Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden Prof. Dr. Eldem, İstanbul'daki dönüşüm için "Eklektik bir tarzda Osmanlı geçmişinin tekrar icadı" diyor.
“Sinanvari dev bir cami, Oryantalist bir kışlanın ihyası, Fetih anlatımının popüler seviyede kutsallaştırılması, Avrupai bir tabir olan ‘altın boynuz’ metaforunun bir köprüye iliştirilmesi… Kısacası gayet eklektik bir tarzda Osmanlı geçmişinin tekrar icadı.”
İstanbul’daki dönüşümü Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Edhem Eldem böyle anlatıyor.
BÜ’den 20 tarihçi “İstanbul alarm veriyor” diyerek bir bildiri hazırladı; bir hafta içinde çeşitli üniversitelerden öğretim üyelerinin imzasıyla sayı 224’e ulaştı.
“İstanbul’da geri dönülmez hasarlar oluşacak” diyen bildiri, Haliç Metro Geçiş Köprüsü, Boğaziçi Karayolu Tüp Geçişi, 3. Boğaz Köprüsü, Taksim ve Yenikapı Meydan Düzenlemeleri, Tarlabaşı, Fener-Balat ve
Çamlıca Camii projelerine dikkat çekiyor.
Bildirinin çağrıcılardan Edhem Eldem, kent ve tarih ilişkisini İstanbul’daki dönüşüm üzerinden bianet’e anlattı.
20 tarihçi bir araya gelip neden bu bildiriyi “şimdi” yazmaya karar verdiniz?
Son zamanlarda çok hızlı bir şekilde İstanbul’a müdahaleler yapıldığı, bunların planları yapılırken ve kararları alınırken çok az kişiye danışıldığı, özellikle de bu konuda belli itirazları olan kişilerin görüşlerine hiç itibar edilmediği bir ortamda bu sürecin ne kadar tehlikeli ve zararlı olabileceğine dikkat çekmek istedik.
Başta belediye olmak üzere idareciler genellikle bizleri sadece eğitim ve akademik üretim içinde meşru sayıyorlar; fiili uygulamalar hakkındaki görüşlerimizi duyurmaya çalıştığımız zaman ise bu saygının yerini tam bir ilgisizlik alıyor.
Bir yazınızda bugün Türkiye’de Osmanlı’nın yeniden canlandırılmak istenmesinin tarihi tahrif ettiğini söylüyorsunuz; bunu biraz açabilir misiniz? Bugüne kadar kent ve tarih ilişkisi nasıl olmuştur?
1980 askeri darbesinden beri Türkiye’de yeni türden bir muhafazakârlık belirdi. Önce sola karşı İslam, sonra Turgut Özal’ın Türk-İslam sentezi derken artık Türk miliyetçiliğinin, Cumhuriyet’i Osmanlı kültürüyle bağdaştırmayı amaçlayan bir “Osmanlıcı” kurgusuyla karşı karşıyayız.
Bu kurgunun en sorunlu tarafı, büyük ölçüde milliyetçi olması ve dolayısıyla bir imparatorluğun karmaşıklığını bir ulus devletin tekdüzeliğine hapsetmeye meyyal olması. Başka bir deyişle aslında yüceltilen Osmanlı tarihi değil, Osmanlı kisvesi giydirilmiş bir Türk tarihi. Bir de buna 1990’lardan beri giderek yaygınlaşan kitsch ve nostaljik bir Osmanlı algısı eklenince netice çok rahatsız edici bir hal alabiliyor. Bir bakıma Panorama 1453 ile Les Ottomans oteli aynı sürecin iki farklı veçhesi halini alabiliyor.
Daha önceki iktidarlar İstanbul’a dokunmadı mı?
Geçmiş iktidarların hepsi kaçınılmaz olarak şu veya bu şekilde İstanbul’un tarihi dokusuna ilişmişlerdir. Buna Osmanlı iktidarları da dahildir; fakat Cumhuriyet’le birlikte bu müdahalelerin şiddeti ve etkileri artmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’nın İstanbul’a küsmesi ve üvey evlat muamelesi yapması bile şehri çok etkileyen bir süreç olmuştur. Ardından da bir yandan Osmanlı dokusuna yapılmış olan çok derin müdahaleler, diğer yandan da Kemalizm’in kendi simgelerini yerleştirme çabaları…
Amaç neydi?
Her müdahalenin siyasi olduğunu düşünmemek gerekir, birçoğu tamamen ekonomik nitelikte ya da en genel anlamda belirli bir modernlik anlayışına uyma kaygısından kaynaklanmaktaydı. Bu müdahalelerin bazıları hafif, bazıları çok ağır olmuştur. Bunu belirleyen ise eldeki maddi imkânlar ve siyasi iktidarın derecesi. Adnan Menderes’in 1950’lerde, Bedrettin Dalan’ın ise 1980’lerdeki müdahaleleri bu anlamda en ağırları olmuştur; çünkü yoğun bir iktisadi ve siyasi güçten besleniyorlardı.
Bugünkü iktidarın kente bakışının politik bir mesajı var mı?
