum, çünkü İstanbul’un dokusunu, tarihini, kokusunu bugüne taşıyan binaları elden geçireceklerini duyduğumda “Aman iyi, yeni bina yapsınlar zaten, temiz temiz yapsınlar işte” diyenlere dönüşürüm diye korkuyorum. “Alexandre Vallaury da kim?” diyen, yaşadığı kentten haberi olmayanlara benzerim diye korkuyorum.
Kadıköy rıhtımında, sahil şeridinde gezerken, karşıma, İstanbul siluetine doğru bakıyorum. Tarihi yarımadanın arkasında, yapan mimar için gurur kaynağı olan gökdelenler İstanbul’u gölgeliyor…
Biraz daha yürüyor, İstanbul’un herhangi bir semtinde olabilecek bir parkın içinden geçiyorum. Şehrimin belediyesi, her yere aynı peyzajı uygun görmüş, tüm semtleri birbirine benzetmiş. Vizyon zayıf ancak en azından ağaç diktikleri için teşekkür etmem gerekiyor herhalde diye düşünüyorum. Sırtımı denize dönüyor, rıhtımdan yukarı doğru yürüyorum.
Sağımda, solumda, dünya tarihinin görebileceği en çirkin binaları yapmış birileri.
Yüz yıl önce burada olan bitişik nizam güzelim bir evi ve altındaki dükkanı yıkmış, o daracık alana 6 katlı “dikey gecekondu” yapmış mesela.
Bina yan tarafındaki binalardan çok yüksek kalmış, öyle bir çirkinlik ki, tarif edilecek gibi değil… Bir utanç abidesi olarak yükseliyor caddenin ortasında… Bunu yapan şehir katiline vaktinde “buraya böyle bir hilkat garibesi dikemezsin” diyen olmamış.
İstanbul’un içine edenlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Avrupa şehirleri üzerinde söz hakları olsaydı, onları tarih bilinciyle yeniden canlandırmak yerine kurak çöllerde inşaat yapar gibi “giriştikleri” İstanbul’a çevirirlerdi.
En yüksek binayı, en yeşilsiz şehirleri onlar yapar, bir de bununla gurur duyarlardı. Kalan tarihi evleri de yıkar, yerlerine estetiğin e’sinden nasibini almamış binalar dikerlerdi. İyi ki Avrupa kıtasındaki söz hakkımız yakın tarihte İstanbul’dan öteye gidememiş. İyi ki.