Galatasaray Lisesi'nin şimdilerde Galatasaray Üniversitesi olarak hizmet veren Orta-köy'deki binasının yanıp harap olmasıyla ilgili çok şey yazdım.
Ama en güzelini galiba Profesör Tolga Yarman yazmış.
İlgili bölümünü aynen naklediyorum:
“Değerli Okuldaşlarım,
Birbirinden dokunaklı yazılar yazıldı. Bu yazıları hemen hepimiz, gözlerimiz dolarak okuduk.
Dayanışma gücümüz bayraklaştı.
Bütün bunlar çok hoş elbette.
Şu ki, Tapu Kadastro Dairesi’nden değil, bir ‘mühendislik fakültesi’ de olan Üniversitemiz’den bahsediyoruz.
İhmal yokmuş. Elinin körü!
İşte, Cengiz Tacer büyüğümüz de yana yakıla yazmış, ‘Önlem mi var ki, ihmal olmadığı yolunda boş iddialar, ileri sürülebiliyor!’
İtfaiye rapor yazmışmış, ama rapor bize sunulmamışmış! Keşke sunulsaymışmış!
Allah aşkına, oradaki sıradan görevlinin yazdığı raporda ne olacak ki, sen teknik içeriğini, önerilerini, yapılacak olanları, üstelik ondan kat be kat daha iyi bilemeyebileceksin!.
Öncesini bırakalım, bizler bacak kadar çocuklarken, o binada yangın olursa ne yapacağımızı bilirdik.
Yangına karşı kaç aşamalı mania konmuştu. O kadar ki, kış gecelerinde, cayır cayır sobalar yanar, ama yangın ihtimali, alınmış kırk türlü önlemle, zihinleri tırmalamazdı bile. Arada, düzenli alarm düdükleri çalardı; gecenin bir yarısında, pijamalarla, yangın talimi yapardık.
Aradan geçmiş şu kadar yıl, teknik-teknoloji gelmiş şuraya, eğer o bina, böylesine yanmaya bırakılabiliyorsa, bir de buna, zımnen olsun ‘takdir-i ilahi, abi’ denebiliyorsa, bu tam anlamıyla ‘teknik hödüklüktür’.
Erdemli sorumlular, istifa ederler. Bulunmaz Hint kumaşı hiç değiller…
Camia onlarsız başının çaresine, kuşku yok, çok daha rahat bakar!
Gerçekler acı. Şu ki, âlem sersem, hepimiz ise kör hiç değiliz.
Güzel dileklerle, sevgiler, saygılar sunuyorum.
Tolga Yarman, Prof. Dr.”
Öğretim üyeleri bana bozulmuş
Geçen günkü yazımda Galatasaray Üniversitesi’nin manzaralı bölümünün öğretim görevlilerine tahsis edilmiş olmasını eleştirilerimin arasına koymam, Galatasaray Üniversitesi’ndeki öğretim elemanlarını, ki pek çoğu mektepten arkadaşım olur, rahatsız etmiş.
Ya da üzmüş.
Onlar adına Hülya Uğur Tanrıöver bir mektup yollamış.
Diyor ki: “Bak Fatih’çiğim, bir üniversitede 3 grup bir arada yaşar: Akademik personel yani öğretim elemanları, idari personel ve öğrenciler. Dolayısıyla binalar da bu kişilere tahsis edilebilir değil mi?
Bizim yanan binamızda da akademik personel ve idari personel çalışıyordu, öğrenciler de kısmen kullanıyorlardı binayı. Derslerin yapıldığı bir amfimizin yanı sıra tez savunma odamız bu binadaydı. Dahası, tüm öğrenci kulüpleri akşam binanın alt katında çalışırlardı. Çıkarken cıvıl cıvıl onların tiyatro provalarının, yoga derslerinin, pinpon antrenmanlarının arasından geçerdik.
Odaları orada olan öğretim elemanlarına gelecek olursak… 3 fakültenin akademisyenleri, her bir odada ortalama 4-5 kişi olmak üzere bu binada, evet ‘en güzel, en manzaralı’ yerde çalışıyorlardı.
Bu akademisyenler, Fatih, bazılarına özel üniversitelerde ya da genel olarak özel sektörde ne olanaklar sunulurken ‘Hayır burası benim yuvam, benim yerim’ diyen, mesela benim gibi tam 48 yıl önce, o binada ‘Mekteb-i Sultani’yi bir ‘yaşam biçimi ve felsefesi’ olarak benimsemiş kişilerdir.
Maaşları Avrupa’da, değil meslektaşları, öğrencilerin aldığı burs miktarını bile bulmayan ama yaptıkları çalışmalarla uluslararası alanda adlarını duyurabilen, Sorbonne Rektörü’nün 2 yıl önce yaptığı konuşmada ‘Galatasaray’ın bu prestiji yanında benim kurumumun lafı mı olur’ demesinde aktif payı olan kişiler yani. O odalarına, bazen bütçe yokluğundan alınamadı diye evlerinden masa taşıyanlar, en güzel bitkilerini getirenler de onlardı.
O kadar ama o kadar kederliyiz ki, neredeyse yarım asırlık çocukluk anılarımız bir yana, 20 yıllık mesleki anılarımızın yasını tutmaya bile vaktimiz yok. Çünkü söz verdik öğrencilerimize; hiçbir şey aksamayacak, aynen devam edeceğiz diye…
Bu çabalarına, çabamıza karşılık ‘manzaralı’ bir odada çalışıyor olmanın nesi ‘abuk sabuk’ gerçekten anlamamız mümkün değil!
Binamızda çok kişinin gözü olduğu hepimizce malum. Rant uğruna o binayı bize çok görenler var. Onlara çoktan alıştık.
Ama bir Galatasaraylı olarak senin bu sözlerin bizi çok daha fazla acıttı.
Umarım derdimi anlatabilmişimdir.
Sevgiler, Hülya “
Gayet iyi anladım Hülya.
Ama o odalardan birine koyulan ve büyük ihtimalle o da evden getirilen bir elektrikli sobamsı aletten yangın çıktığını da biliyorum. Tıpkı daha şimdiden o binayı Galatasaray’dan alma girişimlerinin başladığını bildiğim gibi.
Otoparkı yönetemeyen bir yönetim
Madem bugün Galatasaray’dan başladık, son yazımız da Galatasaray Spor Kulübü üzerine olsun.
Devlet, yıllarca kendi stadını yapamadığı için Galatasaray’a bir stat yaptı ve verdi.
Fakat yıllarca stat yapamayan Galatasaray yönetimleri, şimdi de kendilerine bedava verilen stadı işletmekten aciz.
Daha doğrusu stadın otoparkını işletmekten aciz.
Otoparkın hali bir rezalet. İçler acısı. Ne girmek mümkün ne çıkmak.
Galatasaray sözde Batılı camia. Otoparkı tam Türk işi.
Otoparkın yolları dolu, giriş çıkışlarına otomobiller park edilmiş.
Yüz binlerce lira verip koltuk, loca alanlara sözde otopark kartları verildi.
Otopark kartı olmayanlar otoparkı doldurmuş, kartı olanlar içeriye giremiyor.
Giriş çıkışlara otomobiller park edilmiş, Allah muhafaza bir yangın çıksa binlerce insan ölür.
Otoparkta onlarca görevli var. Hiçbir şeye karışmayıp, çekirdek çitliyor, geviş getiriyorlar.
Bir otoparkı düzenleyemeyen bir kulüp, nasıl düze çıkar ben anlamıyorum.
Otoparkı idare ettiremeyen, kulübü nasıl eder!..