Köyde etraf karanlık, saat oldukça geç. Dışarı çıkıp bahçedeki salıncağa yatıyorum. Hava serin ama üşütmüyor, yazın ilk günleri sayılır artık. Köpekler havlıyor uzakta. Bana göre hem sağ hem de sol taraftan gelen iki farklı köpek sesi var, sırayla havlıyorlar. Birinin havlaması bitince diğeri başlıyor. Belli ki bir çeşit iletişim. Eski insanların yaşayışlarını düşünüyorum. Buna ne kadar düşünmek denirse tabii; çünkü aslında filmlerde eski insanların olduğu sahneleri gözümün önüne getiriyorum sanırım az çok. Kurtların uluduğu, insanların bir arada yemek yediği, çadırların olduğu bir sahne. Düşününce, hala bir arada yaşamaya devam ediyoruz insanlar olarak. Ama çadırlarda değil, daha sabit evlerde. Bunları hayal ederken, köpekler susuyor. Sonsuza kadar havlayacaklar sanmıştım. Ama her şey geçiyor. Her şey, bir şekilde bitiyor. Bazen yeniden başladığı da oluyor tabii. Ama hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor. İyi olan şeyler de, kötü olan şeyler de. Bunun farkında olmak beni hep rahatlatır. Bu aklıma gelenleri bir not edeyim diye düşünüyorum. Belki oturur bir yazıya başlarım. Sonra aklıma Uzak Doğu felsefelerinden Taoculuğun başlıca öğretisi geliyor: “Wu wei”. Eylemsizlik, bir şey yapmamak gibi anlamları var. Le Guin bunu “Tao Te Ching” kitabı çevirisinde “yapmamayı yapmak” olarak anlatmış. Aslında Türkçe’de bence çok oturan bir karşılığı var; akışına bırakmak. Sonra, o zamanlar bu fikri paylaşmak için olsa bile, en azından insanlara oturup bunu anlatmak zorunda olduklarını düşünüyorum. Bir iş yapıyorlar, ortaya ek bir anlatma işi çıkıyor. Kitaplar yazılıyor falan. Bu aslında Wu wei’ye ters değil mi diye aklımdan geçiyor bir yandan. Bu durumu, kendi yapmak üzere olduğum şeyle özdeşleştiriyorum; ben de bu yazıyı yazmalı mıyım, yazmamalı mıyım? Bir de, yazarsam bunu Arkitera’ya yollamalı mıyım acaba serinin devamı olarak? Mimarlıkla bir alakası kaldı mı bu düşündüklerimin? Emin olamıyorum.
Bir horoz ötüyor. Bu arada saat gece 2:00. Köyde yaşamaya başladığımdan beri gördüğüm; horozlar gece her saatte ötüyorlar. Öyle horoz sabah gün ışıyınca öter gibi bir durum söz konusu değil. Horozun sesi uzaktan hoş geliyor. Eski insanların kurtlarla beraber yaşayışlarını tekrar düşünüyorum, o ulumaların, insan konuşmalarının, yemek seslerinin arasında, güzel havalarda dışarıda uyuyorlar. Sabahları kuş sesleri duyunca mutlu olduğum aklıma geliyor. Kuşların etrafta olması ve ötmesi, yakınlarda bir doğal afet olmadığının, her şeyin yolunda olacağının habercisiymiş. O yüzden içgüdüsel olarak geliyormuş mutluluk hissi. Acaba kuşlar da benim sesimi duyunca memnun oluyorlar mıdır? Pek sanmıyorum.
Her zaman yanan sokak lambasının sönük olduğunu fark ediyorum. O aydınlatma direğinin olmadığı zamanları hatırlıyorum bu sokakta. Bu beni yine başka bir şeyi düşünmeye itiyor. İnsan ırkının her şeyi kendi işine yarayacak şekilde organize etmesinin dünyayı nasıl şekillendirdiğini düşünüyorum. Bir yerden hazırda bulunan enerjiyi alıp, onu elektriğe dönüştürüp, sonra tek tek evlere taşıyoruz. Kablolarla. Dünyanın yüzeyini damarlar gibi kablolarla işliyoruz. Yerin hemen altında yalnızca elektrik kabloları yok, su boruları da var; insanın olduğu her yerde var bu boru ve kablolar. İleride insanların nesli tükenirse, ne büyük bir işlevsiz sistem arkada bırakacağız diye düşünüyorum. Şehirlere, yüksek binalara bakınca, altlarında insan dışkılarını biriktiren ve aktaran bir kanalizasyon sistemi olduğu ilk anda aklımıza pek gelmiyor. Ama orada işte. Her gün rögar kapaklarını görüyoruz. Evlerdeki klozetlerimizin sonu sihirli bir boşluğa açılmıyor yani. Ninja kaplumbağalar yaşıyordu kanallarda en son hatırladığım.