Şu anda şahit olduğumuz dönüşüm dalgasının da bu nitelikte olduğundan, dolayısıyla da geri dönülmez zararlar verebileceğinden endişeliyiz. Bugünkü müdahaleleri tamamen siyasi bir sürece indirgemek yanlış olur, ama siyasi bir mesaj ya da mesajlar içerdikleri doğrudur. İktidarın şehirde kendi izini bırakmak istemesi kendi kendine siyasi bir olgudur; fakat bunu sadece hizmet veya altyapı üzerinden değil de “konuşkan” binalar ve yapılar üzerinden yapması ayrı bir siyasi katman oluşturuyor. Onun da çok net olmasa bile Osmanlıcılığın muhtelif yorumları üzerinden yapıldığı anlaşılıyor: Sinanvari dev bir cami, Oryantalist bir kışlanın ihyası, Fetih anlatımının popüler seviyede kutsallaştırılması, Avrupai bir tabir olan “altın boynuz” metaforunun bir köprüye iliştirilmesi… Kısacası gayet eklektik bir tarzda Osmanlı geçmişinin tekrar icadı.
İstanbul’da “tarih” yeniden inşa edilirken, başka bir “tarih” mi yok oluyor?
İstanbul gibi katmanlı bir tarihi dokuya sahip bir kentte tarihi korumak hiç de basit bir şey değil. Bir katmanı korusanız diğerini feda etmek zorunda kalıyorsunuz. Bu anlamda Bizans’ın nispeten en “mağdur” katman olması tabi ve kaçınılmazsa da, bazı bilinçli seçimlerle dengeli bir koruma politikası oluşturulabilir.
Belediyenin Yenikapı kazılarında gösterdiği sabır ve olgunluk bunun çok iyi bir örneği sayılabilir. Fakat aynı belediyenin İstanbul’un kent siluetine tecavüz eden bir köprünün (Haliç Metro Köprüsü) neredeyse hiç değiştirilmeden inşa edilmesinde ısrar etmesi tam aksi yönde bir meyle işaret ediyor; üstelik zarar gören görüntü Bizans değil, Osmanlı kentinin silueti ve Mimar Sinan’ın iftihar kaynağı camileri.
Keza, ortada olan ve korunması ya da kurtarılması gereken onca yapı varken bütün gayretin oryantalist bir kışlayla (Taksim) bir camiye (Karaköy d’Aronco Camii) yönelmesi de anlaşılmaz bir durum. Mükemmel plan yoktur, tarihin tamamın korumanın da imkânı yoktur; bütün mesele sakin bir şekilde ve gereken özeni göstererek olası ihtimallerin arasından bazı seçimleri tartışarak gerçekleştirmek olmalıdır.
Bir tarihçi olarak önünden geçerken en çok bakmaya dayanamadığınız yapı hangisi?
Tek bir yapı seçmek zor! Fakat özellikle tarihle ya da tarihi dokuyla olan ilişkisi açısından beni rahatsız eden birkaç örnek verebilirim: Döneminin sorunlu binaları olarak Aksaray Valide Camii, oldukça uyumsuz ve çirkin. Keza Topkapı Sarayı’na kondurulan rokoko tarzı Mecidiye Kasrı; bunlari seçmemin nedeni kötü müdahalelerin sadece günümüze has bir fenomen olmadigini göstermek.
Dokuyu veya silueti bozan yapılar olarak Gökkafes ve “boynuzlu” Haliç köprüsü; kötü taklitler olarak başta Haydarpaşa’daki olmak üzere betondan veya Ytong’dan “klasik” camiler; dokuya kitsch saldırılar olarak Demirören Merkezi; berbat restorasyon örnekleri olarak Ayvansaray civarındaki surlar… Saymakla bitmez.
Yazınızda 1990’lardan itibaren özellikle tarihi mekanlara duyulan nostaljiden bahsediyorsunuz, bu tarihe hak ettiği değeri yeniden mi iade ediyor? O zaman Tarlabaşı, Fener Balat gibi mahalleler neden yıkılıyor?
Bu nostalji hiçbir zaman masum olmuyor. En basitinden bir mutenalaşma sürecini besleyerek yeni spekülasyonları, yeni rant gelirlerini ve yeni el değiştirmeleri de yanında getiriyor. Dolayısıyla tarihe saygıdan çok söz konusu olan, tarihin bir tür metalaştırılması. Tabii ki bu arada fazla da idealist olmamak lazım: bu tür süreçler büyük ölçüde kaçınılmazdır; asıl önemli olan tamamen başıboş ve kontrolsüz bir şekilde kenti, dokuyu, hatta tarihin kendisini esir almalarına izin vermemenin yollarını aramaktır. Sadece ekonomik gücü elinde tutanların önceliklerine boyun eğmeden daha dengeli bir şekilde değişimin kaçınılmazlığını kontrol altına almaya çalışmaktır.
Kentin karar vericileri kimler? Türkiye’nin “katılım, şeffaflık” konusunda karnesi nasıl?
Türkiye’nin karnesinin ne olduğu belli: şeffaflık ve katılımcılık geleneği ve kültürü bizde henüz yerleşmiş değil. Dolayısıyla şimdiye kadar herhangi bir şehircilik hareketinin şeffaf ve katılımcı bir şekilde yapılmış olduğunu söylemek mümkün değil. Ayrıca unutmamak gerekir ki bu tür çalışmalar mütemadi bir referandum gibi de yürütülemez; öyle bir yola girilse tamamen tıkanma riski olur. Mesele bu istişare mekanizmasının yetkin çevrelerin katılımını sağlayacak şekilde ve halkın dışlandığını hissetirmeyecek kadar kamuoyuyla bir paylaşımın yolunun bulunması.
İronik olan şu ki bugün AKP iktidarına bu eleştirileri getirmemizin bir nedeni de kendilerinden önce gelenlere nispetle daha katılımcı bir politikaya bizi alıştırmış olmaları. Ne var ki iktidarda kaldıkça Türkiye siyasetinin alışılmış otoriter veya en azından katılımcı olmayan geleneğine yaklaşmaya, seleflerine benzemeye başlıyorlar.