Pandemi döneminde kimsenin zaten çok ciddi bir yazı okumaya zihinsel gücünü ayırmak istemeyeceğini ve hafif bir günlük benzeri yazı okumanın belki de rahatlatıcı olabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden yazıyı yazmaya karar veriyorum. Salıncakta doğrulup ayağa kalkınca evin dış duvarında bir örümcek ile karşılaşıyorum bu sefer. Bakışıyoruz. İnsanlar da günlük hayatlarında onlardan daha büyük hayvanlarla iç içe yaşasa ne ilginç olurdu diye düşünüyorum. Düşünsenize, işe gidiyorsunuz, o sırada üstünüzden kocaman bir hayvan geçtiği için yukarıdan taşlar yağıyor. Tabii o taşlar, dev hayvan için aslında toz boyutunda. Kurduğumuz tüm sistemler çok farklı olmak zorunda kalırdı. Mesela deprem yönetmeliğinin yanında “Büyük Hayvanlara Karşı Binaların Korunması Hakkında Yönetmelik”, inşaat ruhsatı alırken uymak zorunda olduğumuz yasal zorunlulukların başında gelirdi.
Yatıp uyuyorum sonra. Ertesi gün de, kahvaltıdan sonra dut toplamak üzere dışarı çıkınca, gri bir tırtıl görüyorum bahçede bu sefer siyah benekli. Oldukça şık denebilecek bir tırtıl; bunun hangi kelebeğe dönüşeceğini açıkçası merak ediyorum. İnsan hayatı, böyle canlılarla kıyaslayınca aslında çok sıradan. Gösterişli hiçbir şeyimiz yok, bir şeyden bambaşka bir şeye de dönüşmüyoruz hayat boyunca. Sfenks kedisi gibiyiz bence, tüysüz, derisi gözüken canlılar olarak. Tabii biraz daha fazla tüyümüz var onlarla kıyaslayınca, kabul. Yine de kendimizi iyice korumak zorundayız iklim şartlarına karşı. Kıyafetlerimiz var bir kere. Gerçi kıyafetler ile vücudumuzu soğuğa karşı koruyoruz, ancak bir şeyler giymenin kültürel yönü bence yine de daha baskın. Albert Camus’nun “İnsan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır” sözü geliyor aklıma. Aslında fiziksel olarak olduğumuzdan farklı görünmek için ciddi bir çaba harcıyoruz. Makyaj diye bir kavram var, dünya çapında kabul görmüş. İlkel kabileler de kendi yüzlerini ve vücutlarını boyuyorlar. Yani, o kadar küresel bir kavram insan ırkı açısından makyaj. Estetik cerrahi diye bir şey var. Kıyafetlerimiz var vücudumuzu gizleyen. Dövmeler var. Takılar var. Bir sürü şey var üzerimizde. Bizden başka böyle bir hayvan olup olmadığını düşünüyorum. Bulamıyorum.
Burada son zamanlarda akşamları saat sekiz gibi ne yapıyorsam bırakıp gökyüzüne bakıyorum. Etraf 8:30 gibi iyice mavileşiyor. Durup izliyorum. Pandemi döneminde kendime verdiğim bir boş zaman aralığı bu. Koyu lacivert gökyüzüne bakmanın verdiği o hazzı başka hiçbir bir teknoloji karşılamıyor.Hangi renk bu mavi? Parliament mavisi mi, indigo mavisi mi, Klein mavisi mi, çivit mavisi mi? Bence hepsi bir arada; her saniye değişiyor çünkü güneş iyice battıkça. Gökyüzüne bakmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu hafta çektiğim bu fotoğrafı da aşağıya ekliyorum, ama gökyüzüne bakmak bu fotoğrafa bakmaktan çok farklı bir his. Yaz akşamı serinliği de bunun üzerine eklenince, sanki her şey iyi olacakmış gibi bir his veriyor insana. Biliyorum ki, bu serinliğin tek getireceği şey, ertesi sabah hafif bir boğaz ağrısı; ama yine de o serin rüzgarı kaçırmak istemiyorum. Sırf o his için.Bu yazı ile beraber dinlemek isteyenlere şu parçayı da buraya bırakmış olayım: Tamino – Indigo Night
Yağmurda dışarıda durmak da böyle bir şey benim için. Eğer soğuktan donmuyorsam, yağmur yağarken dışarı çıkmaya çalışıyorum yaz aylarında genelde. “Yağmurda yürümek” gibi kulağa romantik gelen bir eylem için de değil. Hiç romantik bir insan değilimdir ben bu arada. Duruyorum yalnızca. Yağmura bakıyorum, onu duyuyorum, vücuduma çarpmasını hissediyorum, yağmurdan dolayı oluşan toprak ve ıslak saman kokusunu içime çekiyorum. Beş duyumu bu şekilde aktifleştiriyorum. Kültürlerin empoze ettiği yapay davranış şekilleri duyularımızı körelttiği için, onları yeniden canlandırmaya çalışıyorum. Eskiden insanlar, yaşayışları diğer hayvanlardan çok da farklılaşmamışken nasıl hissediyorduysalar, ben de öyle hissetmeye çalışıyorum. Bana ait olmayan anılarım canlanıyormuş gibi geliyor. Belki yüzyıllar süren genetik aktarımdan dolayı, belki de yalnızca bir sanrı.Bir taraftan çınar kokusu geliyor. Şu hayatta bana hangi ağacın altında oturmak istersin deseler, çınar derim. Kokusu için. Kültürümüzün işlevsizleştirdiği duyularımızın en başında bence koku geliyor; günümüzde artık vücut kokularını bastırmak için parfümler kullanıyoruz. Zaten teknoloji de görsellik ve ses üzerinden ilerliyor ağırlıklı olarak. Dokunma, koklama ve tatma geri planda. Bundan bir sonraki teknolojik sıçramanın koku veya tat üzerine gelişeceğini umuyorum. Yıllardır bu konuda bir şeyler söylerim aklıma geldikçe konuşurken; geçtiğimiz günlerde bir de haber okudum tatların sentetik olarak oluşturulması ile ilgili. Bir araştırma projesi, bir cihaz ile tatları dilde elektroforezle oluşturmayı planlıyormuş. Eminim zamanla çok daha büyük gelişmeler olacak bu konularda. Yine de doğal olanını her zaman tercih edeceğimi tahmin edebiliyorum. Doğala özdeş aromalı portakal suyu yerine, sıkma portakal suyunu tercih ettiğim gibi. Her zaman küçük de olsa, hissedilebilir bir fark oluyor doğal ile insan yapımı arasında. Tat sentezleyici.
Yazıyı Tolstoy’dan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Bu alıntı, bana şehirde insanların neden karantina sırasında sıkıldıklarını daha da net olarak anlatıyor. Bence iş, yalnızca evin balkonunun olmamasında ya da halka açık yeşil alanların yetersizliğiyle bitmiyor. Şehirde yaşamanın gerekliliklerini yerine getiremedikçe, alışkanlıklarını sürdüremedikçe bunalıyor insanlar. Tabii bir de belirsizliğin getirdiği huzursuzluk var. Bundan sonraki satırlar bana ait değil. Beğenmeyip tepki göstereceklerin lütfen Tolstoy ile iletişime geçmelerini rica edeceğim. Herkese sağlıklı günler dilerim.
“…Mutsuz insanlar kentte daha iyi yaşarlar. İnsan yaşar kentte de, çoktan öldüğünün, çürüdüğünün farkında olmaz. Durumu nedir, nasıldır, bakmak için zamanı yoktur, hep kalabalıktır başı. İşler, toplumsal ilişkiler, sağlık sorunları, sanat gösterileri, çocukların sağlığı, öğrenimi… Kah falancalar filancalar konuk gelirler, falancalara filancalara gidilir, kah bir oyunu izlemek gerekir, şu ya da bu konsere gidilir… Bilindiği gibi, kentte her zaman insanın kaçırmaması gereken bir, hatta aynı anda iki, üç ünlü sanatçı birden bulunur. Bazen doktora gitmeniz, aileden birini götürmeniz gerekir… Öğretmenler, müzik öğretmenleri, mürebbiyeler… Yaşama gelince, bomboştur yaşam…”
-Kreutzer Sonat’tan. – (Tolstoy)